EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

AVARİZU’L-EDİLLE / ÜÇÜNCÜ FASIL: EMİR VE NEHİY /

ON ALTINCI MESELE:

 

Daha önce de geçtiği üzere, emir ve nehiyler tekit açısından hep aynı düzeyde değildir. Amellerin gerek işlenmesine ve gerekse terkine yönelik talebin dozu farklıdır. Bu farklılık, emirlerin yerine getirilmesi, nehiylerden de uzaklaşılması sonucunda ortaya çıkan maslahatın, aksi durumda da beliren mefsedetin farklılığı yüzündendir.

 

İktiza'nın (gerektirme); vaciplik, mendupluk, mekruhluk ve haramlık şeklinde dörde ayrılmasının işte bu noktadan hareketle olduğu tasavvur edilir.

 

Bir değerlendirme daha vardır ki, ona göre böyle bir taksim yapılmaz.

 

Bilakis hüküm sırf iktizaya tabi kılınır. Buna göre iktizanın iki yönü vardır: a) İşlemeyi gerektirme. b) Terki gerektirme.

 

İşlenmesi istenilen şeyler içinde vaciple mendup; terki istenilen şeyler içinde de mekruh ile haram arasında bir fark yoktur. Bu değerlendirme, süfiyyeye ve onlar gibi düşünüp dünya isteklerine tümüyle sırt çeviren, ahiret yolculuğunda ciddiyet ve azimetle yürüyen kimselere aittir. Çünkü bunlar, işleme konusunda vacip ile mendup arasını; terk konusunda da haram ile mekruh arasını ayırmamaktadırlar. Hatta onların bir kısmı, sEnike mendubun vacip, mekruhun da haram olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, mübahları -Ruhsatlar bahsinde daha önce de geçtiği gibi- ruhsat olarak kabul eden kimselerdir. Onlar bu değerlendirmeye iki yoldan ulaşmışlardır:

 

a) Meseleyi emreden yönünden ele almışlardır. Bu emir ve nehiy konusunda mücerred iktizaya itibar edenlerin görüşüdür. Bu bütün kısımları (yani farz, vacip ... ) kapsamaktadır. Onların tümünde muhalefet, emredene ve nehyedene muhalefet olmaktadır. Bu ise şer'an çirkin birşeydir (kabih). Onun çirkin olması bir tarafa, burada asıl üzerinde durulan nokta muhalefet üzerine terettüp eden yergi ya da azap değildir; aksine emredene karşı muhalefet etmek ve ona karşı koymaktır. Bunlardan bir kısmı, bu değerlendirme dolayısıyla hüküm konusunda ileri gitmiş ve bunun sonucunda muhalefet (yani günah) arasında büyük ya da küçük ayırımı yapmamış ve her muhalefeti büyük (günah, kebire) saymıştır. Bu, Ebu'I-Meali'nin İrşad adlı eserindeki görüşü olmaktadır. O, emreden ve nehyedene nisbetle büyük ve küçük günah diye bir ayırım yapmamın uygun olmayacağı görüşündedir. Ona gör.e böyle bir ayırım, emreden ve nehyedenden sarfınazarla, bizzat muhalefetin kendisine nisbetle yapılabilir. Onun bu görüşü, değerlendirme açısından doğrudur.

 

b) Emir ve nehyin manasına nisbetle. Bu değerlendirmenin de çeşitli şekilleri vardır:

 

1.    Emir ve nehyin gereği ile Allah'a yaklaşma kasdına bakma. Çünkü emirlere yapışma ve yasaklardan uzaklaşma, -bizzat emir ve nehiy olmaları sebebiyle-, kendisine yönelinene yaklaşmayı gerektirir. Nitekim muhalefet de O'ndan uzaklaşmayı gerektirir. Yakınlık isteyen kimse için vacip olanla mendup arasında fark yoktur; çünkü her ikisi de yaklaştırır. Nitekim şer'i deliller bu hususu belirtmiştir. Keza bu kimse için mekruh ile haram arasında da fark yoktur; çünkü her ikisi de yakınlığın zıddını gerektirir; bu da ya uzaklıktır ya da daha fazla yaklaşma imkanı varken durmaktır. Matlup olan yaklaşmada mütemadiliktir. Dolayısıyla yaklaşma ve uzaklıktan kaçma kasdı ile ele alınması durumunda emirler ve yasaklar hep aynı düzeyde kabul edilecektir.

 

2.    Emir ve nehiylere uyulması durumunda ortaya çıkacak masIahat, muhalefet edilmesi durumunda ise ortaya çıkacak mefsedet açısından meseleye bakma. Daha önce de geçtiği gibi, şeriat masIahatların celbi, mefsedetlerin de defi için konulmuştur. Meseleyi bu açıdan ele alan kimse için ne emirler ne de nehiyler arasında bir ayırım yoktur. Aynen bir önceki değerlendirmede, yaklaşma kasdı karşısında bir ayırım olmadığı gibi. Sonra emir ve nehiylerde söz konusu olan derece farklılığı sonunda hadim olan tamamlayıcı unsura ve destek verilen ve tamamlanan esasa dönük olacağından, sonuçta bunlar birbirine nisbetle sıfat ile mevsuf (sıfatlanan) gibi olur. Ne zaman menduplar işlenecek olsa, bununla vacipler tamamlanmış olacak; aksi halde de bunun zıddı meydana gelecektir. Bu durumda emir, zarurl esasların en mütekamil bir şekilde ortaya konulması esasına varıp çıkacaktır. Bunun sonucunda menduba olan ihtiyaç, vaciplerin edası sırasında kendisine ihtiyaç duyulan şeyler gibi olacaktır. Dolayısıyla menduplar, bu ihtiyaç yönünden vaciplerle tezahum halinde (yani aynı mahali paylaşır halde) bulunur ve bunun sonucunda da hepsine birden aynı hüküm verilir. Mekruh ile haram arasındaki ilişki de aynı bu tertip üzere ele alınır; çünkü me kruh haramın önderi ve alıştırıcısıdır. Zira herhangi birşeye muhalefete alışmak, adet olduğu üzere daha büyük şeylere muhalefete alıştırır. Bunun içindir ki şöyle demişlerdir: "Günahlar, küfrün habercisidir" Buna Allah Teala'nın şu ayeti de delalet eder: "Hayır, hayır! Onların kazandıkları kalplerini paslandırıp köreltmiştir" Ayetin açıklaması hadiste gelmiştir. Bu konudaki bazı hadisler de şöyledir: "Helal bellidir, haram bellidir; aralarında ise 'müştebihat' (yani hangisinden olduğu ayırt edilemeyenler) vardır" "Koruluk etrafında otlatan çobanın oraya düşmesine ramak kalmıştır"; Emir ve nehye yapışma konusunda da şöyle buyurulmuştur: "Kulum Bana kendisine farz kıldığım şeylerle yaklaştığı gibi bir başka şeyle yaklaşamaz ... "

 

3.    Nimete karşı şükür ya da küfür (nankörlük) açısından meseleye bakma. Emir ve yasaklara uymak, mutlak olarak nimete karşı şükür anlamına gelir. Aksi davranışta bulunmak ise küfran-ı nimet olur. Nimet, hükmi irtibat ile Arş'tan yeryüzüne indirilmiş ve "Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir"[Casiye 13]; "Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren ... Allah'tır. Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan çok zalim ve nankördür"[İbrahim 32-34] vb. ayetlerin açıkça ortaya koyduğu gibi herşey insanın emrine amade kılınmıştır. Bu durumda nimetin, emrin gereğine uygun olarak kullanılması sana ulaşan ya da ulaşmasına sebep olan her nimet için şükür olur. Onları sana ulaştıran sebepler (yani emirler) ya da yardımcı hususlar arasında ise bir ayırım yapılamaz. Dolayısıyla göklerde, yerde ve bunlar arasında bulunan nimetlere şükür (bu şekilde) gerçekleşmiş olur. Emre muhalif olarak kullanılması ise, sana ulaşan ya da ulaşmasında sebep olan nimetlere karşı nankörlük olur.

 

Bu bakış açısını İmam Gazzali, İhya'sında zikretmiştir. Bu değerlendirme emir ve nehiyler arasında herhangi bir ayırım yapmamayı gerektirir. Her emre uymak mutlak anlamda nimete karşı şükür, her emre muhalefet de mutlak anlamda nankörlük olur.

 

Daha başka yaklaşımlar varsa da bu zikrettiklerimiz yeterlidir.

 

Süfilerin bu değerlendirmeleri, tamamen ıstılahi anlamda olup esasta bir ihtilaf bulunmamaktadır. Çünkü bu değerlendirme sahipleri, çoğunluk alimlerin kabul ettiği şekildeki emir ve nehiylerin (içermiş oldukları masIahat ve mefsedetlere nisbetle ve) nazari tasavvura göre kısımlara ayrıldığını inkar etmemektedirler. Bilakis onlar başka bir tarz üzere yürümüşlerdir. Şöyle ki: Kendisi hakkında: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım''[Zariyat 56] buyurulan bir kimsenin, tek olan Yaratıcıya yönelme konusunda kulluk gösterisi ve bu uğurda bütün gücünü ortaya koyması dışında bir başka şeyle uğraşması yakışık almaz. Emir ve yasakları mertebelere ayırma düşüncesi, kulun / kölenin efendisine karşı hak araması gibi bir mana taşımaktadır. Ne dünyada ne de ahirette kendisi için hiçbirşeye sahip olmayan bir kulun, böyle bir davranış içine girmesi uygun olmaz. Zira kulun / kölenin Rab / efendi üzerinde -kul / köle olması açısından- bir hakkı yoktur. Aksine ona düşen ona kulluk yolunda bütün gücünü ortaya koymaktır. Rab / efendi ise dilediğini yapacaktır.

 

 

FASIL:

 

Bu bakış açısı, emredilen şeyin terki ve yasaklanılan şeyin işlenmesi suretiyle meydana gelen her türlü muhalefet yüzünden tevbe edilmesi gereğini ortaya koyar. Çünkü Şari'e muhalefet şer'an çirkin birşeyolduğuna göre, bu muhalefeti gösteren kimsenin tevbe ile pişmanlık göstermesinin de gereği ortaya çıkar. Bu gereklilik; ya emir ve nehye muhalefet açısından, ya Allah'a yaklaşma konusunda kusur gösterdiğinden, ya maslahatların asıl konulu Ş amacına ters hareket etmiş olmasından ya da küfran-ı nimette bulunmuş olmasındandır. Bu görüşe göre, bu kısmın altına mübah da girer. Çünkü onlara göre mübah, ruhsatlar kısmındandır ve onların görüşü, azımetlerle amel etme doğrultusundadır. Daha önce de geçtiği gibi, en uygun olanı, mükellefin gücünün ye ttiği her konuda ruhsatları terkederek azımetlerle amel etmesiydi. Bundan, mübah ile amel etmenin tercih e şayan olmadığı sonucu çıkar. (Tercih edilmesi gereken varken, tercihe şayan olmayanın alınması uygun değildir.) Tercih edilmesi gereken, emrolunmuş şeyler içerisinde bulunan ve tercihe şayan olmayanın zıddı birşeyolacaktır. Güç ve imkan varken emrolunmuş bulunan birşeyi terketmek muhalefettir. Şu halde mübahları işlemek, bu açıdan ele alındığı zaman -her ne kadar hakikatta öyle olmasa da- bir anlamda muhalefet sayılmaktadır.

 

Bu izah ışığında Hz. Peygamber'in [s.a.v.] şu hadisleri daha iyi anlaşılabilecektir: "Ey insanlar! Allah'a tevbe edin. Çünkü ben Allah'a günde yetmiş defa tevbe ederim"; "Kalbime öyle şeyler gelir ki, (günde yetmiş kez) Allah'a istiğfar ederim" Allah Teala'nın şu buyruğunun genel ifadesi bu manayı da içerir: "Toptan Allah'a tevbe edin, ey mü'minler!"[Nur 31] Yine bunun içindir ki bir kısım sufiler, bazı kemal mertebelerini -salikin bir üst dereceye ulaşması imkanı varken ihmal ve kusur göstermesi durumunda- noksanlık ve mahrumiyet olarak nitelemişlerdir. Çünkü en üstün mertebeyi gerektirecek olan yaşantı, onun daha altında olan mertebeleri gerektirecek olandan daha üstündür. Akıllı olan kişi, en üstün varken, daha aşağıda olana razı olmaz. İşte bu yüzdendir ki, hayırlı işlerde mutlak anlamda yarış emredilmiş ve mükellefler (mukarrabın), "ashabu'l-yemin" (sağcılar, amel defterleri sağından verilenler) [ve "ashabu'ş-şimal" (solcular, amel defterleri solundan verilenler] diye kısımlara ayrılmış ve haklarında şöyle buyurulmuştur: "Eğer o ölen kişi, gözdelerden (mukarrabın) ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur. Eğer ashabu'l-yemınden ise 'Ey sağcılardan olan kişi, saha selam olsun!' denilir" Bu insanların özellikleri, fazilet meydanında koşuşturmaktır. Hatta öyle ki, her gün biraz daha ileri gitmeyen kimseyi nakıs (eksik), nefeslerini boşa tüketenleri de tenbelolarak kabul ederler. Bu, tartışmaya gerek bırakmayacak derecede açık olan bir konudur. Kıyametin pişmanlık günü olacağını bildiren hadis de bu manayı teyid eder; çünkü bu pişmanlık inanan inanmayan herkes için söz konusu olacaktır; kötüler, iyi olmadıkları için, iyiler de iyiliklerini artırmadıkları için pişman olacaklardır.

 

İTİRAZ: Bu kemal mertebelerinde noksanlık bulunduğunun iddasıdır.

 

Kemal mertebelerinde noksanlık buulunmadığı ise daha önce geçmişti.

 

CEVAP: Burada mutlak anlamda bir noksanlık olduğu iddiası yoktur.

 

Sadece söz konusu olan tercihe şayan olan (racih) ve ondan daha üst derecede bulunan (ercah) şeylerin varlığı hakkındadır. Bu ise mevcuttur. Cennetin yüz derecesi olduğu sabittir. Bunların en kamillik ve en üstünlük yönünden olduğu konusunda kuşku yoktur. Allah Teala peygamberler hakkında da şöyle buyurur: "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerine üstün kıldık"[Bakara 253]; "Şüphesiz peygamberlerden bir kısmını diğer bir kısmı üzerine üstün kıldık"[isra 55] Bununla birlikte, nübüvvet makam ve mertebelerinde herhangi bir noksanlığın bulunmadığı bilinen bir husustur. Şu kadar var ki, hayırlı işlerde koşuşturma ve yarışma adeten mümkün olabilecek en üst mertebelere talip olmayı gerektirir. En üstün mertebelere ulaşması mümkün olan kimselerin, daha aşağıdaki mertebelerle yetinmesi yakışık almaz. O yüzdendir ki, yükselme imkanı varken daha aşağı mertebelerde kalmayı nefisler noksanlık olarak telakki eder ve daha üst mertebeleri gördükçe onlara karşı, kafirlerden ve günahkar mü'minlerden olan gerçek noksanlık sahibi kimselerin kemal mertebelerini görmeleri anında duydukları pişmanlığa benzer nedamet ve özlem duyar. Hz. Peygamber [s.a.v.], Ensar evlerini üstünlük sırasına göre sıralayıp: "Ve Ensar'ın her evinde hayır vardır" buyurduklarında, Sa'd b. Ubade şöyle dedi: ''Ya Rasülallah! Ensar evleri tercih edildi, biz ise sonuncu kılındık" Hz. Peygamber [s.a.v.] buna cevap olarak: "Sizin de hayırlılardan olmanız size yetmez mi?" buyurdu. Başka bir hadiste de: "Şüphesiz sizi pek çoklarına üstün kılmıştır" ifadesi vardır. Bu da gösterir ki, var olan kemal mertebeleri, mutlak kemal vasfı altında toplanır. Dolayısıyla aralarında bir çatışma yoktur. Allahu a'lem! "Hasenatu'l-ebrar seyyidtu'l-mukarrabın" sözünün çıkış yeri de işte burasıdır denilebilir. Bu da açıktır. Allahu a'lem!

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ON YEDİNCİ MESELE