EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AVARİZU’L-EDİLLE /
ÜÇÜNCÜ FASIL: EMİR VE NEHİY /
ON BEŞİNCİ MESELE:
Külolarak işlenmesi
istenilen birşey, birinci kasıt ile talep edilmiş olmaktadır. Bu, bazen ikinci kasıtla
terki istenilen şey haline de dönüşebilir. Nitekim bunun aksi de varittir.
Yani, külolarak terki istenilen şey, birinci kasıtla terki talep edilen
şeyolmaktadır ve bu da bazen ikinci kasıtla işlenmesi istenilen şey haline
dönüşebilir. Bu durumda her biri, asli kasıtla olan talep özelliğini yitirmez.
Birincinin izahı çeşitli
yönlerden ortaya çıkar:
a) (Külolarak işlenmesi
istenilen şey), Şari'in kasdı açısından ele alınabilir. Asıl da budur. Bu
durumda kişi onu meşru bir şekil üzere almış ve meşru bir şekilde de
faydalanmış olur. Ne ondaki, ne onun mukaddimelerindeki, ne tabilerindeki, ne
de beraberinde bulununlardaki Allah'ın hakkını unutmaz. Kişi, onu bu şekil
üzere aldığı zaman, o şey cüz olarak mübah, külolarak ise matlup bir hal alır.
Çünkü mübahlar, Şari' tarafından mutlak olarak kulların çıkarlarına uygun
düşecek bir şekilde kullanılmaları için konulmuştur. Onun kullanılması, ne din
e ne de ahirete zarar vermeyecek şekilde olacaktır. Bu, itidal hali olmaktadır.
İşte bu yönden ele alındıkları zaman mübahlar nimet sayılmışlar, Allah'ın bir
in'am ve ihsanı kabul edilmişler, "hayır" ve "lütuf' diye
isimlendirilmişlerdir.
Mükellef, onları
kullanırken, dünyası ya da dini için zararlı hale gelecek şekilde kullanmak
suretiyle itidal sınırından çıktığı zaman, mübahlar işte bu yönden yerilir bir
hal alır. Çünkü bu haliyle o, onların öncesinde, beraberinde ve sonrasında
ifası gereken haklara riayetten uzaklaşmış, dolayısıyla hem dünyası hem de
ahireti için masIahatlar yerine mefsedetler doğmuştur. Bunun sebebi de,
mükellefin mübahlardan taşıyamayacağı kadarını yüklenmiş olmasıdır. Çünkü
mükellef eğer mübahlardan herhangi bir şekil, veya bir tür ya da bir miktar ile
yetinebiliyorsa ve onun masIahatları bu seyir üzere arzulandığı şekilde
yürüyorsa, sonra o idare edemeyeceği kadar fazla, akli ve bedeni kuvvetinin
üstünde bir yük altına girerse, ölçüyü aşmış, aşırıgitmiş olur ve bütün bunları
taşımaya da gücü yetmez. Bunun sonucunda da çözülmeler baş gösterir ve bozulma
(fesad) doğar. Mesela beslenmesi için kendisine bir çörek yeterli olan bir
adamı örnek olarak ele alalım: Onun doğru dürüst kazanma mükellefiyeti, ona bu
kadarını yükler; çünkü onun yapısı buna göre hazırlanmıştır, daha fazlasını
kazanacak güçte yaratılmamıştır. Şimdi bu kişi bir çörek yerine iki çörek yemek
istediği zaman şu sonuçlarla karşılaşılır:
1) Önce kesp (kazanma)
açısından bir israfa girmiş olur; çünkü takva ile birlikte sadece kendisine
yetecek kadarının külfetini yüklenmesi gerekirken, iki kişinin külfetini
yüklenir olmuştur. Buna ise o, ancak başka taraflardan yan çizerek güç
yetirebilecektir.
2) O mübahın
kullanılması açısından israf etmiş olacaktır. Çünkü normal bünyesinin ihtiyacı
üstünde bir gıda alması için nefsini zorlamış olacaktır. Bu ise kendisine güç
gelecektir, belki bu yüzden daralacak ve sıkıntısı artacaktır. Bütün bunlar
ona, Allah Teala ile beraber olmak için onun huzurunda durması istenilen
ibadetlerden alıkor.
3) Sonucu itibanyla da
israf olur; çünkü her derdin aslı oburluktur.
Bu kişi, bu haliyle dert
kazanma yoluna girmiş ve ona yakalanmaya da ramak kalmıştır. İsraf anındaki
zahir ve batın diğer bütün hallerinin hükmü işte böyledir. O, aslında bu
haliyle kendi üzerine mefsedeti celbetmeye çalışmaktadır. Yoksa yenilen çöreğin
bizzat kendisi -gıda olması ve hayatın kendisine bağlı olması açısından
yerilmiş değildir.
Bu örnek üzerinde
düşündüğün zaman, yergi konusu olan şeyin, bizzat nimetlerin kendisi değil,
mükellefin onları kullanış tarzı olduğunu göreceksin. Nimetler, yergi konusu
olan halin vasıtası olması hasebiyle işte bu açıdan yergiye konu olmuşlardır ki
bu da ikinci kasıt olmaktadır. Çünkü o mükellefin yergiye konu olan kasdı
üzerine bina edilmiştir. Yoksa Allah Teala, kullarına nimetleriyle kendisini
tanıtmış, onlarla ihsanda bulunduğunu belirterek kendisine karşı minnet
borçları olduğunu ifade etmiştir. Tabii Yüce Allah bunu, mükellefin bu nimetler
karşısındaki tavrından katı nazarla mutlak olarak yapmıştır. Bu, nimetlerin
asli kasıt üzere mutlak olarak övgüye değer olduklarının bir delilidir. Yergiye
konu olması, ancakAllah yolundan alıkor olduğu zaman söz konusu olmaktadır.
Düşünen kimse için bu husus açıktır.
b) Mübahların Allah'a
minneti gerektiren nimet olma yönü asla yok olmaz. İsraf ise tamamen ortadan
kalkabilir. Devamlı olan ve hiçbir şekilde zail olmayacak olan, birinci kasıt
ile istenilmiş olandır. Zail olabilecek özellikte olan ise böyle değildir.
Çünkü mükellef mubahı, kendisine belirlendiği şekilde elde ederse, bunda
herhangi bir yergi unsuru bulunmaz. Arzu ve heveslerinin bir sonucu olarak onu
almış ve kendisi için belirlenmiş yola riayet etmezse, heva ve heveslerine
uymuş olması açısından yergi konusu olur, öbür açıdan ise yergiye mahal
değildir. Sonra yergi yönü bazen nimeti tazammun eder ve nimet onun içinde
bulunur. Ancak onu heva ve hevesleri bürümüş olur. Mesela kişi mübahı meşru
olmayan şekil üzere aldığı zaman, bu hareketi zımnında genelde masIahatları
gerçekleşmiş olur. Her ne kadar şaibeli ise de, bu hevasına uyulmuş olması
yüzündendir.
Asılolan nimettir. Ancak
heva ve hevesleri ona bazı fesad özellikleri bulaştırmıştır; fakat asıl
maslahatı ortadan kaldırmamıştır. Eğer asıl masIahat ortadan kalkacak olsaydı,
mübahın aslı da ortadan kalkardı, çünkü mübahlık masIahat üzerine bina
olmaktadır. Dolayısıyla, mübahın aslı, her ne kadar yergi konusu olan kesp
tarzı ve kullanış biçimi sonucunda şaibeli bir hal alsa da, hala var olmaya
devam etmektedir. Bu, aynı zamanda mübahın yergi konusu ve terki matlup olan
bir hal alması durumunun birinci kasıtla değil de ancak ikinci kasıtla olacağını
gösteren delillerden biridir.
c) Bu husus bizzat
şeriat tarafından da açıklanmıştır: Mesela şu ayetleri buna örnek
gösterebiliriz: "Öleyken batıla inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkar mı
ediyorlar?"[Nahl 72]; "Fakat insanların çoğu şükretmezler"[Bakara
243]; "Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol
nimetinden faydalanmanız için denize ... boyun eğdiren de O'dur. Artık belki
şükredersiniz"[Nahl 14]
Bu ve benzeri ayetler,
yeryüzüne yayılmış bulunan nimet ve menfaatlerin asli halleri üzere
bulunduklarını göstermektedir. Ancak mükellef için bunlar üzerinde yükümlülüğe
esas olan tercih hakkı konulması sebebiyle, bu nimetler üzerinde şaibeler
doğdu. Bu şaibeler, onların mükellef için ilk konuluş şekli açısından değildir.
Zira ilk konuluşları itibarıyla bunlar halis nimetlerdir. Eğer bunlar
yükümlülük konusunda meşru esaslar çerçevesinde kullanılırlarsa, bu şükür olur;
şükür, nimetlerin asli konuluşları doğrultusunda kullanılması demektir. Eğer
meşru olmayan şekil üzere kullanılacak olursa bu da küfran-ı nimet olur. İşte
bu şekilde kullanılışından mefsedetler doğar ve mükellefi kuşatır. Sonuçta
bunların hepsi de Allah'ın kaza ve kaderi ile olmaktadır. ''Ve Allah sizi ve
sizin yapmakta olduklarınızı yarattı"[Saffat 96]
Hz. Peygamber [s.a.v.]
de şöyle buyurmuştur: "Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, dünyanın
sizden öncekilere kapılarını açtığı gibi, size de açmasıdır" Denildi ki:
"Hayır, hiç şer getirir mi?" Şöyle buyurdu: "Hayır ancak hayır
getirir.
Şüphesiz baharın
bitirdiği her nebat şişkinlikten ya öldürür ya da ölüme yaklaştırır. ''
Keza, sedd-i zerai'
bahsi de bu kabildendir. Çünkü sedd-i zenli', yapılması istenilen birşeyin,
ortaya çıkan bir maniden dolayı terkinin istenmesi demektir. Bu, genel anlamda
üzerinde ittifak edilen bir prensip olmaktadır. Her ne kadar alimler
tafsilatında ihtilaf etmişlerse de, bazı fer'ı meseleler üzerindeki bu görüş
ayrılıkları, sedd-i zerai' prensibi üzerinde meydana gelen genel anlamdaki
icmaı ortadan kaldıracak ölçüde değildir. Çünkü alimler mesela: "Ey iman
edenler! Peygamber'e: (Bizi gözet anlamına 'çobanımız' anlamında da
kullanılabilecek) 'Rcuna' demeyin; 'unzurna (bize bak)' deyin"[Bakara
104]; "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek
aşırı gidip Allah'a sövmesinler''[En'am 108] gibi örneklerde seddi zerai'
prensibi üzerinde ittifak halindedirler. Bu konuyu destekleyecek örnekler
çoktur.
Mendupluk üzere
yapılması talep edilen şeylerde de durum aynıdır.
Böyle birşey, bazen
ikinci kasıtla mendupluk üzere terki istenen birşey haline dönüşebilir.
Nitekim, dinde taşkınlığa ve aşırılığa gitmeyi, visal orucunu, pe şi peşine
oruç tutmayı, evlenmemeyi yasaklayan hadisler bu hususu ortaya koymaktadır. Bu
türden daha önce pek çok örnek geçti.
Azimet olarak yapılması
vacip olarak istenilen birşeyin, ikinci kasıtla aynı şekilde terki matlup bir
hal alması da mümkündür. Eğer azimet hükümle amel edilmesi halinde, o ameli
ihlal edebilecek ve vacibin edasını noksan hale getirecek unsurlar bulunursa, o
zaman terki istenilebilmektedir. Mesela: "Yolculuk esnasında oruç tutmak,
takvadan (birr) değildir'' hadisinde olduğu gibi.
Hulasa, mutlak surette
birinci kasıt ile işlenmesi istenilen bir şey, ikinci kasıtla bazen terki
matlup olan birşey haline dönüşebilir. Varmak istediğimiz sonuç işte budur.
İTİRAZ: Burada şöyle
denilebilir: Bunun aksini gösteren husus"lar vardır. Övgü ve yergi,
yeryüzünde yayılan şeylere ve menfaatlere eşit olarak aynı düzeyde
yönelmektedir. çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Arşı su üzerinde
iken, hanginizin daha güzel iş işleyeceğini ortaya koymak için, gökleri ve yeri
altı günde yaratan O'dur"[Hud 7]; "Hanginizin daha iyi iş işlediğini
belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O'dur"[Mülk 2]; "And olsun
ki, sizi içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve
haberlerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz"[Muhammed 31] Daha önce de
geçtiği gibi, yükümlülük sınamak ve denemek için konulmuş, böylece ilm-i
ezelide malum olan şeyin şühud aleminde de ortaya çıkarılması amaçlanmıştı.
Allah'ın ezeli ilminde şunların cennetlik, şunların da cehennemlik olduğu
sabitti; ancak bu sonuç yapılacak olan imtihana göre belirlenmişti. İmtihan
ise; ancak iki yönü olan birşeyle gerçekleşebilir; tek yönlü bir şeyle olmaz.
İşte bu noktadan hareketledir ki, kullar için yeryüzünde yayılmış olan nimetler
-bizatihi kendileri açısından- övgü ya da yergiye, emir ya da nehye mahal
olmazlar. Bu gibi şeyler onlara ancak mükellefin onları kullanması açısından
taalluk eder. Onlara nisbetle mükelleflerin tas arrufları da eşittir;
mükellefin tasarrufları açısından nimet ve masIahat kabul edildiği gibi, yine
onun tasarrufları açısından fitne ve azap da kabul edilmektedir. Bunu şu husus
da açıklar: Yeryüzünde faydalanılmak üzere yerleştirilmiş bulunan şeyler, hem masIahat
hem de mefsedet cihetine yatkın olup, her iki türden tasarrufa elverişlidirler.
Yeryüzünde yerleştirilmiş bulunan bu şeyler, imtihan kasdı ile teklifiçin ve
izah edildiği şekil üzere olunca, bu iki taraftan biri diğerine nasıl ağır
basacaktır? Ki bunun sonucunda birinci kasdın, onların yeryüzüne nimet olarak
yerleştirilmesi olsun. Onların azap ve fitne oluşu da ancak ikinci kasıt üzere
bulunsun.
CEVAP: İtiraz yerinde
değildir ve iki açıdan dedikleriniz arasında bir terslik yoktur:
a) Yeryüzüne yerleştirilen
şeylerin, şaibelerden uzak sade nimetler olduğunu ortaya koyan nassların
zahirleri ya olduğu gibi muraddır; birinci olarak matlup olan da budur. Ya da
onlarla, aslında öyle olmadıkları kastedilmiş olabilir. Bu ikinci ihtimal sahih
değildir; zira ne aklen ne de naklen Allah Teala'nın birşeyi olduğu gibi
bildirmemesi mümkün değildir. Eğer biz yeryüzüne yerleştirilen bu şeylerin
mahza fitne ve azap olmadıkları gibi halis nimetler de olmadıklarını tasavvur
edecek olursak, o zaman Allah Teala'nın onların nimet olduğunu bildirmesi ve
bunlar sebebiyle kulların kendisine minnet borcu olduğunu ifade buyurması ve
onları insanların aleyhine bir hüccet olarak kullanması, şükür için bunları bir
gerekçe kabul etmesi akıl ve mantığa ters düşecektir. Sonra biz mesela:
"Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da onun için bir kazık kılmadık mı? ..
"[Nebe 6]; "Yukarıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz;
hayvanları otlattığınız otlar da onunla biter ... "[Nahl 10] gibi
ayetlerde bahsedilen nimetlerin tafsilatına baktığımız zaman, bunlardan
herhangi biri hakkında mutlak olarak 'hayır öyle değildir' diyebilir miyiz?
Yahut da 'onlar şu kavme nisbetle nimet, başka kavimlere nisbetle ise fıtne ve
azaptır' iddiasında bulunabilir miyiz? Bütün bunlar hem akla hem de nakle aykırı
olan şeylerdir.
Şu husus da bunun
doğruluğunu destekler: Şüphesiz ki Kur'an, hida-
yet, rahmet ve kalplerde
bulunan hastalıklara şifa olmak üzere indirilmiştir. O en yüce nurdur ve onun
getirdiği yol 'tarik-i müstakim'dir. Ona bunun aksine bir sıfat nisbet etmek
sahih değildir. Buna rağmen Kur'an hakkında şöyle ayetler gelmiştir: ''Allah
onunla bir çoğunu saptırır, bir çoğunu yola getirir. Onunla saptırdığı ancak
fasıklardır"[Bakara 26]; "O, (başkaları için değil) takva sahipleri
için bir hidayettir"[Bakara 2]; "O, iyilik sahipleri için bir hidayet
ve rahmettir"[Lokman 3]. Şimdi bu ve benzeri ayetlere bakarak 'Kur'an, bir
kısım insanlar için hidayet, diğerleri için ise sapıklık olmak üzere inmiştir'
ya da 'o hem hidayet, hem de sapıklık için gelmiş olabilir; her ikisi de
muhtemeldir' denilebilir mi? Böyle bir sakat düşünceden Allah'a sığınırız.
Burada şöyle denilemez:
O, zikri geçen iki itibara göre bazen sahih olabilir? Mesela dünya hayatı, bir
bakıma oyun ve eğlencedir, öbür taraftan da saadete bir merdivendir;
ciddiyettir; şaka değildir. "Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri
oyun olsun diye yaratmadık"[Enbiya 16]
Çünkü biz şöyle
demekteyiz: Bu, Allah'ın kendisini nimetlerle tanıtmasını, ayetlerin zahiri
üzerine hamlettiğimiz zaman doğrudur. Aynen, Kur'an'ın -icmaın da delalet
ettiği gibi- hidayet, şifa ve nur olmasının sahih olması gibi. Bunun dışında
kalanlar ise, nimetlerin yeryüzüne yayılması konusunda gözetilen asli kasdı
ihlal etmeyecek şekil üzere yorulur.
b) Nimetlerin, sahipleri
hakkında fitne ve azap haline dönüşmesi, ancak mükellefin tavrı sonucu
olmaktadır. Çünkü nimetler durup dururken fitne ve azaba dönüşmezler, maksud
olmayan şekil üzere kullanılmış olması, onu bu hale dönüştüren husus
olmaktadır. Çünkü yeryüzünün beşik, dağların kazık kılınması vb. hepsi de açık
nimetlerdir ve nimet olma özellikleri değişecek türden değildir. Ancak, şükür
yerine belirlenilen şekil üzere kullanılmamak suretiyle küfran-ı nimetle
mukabele edilince, nimet olan bu şeyler, mükellef için vebal halini almıştır.
Aslında vebal olan şey, nimetler değil mükelleflerin bizzat fiilleri
olmaktadır. Çünkü onlar, Allah'ın bu nimetlerini masiyet için vasıta
edinmişlerdir.
Kur'an'ın durumu da aynı
minval üzeredir. Çünkü onlar, Allah'tan başka edinilen putları, zayıflık
konusunda örümceğe benzetilince [Ankebut 41], kendilerine söylenilen bu konuda
düşünmeyi ve tefekkürüterkettiler. Bu halleri, ta kendilerine söylenen
başlarına gelinceye kadar devam etti. Bunlar, bu temsil karşısında ne
kastedildiğine bakmaksızın bizzat örümcek ile yapılan benzetmenin zahirine
kafalarını taktılar ve "Allah, bu temsille neyi kastetti?"[Bakara 26]
dediler. Yüce Allah da, vaziyeti böyle olan kimseler hakkında ez elde sabit
olan gerçeği bildirdi ve "Allah onunla birçoğunu saptırır, bir çoğunu ya
la getirir" buyurdu. Sonra beklenti halinde olan açıklamayı da yaparak
"Onunla saptırdığı ancak fasıklardır''[Bakara 26] buyurdu ve böylece
Kur'an'ın, bir kısım insanlara doğru yolu göstermek için, diğerlerini de
sapıtmak için geldiği şeklinde anlaşılabilecek sakat düşünceyi ortadan
kaldırmış oldu. Yani o bir hidayet kitabıdır. Daha önce buyurduğu gibi "O,
takva sahipleri için bir hidayettir''[Bakara 2] (diğerleri için de öyle) ancak
fasıklar Kur'an'ın indirilmesinden güdülen asıl amacı gözardı ederek başka
şeylere bakmaları yüzünden sapıtmışlardır. Kur'an, aynı şekilde muhtevasındaki
hakikatlere bakan mütteki kimseler için de hidayettir. Bu hakikatlar, Kur'an'ın
indiriliş amacı olmaktadır. Bu sonuç, konu ile ilgili birinci meseleden
çıkarılır. Bu husus ortaya konulunca, nimetlerin birinci kasıt ile nimet
oldukları da anlaşılmış olur. Bir kısım insanlar için nimet olmamaları ise,
onları istenilen meşru şekil üzere almamalarından kaynaklanmaktadır. İkinci
kasdın manası da işte budur. Allahu alem!
İkinciye yani külolarak
terki matlup olan şeyin terkinin birinci kasıt ile talep edilmiş olduğu
konusuna gelince, onda da durum aynıdır. Çünkü onlar, işlenmesi matlup olan
şeylere ters düşen şeyleri destekler bir hal alır ve bu yüzden de terki matlup bir
hale dönüşür. Bu gibi şeylerde zamanı boşa öldürmekten başka hiçbir fayda
yoktur. Kendisinden hususi olarak meydana gelmesi beklenilen bir kasıd da
yoktur. Bu durumda mesala (cüz olarak) mübah olan musiki, ne bir zaruri, ne bir
hacı ne de tekmili olan bir asla hizmet eder bir hal almaz; aksine onunla
zamanı öldürmek, zaruri, haci ya da tahsini esaslar için hadim olan şeyden yüz
çevirmek demektir. Dolayısıyla onların zıddına hadim olmaktadır.
İkinci bir husus, oŞari'
Teala'nın 'batıl' olarak nitelediği eğlence kabilindendir. Mesela: "Onlar
bir kazanç veya bir eğlence (lehv) gördük lerinde ... "[Cum'a 11] ayetinde
lehvden maksat, davul veya zurna ya da şarkıdır. Dünyayı yerme sadedinde de
"Doğrusu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadır"[Muhammed 36] buyurulmuştur.
Hadiste de: "Her eğlence batıldır; üç tanesi müstesna ... "
buyurulur, oyun ve eğlence faydasız bir uğraşı kabul edilir ve bundan üç tanesi
istisna tutulur. Çünkü bu istisnalar, zaruri olan bir esasın en iyi bir şekilde
varlığını sürdürmesine yardımcı hususlardır; o yüzden istisnası gerekli
görülmüş ve bu eğlenceler batıl sayılmamıştır.
Bir üçüncü husus, Allah
Teala, bu türden birşeyin zikri ile kendisine minnet borcumuz bulunduğundan
bahsetmemiştir. Keza bu gibiler, birinci kısımda olduğu gibi nimetlerin
sayılması sırasında da zikredilmemiştir. Dolayısıyla mesela bizatihi ne
eğlenceden, ne cuşa gelmeden, ne de onun sebebi açısından ele alınıp, bunlara
karşılık Allah'a karşı minnet borcumuz olduğu ifade edilmemiş; aksine bunlar
matlup olan bir hususa destek vermesi yönünden ele alınmışlardır. Hem sonra bu
istisna edilen şeyler, insanlar arasında cari bulunan güzel adetlere de
uygundur. İstisnalar dışındaki eğlenceler ise tümüyle, cari güzel adetlerin
çerçevesi dışında bulunmaktadır. Bu şu hususu da ortaya koyuyor: Gerek
yaratılış ve gerekse icat bakımından istifade şekillerinin esbabı kullar için
özelolarak hazırlanmış bulunmaktadır. Minnet beklentisi, işte bu yönden hasıl
olmaktadır. Eğlence ve oyun için, asli yaratılış bakımından özelolarak konulmuş
bir hazırlık bulamazsın. Onlar sadece yeryüzüne yayılmış, fakat onlar yönünden
asla bir minnet beklentisi olduğu ortaya konmamıştır. Mesela şu ayetlere
bakılabilir: ''Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları kim
haram kılabilir?"[A'raf 32]; ''Allah, yeri canlı yaratıklar için meydana
getirmiştir .... Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar"[Rahman 10];
"Sizin icin atları, katırları ve merk ep leri binek ve süs hayvanı olarak
yaratmıştır"[Nahl 8] Ve benzeri daha pek çok ayet. Ne Kur'an'da ne de
Sünnette, Allah Teala'nın bize oyun ve eğlenceyi yaratmak suretiyle in'am ve
ihsanda bulunduğunu gösteren bir nass bulamazsın.
İTİRAZ: Lezzetin husulü,
nefsin rahatlaması, insanın neşelenmesi haddizatında maksud olan birşeydir. Bu
yüzden de bunlar, birinci kısım içerisinde yayılmış bir halde bulunmaktadır.
Mesela yemek, içmek, cinsi ilişkide bulunmak, binmek gibi şeylerden alınan
hazlar gibi. Bu gibi hazların -arkasında bulunan neye hizmet ettikleri
noktasını göz önünde bulundurmadan- mücerred kendilerini talep etmek caiz
olmaktadır. Dolayısıyla aynı şey, işlenmesi Şari'ce maksud bulunan mesire
yerlerinde gezinmek, musikı dinlemek vb. gibi yollarla eğlenmek ve oynamak
konusunda da caiz olsun. Bunun doğruluğunu gösteren deliller de vardır:
1. Bunların birinci
kısım içerisinde yayılmış bulunması.
2. Kur'an'da bunların
kastedildiğini gösteren deliller bulunması: Mesela:
"Onları
(hayvanları) getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız"[Nahl 6];
"Sizin için atları, katırları ve merkepleri binek ve sÜs hayvanı olarak
yaratmıştır"[NahI 8]; "Hurma, ağaçlarının meyvelerinden ve ÜzÜmlerden
de içki ve gÜzel rızık elde edersiniz"[Nahl 67] Ve daha benzeri başka
ayetler. Bütün bunlar nimetlerle in'amda bulunulduğunu, mallardan bir haz alma
duygusu verildiğini ve onlarla hayatın süslendiğini belirtme sadedinde
zikredilmiş şeylerdir. İçki elde etmek de, eğlence ve oyun manasına gelir.
Dolayısıyla bunların da birinci kısım içerisine girmesi uygun olur.
3. Bu gibi şeyler her ne
kadar bir açıdan külolarak matlup bulunan şeylerin zıddına hadim ise de, aynı
zamanda emrolunan şeylere de destek verir durumdadırlar. Çünkü bunlar vücuda
verdikleri zindelik sonucunda ibadetlerin ve diğer hayırlı işlerin yapılmasına
da yardımcı olurlar. Dolayısıyla bunlar da külolarak matlup olanlar gibi
olurlar. Bu durumda iki kısım da aynıdır ve aralarını ayırma uygun değildir.
CEVAP: Zindelik ve haz
arayışları, külolarak matlup bulunan şeyler arasına yayılmış ise, işlenmesi
istenilen esaslara hadim bulunmaktadır. Eğer bu özellikten soyutlanacak
olurlarsa, biz onların haddizatında maksud olduklarını kabul etmeyiz. Tartışma
konusu da işte bu noktadır. Maksud olan, hazIarın ve zindeliğin zaruri ya da
başka bir esasın hadimi olduğu bir konuda olmasıdır.
Buna delalet eden
hususlardan biri de Hz. Peygamber'in: "Her eğlence batıldır; üç tanesi
müstesna ... " buyruğudur. Bu hadisinde Hz. Peygamber [s.a.v.], tekitli
bir şekilde talep olunan şeylere hadim durumda olan şeyleri istisna etmiş;
diğer eğlencelerin ise batıl olduğunu söylemiştir. Hadiste de şöyle gelmiştir:
Hz. Peygamberin [s.a.v.] ashabı biraz sıkılmışlardı: "Ya Rasulallah! Bize
anlat" dediler. Nefisleri uyaracak birşeyler istiyorlardı. Bunun üzerine
"Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab'ı sözlerin
en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu kitaptan tüyleri
ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve
yatışır ... "[Zümer 23] ayeti indi. Bu şu manaya geliyordu: Allah'ın
kitabına ciddiyetle yönelmek, sizin talep edeceğiniz en son nokta olacaktır.
Çünkü onda şer'i hükümler, hikmetler, mev'izeler, sakındırmalar, müjdelemeler
vardır; bunlar kurtuluşu sağlayacak, ebedi saadeti kazandıracak hususlarda
tefekküre ve ibret almaya yöneltecek özelliktedir. Gelen bu cevap, onların
istediklerinin aksi olmaktadır. Ravi şöyle der: Sonra yine sıkılır gibi oldular
ve: ''Ya Rasulallah! Bize hadisin üzerinde Kur'an'ın altında birşeyler
anlat" dediler. Bunun üzerine de Yusuf suresi nazil oldu. Bilindiği gibi
onda ibret verici ayetler, mev'izeler, hatırlatıcı sözler, acaiblikler vardır
ki, bunlar da aynı şekilde Allah'a taat konusunuda ciddiyete teşvik eden, buna
rağmen yükümlülüklerin ağırlıklarından da rahatlatan şeylerdir. Böylece onlar,
maksatlarına, zaruri olan esaslara ters düşecek şeylerle değil de onlara hadim
olabilecek şeylerle ulaşmaları gerektiğine irşad edilmiş oldular.
Hadiste de şöyle
buyurulur: "Her ibadet edenin (abid) bir zindelik ve rağbet anı vardır.
Her zindeliğin de bir fütur (gevşeklik ve usanma) anı vardır. Sonrası da ya
sünnet, ya da bid'attir. Fütur anında sünnete uygun hareket eden, doğruya
erişmiş olur. Fütur hali, sünnetin dışında başka bir mecraya kayan kimse ise
helak olmuş olur"
Ziynet, güzellik ve içki
edinmeden bahseden ayetlere gelince, bunlar bu nimetlerin aslında gözetilen
esas maksatIara sadece tabilik yoluyla zikredilmişlerdir. Yoksa bunlar bu
sayılan nimetlerden gözetilen asli maksatlar değillerdir. Sonra güzellik ve
birşeyin ziynet olması birinci kısım içerisine giren şeylerdendir. Çünkü
birinci kısımdan olanlara hadim bulunmaktadır. Buna Allah Teala'nın şu buyruğu
da delalet eder: ''Allah'ın, kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları
kim haram kılabilir?"[A'raf 32] Hz. Peygamber [s.a.v.] de şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği sever'' "Şüphesiz ki Allah,
verdiği nimetlerin eserini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır'' İçki edinme
ayetine gelince, Yüce Allah onu ifade ederken "ondan içki elde
edersiniz" buyurarak, içki edinme fiilini onla-
ra nisbet etmiş ve onu
güzel vasfı ile nitelememiştir. Rızık hakkında ise "güzel rızık"
buyurarak onu güzellikle nitelemiştir. Bu durumda in'am ve ihsanda
bulunulduğunu ifade, tasarruf mahalli olan asıl sebebiyle olmakta, bizzat
tasarruf sebebiyle olmamaktadır. Aynen tasarrufa mahal olan diğer nimetlerle
in'am ve ihsanda bulunulduğunun belirtilmesi gibi. Çünkü kullar meşru ya da
gayrı meşru tasarruf ta bulunabilmektedirler. Diğer nimetlerde olduğu gibi,
hiçbir zaman gayrı meşru tasarruf şekli, bizden beklenilen minnete esas olmak
üzere zikredilmiş değildir. Aksine Allah Teala mesela şöyle buyurmuştur:
"De ki: Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını
helal kıldığınızı görmüyor musunuz?
De ki: Size Allah mı
izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?"[Yunus 59] Bu
nokta iyi kavranmalıdır.
Üçüncü yöne gelince,
eğer onun emredilen bir şeye hadim olduğu farzedilecek olursa, bu takdirde o
birinci kısımdan olacaktır. Kişinin hammı ile oynaşması, at talimi vb. yollarla
eğlenmesi gibi. Ancak bunların emredilmiş olan şeylere hadim olmaları birinci
kasıtla değil ikinci kasıtla olmaktadır. Zira bu tür oyunlarla oynadığı o anda,
külolarak yapılması matlup bulunan bir amelle kendisini gaflet ve tenbellikten
uyaracak bir başka amel işlemesi mümkündü; zevce ile oynaşmak gibi. Bunun için
herşeyi terketmek suretiyle istirahate çekilmesi de yeterlidir. Uyumak ve başka
yollarla dinlenmek sonucunda, her zaman için çalışma yorgunluğu ortadan
kalkmayabilir. Bütün bunlar (yani uyku vb. şeyler) mübahtır. Çünkü birinci
kasıt ile matlup olan şeye hadim bulunmaktadır. Oyun ve eğlence yoİu ile
dinlenme ise, böyle değildir. Eğer kişi bu oyunlardan devamlılık olmamak kaydı
ile oynar ve eğlenirse, o zaman işlenmesi matlup şeye hadim olan birşeyi içeren
bir iş yapmış olur. Onun hadimliği ise birinci kasıtla değil, ikinci
kasıtladır. Dolayısıyla birinci kısımdan ayrılmış olur. Zira birinci kısımdan
olanda ibtidaen hadim olan şey yapılmış iken, bu kısımda terki matlup olan şeye
hadim olan işlenmiştir. Şu kadar var ki, devamlılık olmadığı takdirde oyun,
işlenmesi matlup olan şeye hizmet manası da içermektedir. Düşünen kimse için bu
açıktır.
FASIL:
İTİRAZ: Burada şöyle
denilebilir: Bu bahis, fikhi bir faydası olmayan lüzumsuz bir tetkiktir. Çünkü her
iki kısım da, asil konumunun gereğinin zıddını içermektedir. Bu durumda
yapılması gereken şey, mübahın kullanılması ya da terki konusunda durum ne
gerektiriyorsa o şekilde amel etmektir. Bunun ötesinde kalan şeylerin göründüğü
kadarı ile hiçbir faydası yoktur. Yapılan sadece mevhum bir duruma zihnin
takılması ve yorumlara gidilmesidir. Böyle birşey ise ciddi ilim adamlarına
yakışmaz.
CEVAP: Bilakis bu konu
üzerine hem fıkhi durumlar hem de ameli esaslar terettüp eder:
1. Bunlardan birincisi şudur: Bu konu, fesadı
gerektiren arızi durumların ortaya çıkması halinde, mubahlardan vazgeçilmesi
istenilecek olanla, böyle bir durumda fesadı gerektiren arızi engellere rağmen
terki istenmeyecek olan kısımlar arasını ayırmamıza imkan verir. Şöyle ki: Alış
veriş, birlikte yaşama, birlikte ikamet etme ... gibi asılolmak üzere meşru
kılınan esasları ele alalım: Yeryüzünü fesat kaplasa ve her tarafta münker olan
şeyler yayılsa, öyle ki mükellef, ihtiyaçlarını giderme si ve lüzumlu
tasarruflarda bulunması halinde genelde bu tür münkerat ile karşılaşmak ve
onlara bulaşmaktan kurtulamasa; zahir, bu durumda onun böyle bir sonuca
götürecek herşeyi bırakmasını gerektirecektir. Fakat hakikat öyle değildir;
onun mutlaka ihtiyaçlarını - işlenmesi ister cüz, ister külolarak matlup
bulunsun- gidermesini gerekli kılar. Giderilmesi gerekli kılınan bu ihtiyaçlar
ya asli üzere matluptur ya da, asli olarak matlup olana hadim durumdadır.
Çünkü, eğer bu durumda mükellefin ihtiyaçlarından el çekmesi istenecek olursa
bu sıkıntı ve zorluğa (harec) ya da takat üstü yükümlülüğe götürür. Bunlar ise
bu ümmetten kaldırılmış olan zor ya
da imkansız
yükümlülüklerdir. İnsan için bu tür ihtiyaçların giderilmesi kaçınılmazdır.
Ancak elinden geldiği kadar karşılaşacağı bu münker şeylerden kaçınmaya
çalışır; güç yetiremediklerinden de affolunur (ma'fuvvun anh). Zira bunlar
(yani karşılaşılan münkerat), asıl hükmüyle değil tabilik hükmüyle ortaya
çıkmaktadır. İmam Gazzali, İhya adlı kitabının helal ve haram bahsinde konuyu
bundan daha hususi bir biçimde ele almış ve orada açmıştır. Bu genel bir kaide
olarak alındığı zaman süreklilik ve bidüziyelik gösterecektir.
İbnu'l-Arabi, hamama
girmenin caiz olduğunu belirttikten sonra şöyle der: "Eğer denirse ki:
Hamam çoğu kez münkeratın görüldüğü bir yerdir; dolayısıyla oraya girmenin
hükmünün haram olması, mekruh olmasından daha isabetli gözükmektedir. Bu
durumda caiz olması da nerede kaldı? Biz de deriz ki: Hamam tedavi olunan,
temizlik yapılan bir yerdir. Bir nehir mesabesindedir. Nehirde de avret
yerlerinin açılması ve münker şeylerin yapılması gibi şer'an hoş kabul
edilmeyen durumlar galip halde bulunabilir. Bununla birlikte insan, ihtiyaç
duyduğu zaman ona girer ve mümkün mertebe gözünü ve kulağını esirgemeye
çalışır. Münker olan şeyler bugün mescidlerdedir; ülkeyi kaplamıştır. Hamam da
genelolarak ülke, özelolarak da nehir gibidir" Onun sözü böyle. Bu sözün,
konumuza delaleti açıktır.
Asıl itibarıyla meşru
olan her konuda değerlendirme bu şekilde olacaktır. Bu ortaya çıkan arızi
durumdan sakınma hali, sıkıntıya maruz bırakacaksa böyledir. Ama böylebir
sonuca götürmeyecekse ve farzedilen durum ile nehyin bulunduğu konuda bir çıkış
noktası bulunuyarsa -sedd-i zerai'de olduğu gibi- o zaman mesele üzerinde
düşünmek gerekecektir. Bu halde iki taraf birbirini tartmış olacaktır; kim
arızi olan yönü dikkate alacak olursa, fesada giden yolu kapatacaktır; üstü
örtülü riba satışları (büyuu'l-acal) ve benzeri hiyel yollarında olduğu gibi.
Kim de aslı dikkate alacak olursa, o da yasak olan şeyaçıkça ortaya çıkmadığı sürece
men yoluna gitmeyecektir.
Meseleye, aynı zamanda
asılolan ile galip halde bulunanın çatışması (tearuzu) durumu da
dahilolmaktadır. çünkü asla itibarın önemli bir yeri vardır. Diğer hususları
dikkate almak ise, yardımlaşma kabilinden tamamlayıcı unsur mahiyetindedir. Bu
konu da açıktır.
Ama mübah, külolarak
terki matlup olan türden ise, durum bunun aksinedir. Hiçbir kimse için musiki
dinleme, -mübah olduğunu kabul etsek bile-eğer bu sırada yasak olan şeyler
ortaya çıkıyorsa veya yolunda varsa caiz olmaz. Çünkü musiki dinlemek,
haddizatında işlenmesi matlup olan şey değildir. İşlenmesi istenilen birşeye
hadim durumda da değildir.
Bu durumda, hal böyle
iken mükellefin musikiden nasibini alması mümkün olamaz ve onu tümden
terketmesi gerekir. Oyun vb. diğer şeylerde de durum aynıdır. Hükümler
kitabının Ruhsatlar faslında bu konu için yeterince açıklama yapılmıştı. Dünya
hayatının cazibesi ve fitneleri karşısında gelen haberlerden kiminin onlara
karşı uyarıcı ve onlardan kaçınmayı teşvik edici ifadeler içermesi, diğer bir
kısmının ise bu tür ifadeler içermemesi arasını bulma (telif) da işte bu
noktanın dikkate alınması yo-
luyla olacaktır.
İTİRAZ: Selef,
mefsedetlere götüren şeylerden -her ne kadar aslı kül olarak matlup olsa ya da
matlup olana hadim bulunsa da- uzak durulması konusunda uyarmışlardır. Onlar bu
yüzden cemaati, cenaze merasimlerine katılmayı vb. şer'an matlup bulunan birçok
şeyleri terketmişlerdir. Birçokları evliliğin terki ve çar çocuk sahibi olmama
konusunda ruhsat vermiştir; çünkü bu gibi şeylere pek çok münkerat girmişti.
İmam Malik'ten zikredildiğine göre o cumaları, cemaatleri, ilini öğretmeyi,
cenazelere katılmayı vb. ancak insanlar arasına katılmak suretiyle yapılabilen
ve matlup olan şeyleri terketmiştir. Diğerleri de böyle. Onlar büyük alimler,
fakihler ve veli kullardı; hayır işlemek, sevap elde etmek konusunda son derece
hırslı kimselerdi. Bütün bunlar hakkında şeriatta delil de vardır: Mesela Hz.
Peygamber [s.a.v.] şöyle buyurur: "Çok sürmez müslümanın en hayırlı malı koyun
olur; vadilerde, yağmur düşen yerlerde onu yayar. Dinini kurtarmak için
fitnelerden kaçar" Benzer daha başka uzleti teşvik eden hadisler vardır.
Böyle bir hayat, kül ya da cüz olarak yapılması mendup ya da vacip olmak üzere
matlup olan, bir başkasına hadim bulunan ya da bizatihi maksud olan pek çok
şeyin terki neticesini içerir. Vacip için durum böyle olursa mübahın durumu ne
olur?
CEVAP: Bu itiraz iki
yönden yerinde değildir:
a) Biz, zarılrı ve diğer
ihtiyaçların giderilmesi konusunda insanlarla birlikte olmanın caizliğini
söylemiş olduk. Bir kimse iki caizden biri doğrultusunda hareket ederse, bunda
herhangi bir sakınca olmaz.
Cüz olarak matlup olan
bize karşı ileri sürülemez. Çünkü biz bu meselede o konuya girmek durumunda
değiliz.
b) Hakkında uyan bulunan
ve selefın yapmış oldukları şeyler, terkettikleri konularda onların kendi
ictihadları sonunda gördükleri daha güçlü bir muarız sebebiyledir. Mesela
fıtnelerden kaçmak gibi. Çünkü fıtne zamanlarında bunlara karışmak, zarılrı
olan esasların bir çoğunu zedeleyecek sonuçlara sebep olabilmektedir; haksız
yere müslümanlar arasında kan dökülmesi gibi. Yahut da insanlarla beraber olma
durumunda elde edecekleri faydalarla, kaybedecekleri değerler ve uğrayacakları
zararlar arasında bir tercih yapmaları sonucunda olmuştur. Veyahut da aşırı
takva sahibi kimseler kendilerine başkaları için ağır gelebilecek meşakkatler
yüklerler. Meşakkatler ise, izafı olup kişiden kişiye değişir. Nitekim Hükümler
bahsinde geçmişti. Dolayısıyla bütün bunlar bizim ortaya koyduğumuz hususu
zedeleyecek mahiyette değildir.
FASIL:
2. İkinci fayda, mübahlardan niyet ile taate
dönüşenler ile dönüşmeyenler arasındaki ayırımın yapılmasıdır. Şöyle ki;
Mubahlardan emrolunmuş birşeye hadim olanın niyet ile taat şekline dönüşmesi mümkündür.
Çünkü yemek, içmek, cinsi ilişkide bulunmak ve benzeri şeyler, zarılrl olan bir
esasın gerçekleştirilmesi için sebep olmaktadırlar. Bu durumda alınan şeyin
lezzet ve kalitenin en üst mertebesinde olup olmaması arasında fark yoktur. Bu
ikisi arasında, onların mutlak haz sebebiyle ya da şer;ı hitap açısından
alınmış olmaları dışında dikkate alınacak bir fark yoktur. Eğer haz cihetinden
alınırlarsa, o bizzat mübah olmuş olur. Şer'ı izin açısından almaları durumunda
ise, o külolarak matlup demektir. Çünkü şer'i kasıtta matlüp olana hadim unsur
vardır ve onun talebi birinci kasıtla olmaktadır. Bu taksim Hükümler bölümünde
açıklanmıştı.
Bu sabit olunca,
işlenmesi matlup olan birşeye hadim durumda olan mübahın niyet ile taate
dönüşmesi sahih olacaktır. Zira aralarında fark olarak sadece haz ya da izin
açısından alma kastı bulunmaktadır. Terki matluba hadim olan mübaha gelince,
bunlar külolarak ele alındığında terki istenilir olduklarından onun
işlenmesinin matlup şekle dönüşmesi sahih olmaz. Çünkü mübah, matlup hale ancak
izin açısından ele alınması halinde dönüşür. Halbuki meselemizde birinci
kasıtla iznin bulunmadığı kabullenilmişti. Geriye haz yönünden alınması
kalıyor. Bu takdirde de yapılan taat değildir; dolayısıyla kül halinde terki
matlup olan mübahların taat haline dönüşmesi sahih olmaz. Mesela oyun, temiz
yiyecek ve içeceklerin yenilmesi ve içilmesi gibi talep edilmiş olan şeylerin
hadimi durumunda değildir. Çünkü yeme ve içme gibi hususlar zarüriyyat ve
çerçevesi dahilinde bulunan cinse dahilolma özelliğindedir. Oyun ise böyle
değildir. Çünkü oyun, özellik bakımından zarüriyyatın zıddı olan şeylerin cinsi
içerisine dahil bulunmaktadır. Bu mübah olsa olsa, husüsi olarak "la be'se
bih" yani işlenmesi durumunda bir sakınca olmayan kısımdan olmaktadır;
yoksa hakiki anlamda mübah gibi mükellefin tercihine bırakılmış manasına
değildir. Bu konunun açıklaması daha önce geçmişti. İşte bu esasa müsteniden
mübah olan sema meselesi ortaya çıkmıştır. Çünkü bazıları, niyet ile onun taate
dönüşeceği görüşündedirler. Konu bu esasa vurulduğu zaman -Allah'ın izniyle-
hakikat ortaya çıkacaktır.
İTİRAZ: Biz, terki
istenilen şeye hadim olanın, birinci kasıtla terki matlup bulunduğunu
kabullensek bile, daha önce de geçtiği gibi o, ikinci kasıtla işlenmesi matlup
hale dönüşebilmektedir. Oyun, musiki ve benzeri şeylerle vazifelerin yapılması
ve taatlerin ifa edilmesi için zindeleşme amaçlanmışsa, bu açıdan onlar taat
halini almış olurlar. Bu durumda nasılolur da, bu gibi mübahlar niyet ile taate
dönüşmez denilebilir?!
CEVAP: Taata karşı
zindelik yönünün dikkate alınması, o şeyin oyun ya da musiki olması açısından
olmamakta, bilakis onun içermiş olduğu şeyaçısından olmaktadır ve bu birinci
kasıtla değildir. Çünkü mutlak istirahat açısından o, mesela uyku, sırt üstü uzanma,
zevce ile oynaşma ile aynıdır. Hal böyle iken oyunu ya da musikiyi tercih etmiş
olması, istirahat eden kişinin tercihini kullanmasının sonucu olmaktadır. Kişi
bunları kendi ihtiyarı ile seçince, hazzı peşinde koşmuş olur; talep de yoktur.
Talep yönünden almış olsa desek, daha önce de geçtiği gibi bu kısım hakkında
talep bulunmamaktadır. Eğer onların içermiş olduğu şeyler, (Şari'in nazarında
matlup olacak biçimde) ikinci kasıt ile dikkate alınmış olsaydı, o zaman
kişinin o şeyi çokça ve devamlı surette yapmış olması kendisine zarar vermezdi
ve o şey külolarak ele alındığı zaman yasak edilmiş olmazdı. Çünkü o, işlenmesi
matlup olan şeye hadi m olmuş olurdu ve bunun sonucunda da külolarak işlenmesi
matlup olan kısımdan bulunurdu. Halbuki biz onun bunun aksine olduğunu ortaya
koymuştuk. Böyle bir sonuç tutarsızlıktır. Bu, ancak nefsin taate karşı
uyandırılması ve zindeleştirilmesi için mekruh birşeyin işlenmesine
benzemektedir. Nasıl ki mekruh, böyle bir kasıt ile taate dönüşmezse, o manada
olan ve onun benzeri bulunan birşey de niyet ile taate dönüşmez.
FASIL:
3. Üçüncü fayda, Hz. Peygamberin [s.a.v.],
sonucunun kötü olacağını bilmesine rağmen, bazı insanlar için kendilerine çok
mal verilmesi için dua etmesinin izahı olacaktır. Mesela Sa'lebe b. Hatıb'a
"Şükrünü eda eylediğin az mal, şükrünü eda edemediği n çok maldan
hayırlıdır" dedikten sonra, kendisine çok mal vermesi için Allah'a dua
etmiştir. Şimdi bu durum karşısında bazıları: "Eğer Hz. Peygamber [s.a.v.]
çok malın ona zarar vereceğini bilseydi, ona böyle dua etmezdi"
demektedirler. İşte bu müşkilatın cevabı, sözünü ettiğimiz bu bahisten çıkacak
ve şöyle denilecektir: Hz. Peygamber'in [s.a.v.] ona duası, mal kazanma
konusunda esas bulunan mübahlık ya da ilgili talebin aslına yönelik olmaktadır;
dolayısıyla Hz. Peygamber'in [s.a.v.] netice hakkındaki bilgisi ile bu duası
arasında herhangi bir çelişki bulunmamaktadır.
Bir diğer örnek: Mal
kazanmanın aslında meşru olmasına rağmen, Hz. Peygamber [s.a.v.] tarafından
onun fitnesinden sakınma gereği vurgulanmıştır. Mesela o şöyle buyurur:
"Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, Allah'ın size yerin bereketini
açmasıdır" Dediler ki: 'Terin bereketi nedir?" "Dünyanın
yüzünüze gülmesi (zehratu't-dünya)" buyurdu. Kendisine: "Hiç hayır,
şer getirir mi?" diye sorduklarında da: "Hayır, hayırdan başkasını
getirmez. Şüphesiz ki bu mal revnaklıdır, tatlıdır ... " buyurdu. Hakim b.
Hizam da şöyle anlatır: Rasulullah'tan [s.a.v.] istedim, bana verdi, sonra yine
istedim, yine verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra yine istedim, yine
verdi, sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu mal revnaklıdır, tatlıdır ...
" Yine Hz. Peygamber [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: "Dünyada (malı) çok
olanlar, kıyamet gününde (sevabı) az olanlardır (ancak şöyle şöyle yapanlar
hariç)" Buna benzer daha başka dünya malından sakındıran hadisler gibi.
Buna rağmen fitnelere neden olan kazanma yasaklanmamış, keza ihtiyaç
miktarından fazla olan kısmı da yasaklanmamıştır. Çünkü mal konusunda asılolan
onun şer'an istenilir olduğudur. Kazanma şekli, matlup olan bu amaca hadim
bulunmaktadır. O yüzden mal kazanma,
kişi ister varlıklı
olsun ister yoksul, şartlarına riayet edilmesi durumunda esasta helal
olmaktadır. İsraf ile ilgili yasaklar da onu asıl helalliğinden
çıkarmamaktadır. Çünkü talep asli, nehiy ise tabidir. Dolayısıyla aralarında
çelişki yoktur. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber [s.a.v.], ashabının dünyevi
ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalışmalarına müsade etmiştir.
Bu sonucun bu kaideden
ortaya çıkması açıktır.
Kaide üzerine bina
edilen faydalar çoktur.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: