EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AVARİZU’L-EDİLLE /
ÜÇÜNCÜ FASIL: EMİR VE NEHİY /
ON DÖRDÜNCÜ MESELE:
Birinci kasıt üzere
birşeyi emretmek, tevabi'i emretmek değildir.
Tevabi', eğer emredilen
birşey ise ayrıca yeni bir emre ihtiyaç duyar.
Bunun delili, daha önce
geçtiği üzere, mutlak emirden mukayyed emrin lazım gelmediğidir. Burada tevabi'
asılların (metbu) belli bir şekil üzere edası anlammadır. Emir ise mutlak
olarak taalluk etmiş olup mukayyed değildir. Dolayısıyla mutlak lafızların gereği
ne ise onun yerine getirilmesi yeterlidir. Bu durunda asılların illa da belli
hir şekil ya da belli bir sıfat üzere gerçekleştirilmesi gerekmez. (Böyle bir
tekellüfiçin, sair şekiller ve sıfatlar içerisinde) belli bir şekil ya da
sıfatın belirlenmesi gerekir. Lafız ise hususı olarak böyle birşeyi ortaya
koymamaktadır. Bu durumda hususı olarak belli bir şekil ya da sıfatın tahsisi
için yeni bir delile ihtiyaç vardır. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.
Bunun üzerine şu sonuç
doğar: Mükellef, mutlak olarak gelen emirlerin gereklerini yerine getirirken,
onları illa da belli bir şekil üzere ifa etmeyi iltizam etmesi için delile
ihtiyaç duyar. Mesela biz mükellefin bir ibadetin -belli bir şekil üzere diye
kayıtlama yapılmaksızın- edası ile memur olduğunu düşünelim. Böyle bir durumda
meşru kılınan şey, belli bir şekil ya da sıfat üzere diye kayıtlanamaz. Aksine
mutlak emir sigasının altına girecek şekilde ifası yeterlidir. Mesela azad ile
emrolunan kimse, mutlak surette azad ile emrolunmuş olur ve azad edilecek
kölenin mesela kadın değil de erkek olması, beyaz değil de siyah olması, usta
değil de katip olması vb. gibi herhangi bir kayıtla takyidine gidilmez. Buna
rağmen mükellef, azad konusunda illa da şöyle olacak diye bu saydıklarımızdan
belli bir nev'i iltizam edecek olursa, bu iltizamının sahih olabilmesi için
delile ihtiyacı vardır. Aksi takdirde onun bu iltizamı gayrı meşru ola. caktır.
Aynı şekilde mükellef, mesela öğle namazında başkasını değil de illa şu sureyi
okuyacak diye iltizamda bulunsa, veya dere suyundan değil de illa kuyu suyundan
abdest alacak diye, ya da benzeri asıllar hakkındaki emrin tevabi'i (yani ifa
şekillerinden biri) durumunda olan daha başka bir tekellüfe girse, bunun şer'an
bir anlamı olabilmesi için mutlaka delile ihtiyaç vardır. Aksi takdirde
şeriatta bunlar sahih olmaz, öbür taraftan bu gibi tekellüfler, aslı ortadan
kaldırma gibi bir sonuca da götürebilecek özelliktedir.
Şöyle ki: Emir,
emredilen asıla mutlak bir ifade ile taalluk ettiği, o aslın illa da tabi
durumunda olan belli bir şekil ya da sıfat üzere yapılmasını gerektiren başka
bir emir de bulunmadığı zaman, biz Şari'in kasdından, meşru kılınanın mutlak
(kayıtsız) bir amel olduğunu ve lafzın delalet ettiği hususun (emredilen şeyin)
illa da belli bir şekil ya da sıfat ile kayıtlı olmadığını anlamı Ş oluruz. Hal
böyle iken, onu belli bir şekil ya da sıfatla tahsis eden kimse, o emri mutlak
hali üzere gerçekleştirmiş olmaz. Dolayısıyla tekellüfe girdiği kayıtlama için
delile ihtiyaç duyar, ya da bu haliyle Şari'in maksadına muhalefet etmiş olur.
İmam Malik'e mescidde
kıraatte bulunmanın hükmü sorulur. O şöyle cevap verir: "Eskiden böyle
birşey yoktu. O sonradan ihdas edilmiştir" Sonra şöyle devam eder:
"Kur'an okumak güzel birşeydir. (Ancak şu unutulmamalıdır ki) bu ümmetin sonra
gelenleri, önde gelenlerinin yapageldiklerinden daha isabetli hiçbir şeyortaya
koyamayacaklardır" O yine şöyle der: "Bugünün insanları, acaba
kendilerini önceki nesillerden hayra daha çok rağbetli mi görmektedirler
ki?!"
İbn Rüşd de şöyle der:
"Her sabah namazının sonunda Kurtuba camiinde yapıldığı üzere, sanki
sünnetmiş gibi namazlardan sonra ya da belli bir şekil üzere Kur'an okumayı
adet edinmek bid'attır. Ama böyle olmaksızın mescidlerde Kur'an okumakta bir
beis yoktur ve mekruh olacak bir tarafı olmaz. İmam Malik'in işaret etmiş
olduğu şey, bir başka yerde açıkça söylediği olmalıdır. Çünkü o, mesela
İskenderiyelilerin yaptığı gibi toplantı yapıp belli bir süreyi (hep bir
ağızdan koro halinde) okuyan bir topluluk hakkında yaptıklarının mekruh olduğunu
söylemiş ve bu yaptıklarının sahabenin yapageldikleri amele uymadığını
belirterek tepki göstermiştir.
İmam Malik'e yine Arafa
günü insanların mescidde ikindi namazından sonra oturup dua etmelerinin hükmü
sorulur. O bunu da mekruh görür. Ona: "Bir insan yerinde otururken
diğerleri etrafına toplanıp çoğalıyorlar. Böyle bir halde ne yapmalı?"
diye sorduklarında o: "Oradan ayrılır. Böyle bir durumda o kimsenin evinde
oturması daha hayırlı olur" der. İbn Rüşd şöyle diyor. İmam bunu, haddizatında
duanın güzel birşeyolmasına ve en efdalinin de Arafa gününde yapılanı olmasına
rağmen mekruh görmüştür. Çünkü bunun için toplanmak bid'attir. Hz.
Peygamber'den [s.a.v.] şöyle buyurduğu rivayet edilir: "En güzel hidayet
(din) Muhammed'in tebliğ ettiği hid'ayettir. İşlerin en şerlisi sonradan ihdas
olunanlardır. Her bidat sapıklıktır'' İmam Malik, bir kimsenin sadece secde
ayetlerini okuyarak secde etmesini mekruh görmüştür. Müdevvene'de bir kimsenin
oturup dinleyenlere - öğrenme kasdı olmaksızın- secde ayetlerini okumasını
mekruh görmüş, bunları mescidde okuyup etrafına toplanılan birisine tepki
göstermiş ve oradan uzaklaşılmasını söylemiştir. Yine Müdevvene'de:
"Bir kimse,
mescidde oturup orada secde ayetini okuyacağını bildiği biri ile beraber
oturmaz, oradan kalkar" demiştir.
İbnu'l-Kasım şöyle der:
İmam Malik'i işittim; şöyle diyordu: "Namazda, ayaklar hiç oynamayacak
şekildedurmayı (itimad) ilk kez ihdas eden kimse ünlü sanlı biridir. Ancak ben
onun adını vermek istemiyorum" İmam onun hakkında övgüde bulunmaz dı. İbn
Rüşd şöyle der: İmam Malik'e göre bir insanın namazda iken ayaklarını oynatarak
rahatlaması caizdir. Onun mekruh gördüğü şeyayakların birbirine iyice
bitiştirmesi ve bunun sonucunda her iki ayağının üzerine ağırlığını
vermemesidir. Bu şekilde hareket (yani itimad) namazın erkanından değildir.
Zira bu ne Hz. Peygamber'den [s.a.v.], ne ashabtan ne de selef-i salihten
gelmemiştir. Dolayısıyla bu sonradan ihdas edilmiş bid'atlerden
olmaktadır.
İmam Malik'ten benzeri
şeyler, dua için ayakta durmak, hatim duası yapmak, namazdan çıktıktan sonra
dua için toplanmak, namaz için çağırıyı yenilemek (tesuib), hayvan boğazlarken
çekilmesi gereken besmeleye ilavede bulunmak, tavaf sırasında devamlı okumak,
birşeye hayret sırasında salavat getirmek ... ve benzeri insanlar arasında
yaygın bulunan birçok konu hakkında da gelmiştir. Bu gibi konularda emir mutlak
olarak gelmiş, daha sonra insanlar bir delile dayanmaksızın bazı kayıtlar
getirerek tekellüfe girmişlerdir. Sonradan ihdas edilen bid'atların çoğu böyle
çıkmıştır.
Hadiste şöyle buyurulur:
"Sakın sizden biri, namazında şeytana bir payayırmasın! Kişi, namaz
(kıldığı yerden) ancak sağ taraftan ayrılması gerektiğine inanır''
İbn Ömer ve diğerlerinden
namazda iken sağa sola bakmanın (iltifat) hükmü sorulmuş, o şöyle cevap
vermiştir: "Şöyle şöyle bakarız ve insanla- . rın yaptıklarını
yaparız" Bu haliyle sanki o, sağa sola bakmamayı tekellüf saymış ve riayet
edilmesi için hakkında bir delil bulunmadığını düşünmüştür.
Hz. Ömer (Amr b.
el-As'a) şöyle demiştir: "Hayret! Ey Asi oğlu! Haydi sen elbiseler buldun;
peki herkes bulabiliyor mu? Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur.
Bilakis gördüğümü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)"
O bunu devamlı olarak yapılmayan birşey hakkında söylemiştir. Ya bir de devamlı
olarak tekeffül edilen şey hakkında ne demeli?
Bu konuda hadis ve
haberler çoktur ve hepsi de mutlak olarak gelen emirlerin gereği konusunda,
belirli şekil ve niteliklerin iltizam edilmesi için mutlaka delile ihtiyaç
bulunduğunu göstermektedir. Aksi takdirde ileri sürülen, şer'i bir dayanaktan
yoksun kafadan atma bir söz olur ve değeri olmaz. Elde edilen bu fayda, bu
mesele ile birlikte mutlak emir mukayyede hamledilmez meselesinin birlikte
değerlendirilmesinin sonucu olmaktadır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: