EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AVARİZU’L-EDİLLE /
ÜÇÜNCÜ FASIL: EMİR VE NEHİY /
SEKİZİNCİ MESELE:
Emir ve nehiy birbirleri
ile telazum (birinin varlığından öbürünün de lazım gelmesi) halinde bulunan iki
şey hakkında gelecek olsa ve birbirinden ayrı ayrı ele alınması halinde
bunlardan biri emredilmiş, diğeri de yasaklanmış olsa ve bunlardan biri
diğerine varlıkta ve yoklukta tabi durumunda olsa, bu durumda itibara alınacak
olan metbu (kendisine tabi olunan) ciheti olacaktır. Tabi cihetine yönelik olan
ise şer'an ilga edilmiş ve itibardan düşmüş olacaktır. Delilleri:
1. Bir önceki meselede arzedilen hususlar. Her
ne kadar orada arzedilen emir ve nehiyler sarih değil ve burada sözü edilenler
sarih ise de, tabiyet hükmü sabit olunca bunlar arasında fark kalmamaktadır.
Bundan dolayıdır ki, cuma vaktinde yapılan alış verişin batıl olduğunu
söyleyenler bu görüşlerini, nehyin tabi olduğu esası üzerine bina etmemişler,
bunların hükmünü sadece onun maksud olduğu esasından çıkarmışlardır diyoruz.
2. Emir ve nehyin birbirleri ile telazum halinde
bulunan iki şey üzerine varid olması halinde mutlaka şu ihtimallarden biri
bulunacaktır:
a) Ya her ikisi de onlar
üzerine beraber gelmiş olacaktır. (Öyle ki bu iki talepten herbiri kendi
mahallinde yerini bulacak ve bunlardan biri emredilmiş, diğeri de nehyedilmiş
olacaktır.)
b) Ya her ikisi de
gelmemiş olacaktır.
c) Ya da biri gelmiş
diğeri gelmemiş olacaktır.
Birinci ihtimal sahih
değildir; zira biz meseleyi birbiri ile tel az um halinde bulunan iki şey
hakkında ortaya koymuş idik. Dolayısıyla emir ve nehiy bir arada bulunacağı
için kişinin, her ikisine de birlikte yapışarak istenileni yerine getirmesi
mümkün olmayacaktır. Emre uyarak amel cihetine yapışması halinde, yine aynı
şeyden yasaklayan nehiy ile karşılaşmış olacaktır. Nehye uyarak terketmesi
halinde de onu yapmasını isteyen emirle karşı karşıya gelecektir. Bu durumda
-ister işlesin ister terket- . sin- mükellef üzerinde emir ve nehyin (aynı
konuda ve aynı anda) bir araya gelmesi sonucu gerekecektir. Bu ise takat üstü
yükümlülük (teklifu ma la yutak) olmaktadır ve böyle bir yükümlülük vaki
değildir.
Dolayısıyla böyle bir
sonuca götürecek şey sahih olamaz.
İkinci ihtimal de
aynıdır. Çünkü bilfarz ortaya konan mesele her iki talebin de yönelmiş
olmasıdır ve onların beraberce ortadan kalkması mümkün değildir.
Geriye sadece üçüncü
ihtimal kalmaktadır. O da birinin yönelmesi İkincisinin ise yönelmemesi hali.
Biz bunlardan birinin metbu -ki asli olarak maksud olan oluyor-, diğerinin de
tabi -bu da ikinci derecede maksud olan oluyor- olduğunu varsaymıştık. Bu
durumda tabiye değil de metbuya taalluk eden emir ya da nehyin esas alınması
taayyün etmiş olacaktır. Bunun aksi doğru olamaz; çünkü akli esaslara ters düşer.
3. Şeriatın istikraya tabi tutulması. Mesela hem
menfaatleri hem de ürünleri ile birlikte kök ve gövdeler üzerine akit
yapılması, menfaat ve gelirleri ile birlikte rakabe üzerine akit yapılması
gibi. Bunlardan her biri haddizatında amaçlanan şeylerdir. İnsan rakabelere
malik olabilir ve onların menfaatleri bu rakabe mülkiyetinin arkasından gelir.
Keza insan bizzat bu menfaatlere de malik olabilir ve bu durumda bu menfaatleri
kullanabilme si için menfaate tabi olarak rakabelerin de onun emrine verilmesi
gerekir ve bunlardan herbirine yani hem rakabelere hem de menfaatlere müstakil
olarak yönelik kasıd bulundurulabilir. Bu gibi yerlerde ihtilafsız olarak
tabilik yönünü belirleyecek yollar vardır. Şöyle ki: Ev, saban, bahçe, köle,
hayvan, elbise ve benzeri şeylerin satın alınması konusunda akit yapmak
ihtilafsız caizdir. Bunlar rakabe üzerine yapılmış akitler olup, ona tabi
menfaatler üzerine yapılmış akitler değildir. Çünkü menfaatler nadir olarak
bulunurlar ve çoğu kez de akit anında mevcut olmazlar. Bulunmayınca da üzerine
akit yapmak ımkansız olur. Çünkü her yönden ve her açıdan bilinmezlikleri
vardır; ne miktarları, ne nitelikleri, ne müddetleri, ne de başka hususları
bilinemez. Hatta onların temelden bulunup bulunmayacakları dahi bilinemez. Bu
durumda müstakil olarak ele alınmaları halinde yalnız başına onlar üzerine akit
yapmak sahih olmaz. Çünkü bilinmeyen şeylerin satışı, garar satışı
yasaklanmıştır. Dahası istifade için cinselorgan (sahipleri) üzerine akit
yapılması caiz olmaktadır; ama akit sadece bunların menfaati üzerine yapılması
halinde eğer bu cinsı ilişki şeklinde alacaksa mutlak surette batıl olacaktır.
Cinsı ilişki dışındaki menfaatler üzerine yapılacak akit de, onları
bilinmezlikten çıkaran bir ölçü olmadıkça aynı şekilde imkansız olacaktır:
Hizmet, sanat ve benzeri tek başına rak ab e menfaati üzerine yapılan akitlerde
olduğu gibi. Aksi durumda da vaziyet aynıdır. Mesela hür insanın menfaatleri
gibi. Bilinmezliği ortadan kaldırıcı ölçünün bulunması halinde genel anlamda
icare yoluyla onun menfaatleri üzerine akit yapmak ittifakla caizdir. Yine
ittifakla onun rakabesi üzerine akit yapmak caiz değildir; bununla birlikte
onun menfaatleri üzerine yapılan akit onun rakabesi üzerine de akdin yapılmış
olması sonucunu beraberinde getirir. Zira hür, akit sebebiyle ifaya mecbur
olduğu hizmeti teslim için sözleşme süresince rakabe itibarıyla da kısıtlılık
altındadır. Bu da rakabenin de akde konu olduğunun bir sonucu olmaktadır; ancak
onun akde konu olması birinci değil ikinci kasıtla olmaktadır. Bu mana,
hakkında delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bulunmaktadır. Genelolarak bu
bize, metbuları ile birlikte bulunan tabilere -tabi olmaları açısından- emir ya
da nehyin taalluk etmeyeceği hakkında bir fikir vermektedir. Bunlara emir ve
nehyin taalluk etmesi ancak başlangıç itibarı ile kendilerine yönelik bir kasıt
bulundurulması halinde söz konusu olmaktadır. O takdirde de bunlar artık
tabilikten çıkmış, metbu haline gelmiş olacaklardır.
İTİRAZ: Bu bazı
yönlerden dolayı müşkil gözükmektedir:
1. Alimler, rakabeler hatta daha genel bir ifade
ile eşya üzerinde Allah'tan başka kimsenin malikiyeti olamayacağını ifade
etmişlerdir. Şer'an mülk edinmeden maksat, eşyanın menfaatlerine sahip
olmaktır. Çünkü eşyadan kulların istifadesine dönen şey, sadece onların
menfaatleridir ve bizzat onların zatları değildir. Mesela toprağın, evin,
elbisenin ya da paranın bizzat kendilerinin -birer zat olmaları açısından-
insana ne bir faydaları ne de bir zararları vardır. Onlardan gözetilen maksad
mesela toprağın ekip biçilmesi, evin içerisinde oturulması, elbisenin
giyilmesi, paranın kendisiyle istifadesi dokunacak birşeyin satan alınması
şeklinde kullanılması suretiyle ancak gerçekleşecektir. Bu belirttikleri gibi
çok açık bir husustur. Durum böyle olunca, yapılan akit herşeyden önce menfaat
üzerine yapılmış olmaz mı? Çünkü rakabeler mülkiyet altına girmez. Dolayısıyla
ortada ne tabi kalır ne de metbu. Geçen örneklerde ve benzeri diğer konularda
tabi ya da metbuun varlığı tasavvur edilemeyeceğine göre o zaman (meselenin üzerine
kurulmuş olduğu esas) tümden yıkılmış olur ve meselenin ortaya konması için
zikredilen bütün örnekler, ispatı çalışılan esasa misalolmaktan çıkar. O zaman
herşeyden önce böyle birşeyin şeriatta varlığını ispat etmek, sonra da ikinci
olarak onu delillendirmeye çalışmak gerekir.
2. Haydi diyelim ki akit konusu olan zatlar
olsun; bu durumda da ilk planda maksud olan yine menfaatler olacaktır. Çünkü az
önce de belirtildiği gibi -birer zat olması açışından- zatların ne bir faydaları
ne de bir zararları bulunmaktadır. Dolayısıyla birinci maksat onların
menfaatlerine yönelik olacaktır. Menfaatler yalnız başlarına elde edilemeyip,
onlara ulaşabilmek için zatların elde edilmesine ihtiyaç bulununca akıl
sahipleri onları elde etmek için koşuşturmaya başlamışlardır. Dolayısıyla kasıt
açısından tabi durumda olan, zatlar; metbu durumda olan da, menfaatler
olacaktır. Bu durumda -birinci kasıtla elde edilenin esas alınacağı şeklinde
zikrettiğin kaidenin bir gereği olarak- menfaatlerle birlikte zatların yok
hükmünde olması gerekir. Bu sonuç ise batıldır. Zira hür bir insanın zatı
ittifakla menfaatlerine tabi değildir. Hatta herhangi bir konuda ne kira ne de
icare, akit konusu olan menfaate o şeyin zatını tabi kılmaz. Örneğin evin
kiralanması sadece onun menfaatini temlik eder ve bu menfaat kendisine evin
rakabe mülkiyetini tabi kılmaz. Aynı şekilde kiralanmış olan toprak, hayvan
veya başka bir metada da durum aynıdır. Dolayısıyla eğer sözünü ettiğin esas,
bu meseleler üzerine kurulmuş ise tamamen yıkılmış olur.
3. Bizzat Şari'in bunun aksine beyanda
bulunduğunu görmekteyiz. Çünkü Hz. Peygamber [s.a.v.] şöyle buyurmuştur:
"Kim aşılanmış hurma ağacı satarsa, onun meyvesi satıcıya aittir; ancak
müşterinin şart koşması hali müstesna"; "Kim bir köle satar ve
kölenin de malı bulunursa, malı efendisine aittir; ancak müşterinin şart
koşması hali müstesna" Bu iki hadis menfaatleri, bizzat akit sebebiyle
müşteriye ait kılmamıştır; halbuki size göre onlar diğer eşyaların menfaatleri
gibi asıllarına tabidirler. Aksine her iki hadiste de tabi durumda olan hurma
ve mallar satıcıya ait kılınmıştır. Bu da ancak, meyvenin hüküm bakımından
asıldan ayrı olması durumunda mümkün olur.
4. Akıl ve adet sahiplerince menfaatler
ihtilafsız maksud olan şeylerdir.
Eğer aslın da maksud
olduğu farzedilecek olursa, o zaman her ikisi de maksud bulunur. Bu yüzdendir
ki menfaatlerin çokluğuna göre fiyatta artış yapılır; menfaatlerin azlığına
göre de fiyattan düşülür. Bu sabit olduğuna göre, menfaatler nasılolur da ilga edilmiştir
denilebilir? Halbuki onun karşılığında fiyattan bir pay da bulunmakta ve o akit
yapılırken göz önünde bulundurulmaktadır; maksud olmaktadır. Bu durum,
menfaatlere yönelik kasdın aynı anda hem bulunmasını hem de bulunmaması
sonucunu gerektirir ki, bu muhaldir.
"Ona yönelik kasıt
adete mebnidir; kasdın olmaması ise şer'idir. Dolayısıyla araları ayrılır ve
tenakuzdan bahsedilemez" şeklinde bir izah da getirilemez. Çünkü Şari'in
ona karşı bir kasıt'bulundurmamış olması, örfen ve adeten böyle bir kasdın
bulunmaması esasına mebni olur. Zira teşride gözetilen genel prensiplerden biri
de, hükümlerin adetler doğrultusunda konulmuş olmasıdır. Keza bu perensiplerden
biri de maslahatların ve onlar hakkındaki mükelleflerin maksatlarının dikkate
alınmasıdır. Yani mahza ibadet olan yükümlülüklerin dışında kalan hükümleri
kastediyorum. Asılların maslahatları onların menfaatleri olduğuna, menfaatlar
da akıllı insanlarca örfen ve adeten maksud olduğuna göre, şeriatın hükmünün de
o doğrultuda olması lazım gelecektir. Oysa ki siz, şer'an menfaatlerin asıl ile
birlikte ele alındıklarında ilga edilmiş olacağını söylemektesiniz. Sizin
kaidenize göre o, aklı başında insanların adetlerinde de ilga edilmiş
olmalıdır; oysa ki aklı başında insanlarca onların maksud oldukları bilinmektedir:.
Dolayısıyla muhal olan bir çelişki söz konusudur.
CEVAP: Önce birinci
itiraz noktasını ele alalım: İtiraz sırasında ileri sürülen ulemaya ait kaide
doğrudur ve o bizim buradaki maksadımıza ters düşmemektedir. Şöyle ki: Fiiller
de aynı şekilde gerçek anlamda kula ait değildir. Ancak sıfat ve zatlarda
bulunan malikiyetin bir benzeri olarak onlara sahip olmaktadırlar. Bu durumda
nasıl ki fiiller insanlara nisbet ediliyorsa, aynı şekilde sıfat ve zatlar da
onlara nisbet edilebilmektedir ve aralarında bir fark da yoktur. Şu kadar var
ki fiillerden bir kısmı bizim kesbimiz olduğu halde, sıfat ve zatlarda bizim
müktesebimiz dahilinde olan birşey bulunmamaktadır. Fiillerden kesb olarak bize
nisbet edilenler ise, aslında bizzat menfaatler ya da zararlar veyahut da
bunlara götüren yollardan farklı birşeyolmayan müsebbepler için hazırlanmış
sebeplerden başka birşey değildir ve biz sebepler konusunda emir ya da nehiy
yoluyla işte bunlar cihetinden yükümlü tutulmuş bulunmaktayız.
Ama -müsebbeb olmaları
açısından- bizzat müsebbeblerin kendilerine gelince, onlar Allah'ın yaratması
olmaktadırlar. Nitekim bu konu Hükümler bölümünde izah edilmişti. Nasıl ki
menfaat ve zararların bize nisbeti -her ne kadar bizim kudretimiz dahilinde
olmamakla birlikte- caiz ise, aynı şekilde zatların da bize uygun biçimde
nisbeti caiz olacaktır.
Buna delalet eden
hususlardan biri de şudur: Zatlardan bazıları üzerinde onları yok etmek ya da
değiştirmek kabilinden tasarruflara girişmek caiz olmaktadır: Mesela yemek için
hayvanı boğazlamak ve öldürmek, yeme, içme ve giyinme yoluyla yiyecek, içecek
ve giyecek maddelerini tüketmek vb. gibi. Keza bize eza versin vermesin, zarurl
ya da hacı bir menfaatin tamamlayıcı unsuru olmadan da kendisi ile
faydalanılmayan bazı şeyleri itlaf etme yetkisi de verilmiştir. Mesela güneşe
engelolan bir ağacı keserek ortadan kaldırmak vb. gibi. Bizzat eşyaların zatı
üzerinde, onları yok etmek, değiştirmek vb. yollarla tasarrufun caiz olması,
şer'an onlar üzerinde mülkiyetin bulunduğuna delilolur. Bu durumda
"Zatlara ancak Allah malik olur" diyenlerle bizim aramızda sadece bir
ıstılah anlaşmazlığından başka hiçbir ayrılık kalmaz. Asıl manada ise uyum
olur. Zatlar üzerinde mülkiyet sabit olunca ve menfaatler de onlardan ortaya
çıktığına göre, menfaatlerin tabi olmaları doğru olur ve kaidenin manası
(vakıada) tasavvur olunabilir (dolayısıyla onun sıhhatini ortaya koymak için
delil ikamesine girişmek yerinde bir davranış olur).
İkinci itiraza cevap: Bu
itiraz her ne kadar genel anlamda teslim edilebilse de tafsilata inildiğinde
kabul edilebilir değildir. Maksadın menfaatler olduğu konusunda zaten biz de
aynı şeyi söylüyoruz. Ancak menfaatler munzabıt değillerdir ve onları
belirleyebilmek için esas alabileceğimiz kendilerinden kaynaklandıkları
zatların dışında başka birşey de yoktur. Şöyle ki, eşyalar nihayet sayılabilse
de onların menfaatleri sayı altına girmeyecek kadar çok ve çeşitlidir. Çünkü
mesela kul asıl yaratılışı itibarıyla insanoğlunun ihtiyacı bulunan hizmet,
meslek, sanat, ilim ve kulluk icrası gibi her türlü amaca elverişli şekilde
donatılmıştır. Bu beş şeyden her birisi ise birer cins olup altlarında
neredeyse sayılamayacak kadar pek çok nev'iler içerir. Her nev'in altında da
sayısız cüz'iler bulunur. Her ne kadar bir insan adeten bütün bunları yapma
imkanına sahip değilse de, onun bir cins ya da o cinsin bazı sınıfları altına
girmesi, sayılamayacak kadar çok olan menfaatlerin sınırlandırılması konusunda
yeterli olur. Öyle ki bu belirleme sonucunda her bir şahsın belirlenen o sınıf
menfaat üzere başkası tarafından hayatında faydalanacağı ücretle tutulması
sahih olur. Aynı şekilde mülk olan her bir rakabe ya da eşyanın kendisinden
faydalanılmak üzere kiralanması da böyledir. Bu dununda zatların dikkate
alınmış olması, külli menfaatlere atf-ı nazarda bulunmak demek olur. Ama biz
doğrudan menfaatlere bakacak olursak, onları bir yerde sınırlandırmak imkanı
bulamayız. Onlardan ancak bir kısmı tah di d edilebilir ve vakte, hale ve
imkana göre kasıd ona yönelir. Bu durumda onun cihetinden gözetilen kasıt külli
değil cüzi olmuş olur. Menfaatler kasıt açısından bizzat kendileri cihetinden
ele alındıklarında munzabıt değillerdir; ne vücuda gelmeleri bakımından ne de
üzerine şer'an akit yapılma bakımından belirli değillerdir; çünkü haklarında
bilinmezlik vardır. Gerçi bir kısmı bir ölçüye kadar belirlenmiş olabilir ve
malum birşey haline gelebilir; ancak bütün bunlar, külli değil cüz'i
özelliktedir. Şu halde sadece menfaatlerin kendisine yönelik nazar, onların
cüz'ilerine yönelik bir değerlendirme olmaktadır. Kuralalarak külli olan, hem
tabi at itibarıyla hem de aklen öne alınır. Dolayısıyla o (yani külli olan)
-daha önce de geçtiği gibi- şer'an da öne alınmış olacaktır.
Bu izahtan ortaya
çıkmıştır ki, -gözetilen maksadın menfaatler olduğunu kabule rağmen- zatlar
öncelikli olarak maksud ve metbu; menfaatler ise tabi durumundadır. Bunun
sonucunda Şari'in menfaatler için -her ne kadar onlar bilinmemekte ve
sınırlanmış değilse de- rakabe mülkiyetine izin verip; sade menfaat mülkiyetine
ise mutlak olarak
izin vermeyip, onu
belirleme, munzabıt hale getirme ve imkan nisbetinde hakkında yeterli bilgi
sahibi olma gibi şartlarla ona izin vermesinin hikmeti anlaşılmış olacaktır.
Çünkü bizzat rakabenin kendisi bütün men- faatlerin belirlenmesi için külli bir
ölçü (zabıt) olabilmekte ve o mevcut olan bu küllilik açısından bilinir
olmaktadır. Bizzat menfaatlerin müstakilolarak ele alınması halinde ise durum
böyle değildir. Çünkü onlar haddizatında munzabıt değillerdir ve ne müddet ne
sınır, ne fiyat ve ne de değer olarak bilinir bir haldedirler. Bu durumda iken
onlar, kendilerine uygun bir kıstasa (ölçüye) vuruldukları zaman, bütün bu
bilinmezlik yönleri ortadan kalkar ve o zaman onlar üzerine akit yapma ve
adeten ona yönelik bir kasıt bulundurma mümkün hale gelir. Bu duruma gelen bir
menfaat üzerine yapılacak olan akit, eğer Şari' tarafından caiz görülürse caiz
olur; aksi takdirde mümkün olmaz.
Soruda zikredilen
hususlardan biri de şu idi: "Menfaatler gözetilen asıl maksat olunca
rakabeler / asıllar tabi durumda olur. Çünkü onlar maksada ulaştıran
vasıtalardır" Şimdi eğer itiraza bu sözle, rakabelerin menfaatlere mutlak
surette tabi olduklarını kastediyorsa, bu arzedilen açıklamalar doğrultusunda
yersiz olacaktır. Yok, bir nevi tabiliği kastediyorsa o zaman kabul edilebilir
ve bundan sakıncalı bir durum da lazım gelmez. Çünkü külli olan şeyler bazı
hallerde herhangi bir yönden kendi cüz'ilerine tabi olabilmektedirler ve bundan
o küllilerin cüz'ilerine mutlak surette tabi oldukları sonucu lazım
gelmemektedir. Mesela iman dinin asıl ve esasmı teşkil eder. Sonra bakarsınız
-yerinde belirttikleri üzere- ibadetlerin sıhhati konusunda onun bir vesile ve
şart olarak arandığı görülür. Şart, meşrutun tabilerinden olmaktadır. Eğer
soruda ileri sürülen hususu kabul edecek olursak o zaman amellerin esas, imanın
ise tabi duruma düşmesi gerekir. Görülmez mi ki, iman amellerin artmasıyla
artmakta, eksilmesiyle de eksilmektedir ve bu onun tabiliğini güçlendiren
hususlardan biri olmaktadır. Ancak bu sonuç sakattır. Tabiliğin -esasta gözükmesi
halinde- mutlaka külli değil cüz'i olması gerekmektedir.
Biz de aynı şekilde
söylüyoruz ve diyoruz ki: Yalnız başına menfaatler üzerine akit yapılması
halinde rakabeler / asıllar menfaatlere tabi olur. Çünkü menfaatler ancak
onlardan elde edilirler. Dolayısıyla asılların onlardan faydalanacak kimselerin
elinde bırakılması ve sahiplerinin onlardan faydalanmasının engellenmesi
kaçınılmaz olacaktır. Aynen rakabelerlasıllar üzerine yapılan akidde olduğu
gibi. Çünkü bu akit bir nevi mülkiyet anlamına gelmektedir; şu kadar var ki bu
mülkiyet sadece üzerine akit yapılan menfaate münhasırdır ve akit konusu
menfaatin bitmesiyle de sona ermektedir. Bu ne şeriatta ne de örfte -her ne
kadar mana itibarıyla öyle olsa da- mülk olarak isimlendirilmemektedir. Zira
cari olan adete ve şeriata dayalı örfe göre, rakabeler üzerindeki mülkiyet
mutlak olmakta ve ancak ölümle veya sahibinin onu tüketmesiyle ya da bir bedel
karşılığında elinden çıkarmasıyla sona ermektedir. İmam Malik müslümanın
kendisini ücret karşılığında zimmi birisine istihdamını mekruh görmüştür. Çünkü
o, müslümanın menfaatine malik olunca sanki bu haliyle onun rakabesine de
malikmiş gibi olmaktadır. Bir şeyin, kısıtlılık içeren bir şart üzere satın
alınması da caiz olmamaktadır: Ümmü veled edinmek şartıyla veya satmamak ya da
hibe etmemek şartıyla cariye satın alınması vb. gibi. Zira, şart ile rakabenin
bazı menfaatlerinden mahrum kılınınca, sanki alıcı onun rakabesine tam olarak
malik olmamış gibi olmaktadır. Ortaklık da yoktur; çünkü ortaklık şayi' olur ve
bu öyle değildir. Bu konuda Muvatta'da ümmü veledin satılması halinde ne
yapılacağı hakkındaki baba bakınız. Sonuç olarak ortaya çıkıyor ki, hakkında
delil getirilen bu esas, esas olmaya elverişli özellikte olup, zedelenmiş
değildir. Allah'a hamd olsun!
Üçüncü itiraza cevap:
Zikredilen şeyde meselenin doğruluğuna delalet eden unsurlar da bulunmaktadır.
Şöyle ki: Ağacın meyvesi gövdede belirdiğinde, satıcının mülkünde iken
belirmişti. Dolayısıyla meyve üzerinde hak sahibi olan, ağacın gövdesine daha
önceden malik olan kimsedir ve bu üstünlüğü ile satıcı meyvelerin asla tabiliği
hükmüne istinaden onlara malik olmaktadır. Ağacın gövdesi müşteriye geçince ve
ortada da şart bulunmayınca meyveler de kendini göstermiş ve ağaçtan ayrı bir
özellik almış olduğundan, aslın müşteriye intikal etmesi ile onlar da intikal
etmemektedir. Zira onlar, daha önce aslın kendisinde olduğu satıcıya ait bir
fayda olarak zaten taayyün etmişti. Eğer tabilik esasını çalıştırarak
meyvelerin müşteriye ait olacağını söyleseydik, o zaman bizatlhi bu işlem
satıcıya nisbetle tabilik esasının ortadan kaldırılması ve ihmali olurdu.
Halbuki tabiliğe hak kazanma konusunda o öncelikli bulunmaktadır. Böylece onun
müşteriden önce geldiği sabit olmuştur.
Kölenin malı hakkında da
söylenecek söz aynıdır. Malonun elinde belirip, efendisinin elinden alması
suretiyle kendisinden ayrılmayınca, bu ağacın gövdesine nisbetle meyvenin
haline benzemiş olmaktadır. Dolayısıyla birinci efendinin o mal üzerinde
tabilik yoluyla hak kazanması ikinci efendinin hakkından önce olmaktadır.
Müşterinin şart koşması halinde ise bir problem bulunmamaktadır. Bu şartın
ileri sürülmesinin caizliği ise, her ne kadar garar ve bilinmezlik içermesi
sebebiyle mani yani yasak hükmü kendisine taalluk ediyorsa da, tabiliğin hala
sürmekte olması sebebiyledir. Çünkü olgunlaşmadan önce meyve gövdeye muhtaçtır
ve ondan istifade ancak ağaçla birlikte bulunması halinde mümkün olmaktadır.
Dolayısıyla meyve, ağacın niteliklerinden biri halini almaktadır. Kölenin malı
hakkında da şart ileri sürme -her ne kadar tek başına satın alınması caiz
değilse de- caiz olmaktadır. Çünkü kölenin mülküdür ve onun eli altındadır.
Efendi, ona -olmamış meyvenin koparılması halinde olduğu gibi- ancak elinden
çekip almak suretiyle malik olabilir.
Hasılı asla tabilik
mutlak surette sabit bulunmaktadır. Şu kadar var ki, meyvenin kurtulması hali
ile kölenin malı bulunması meselelerinde iki tabilik yönü çelişki halinde
olmaktadır: Satıcı yönü ile müşteri yönü. Bu.durumda satıcı daha çok hak sahibi
olmaktadır; çünkü ilk kez hak ona aitti. Ancak müşteri meyve ya da kölenin
malının kendisine ait olmasını şart koşarsa, bu durumda tabilik intikal
edecektir. Bu durum son derece açıktır.
Dördüncü itiraza cevap: Genel
anlamda menfaate yönelik kasdın bulunduğu konusunda herhangi bir problem
bulunmamaktadır. Ancak asıla nisbet edilmesi durumunda şu nokta karşımıza
çıkmaktadır: Acaba menfaatler müstakil olarak bizzat kendilerinden dolayı mı
maksuddurlar? Yoksa onlar aslın bir sıfatı olarak düşünüldükleri için sonuç
itibarıyla mı maksud olmaktadırlar? Eğer onların müstakil olarak maksud
olduklarını söyleyecek olursan bu doğru olmaz. Çünkü henüz mevcut bulunmayan
menfaatler maksud olabilmekte ve asıl ile birlikte üzerlerine akit
yapılabilmektedir. Ne var ki onların maksud oluşları ancak asıl yönünden
olmaktadır. Şu halde kasıt sonuç itibarıyla asla yönelik olmaktadır. Ağaç satın
alındığı zaman veya köle henüz hizmet ya da bir sanat öğrenip bir mal
edinmeden, tarla sürülmeden veya ekilmeden ve diğer şeyler satın alındığı zaman
onlarda, bu ve diğer menfaatler maksud olmaktadır; ancak bu eşyalar ve
rakabeler yönünden olmakta, menfaatler cihetinden olmamaktadır. Zira menfaatler
henüz mevcut değildir. Dolayısıyla da onlar müstakil olarak maksud
olmayacaklardır. Onlar maksud değillerdir; maksud olan ancak asıldır, derken
kastedilen mana işte budur. Menfaatler, asılda mevcut bulunan sadece birer
nitelik (sıfat) gibidirler. Mesela, yazı yazdırma menfaati için katip bir
kölenin, ilminden istifade için alim bir kölenin ya da bizatihl kaim olması
mümkün olmayan bir sıfatından faydalanılması istenilen bir kölenin satın
alınması gibi. Çünkü zata ait sıfatlar, zat bulunmadan müstakil olarak
bulunamazlar ve bunlar karşılığında fiyat artırılır. Böylece onun karşılığında
fiyattan bir pay bulunur. Bu onun müstakilliği açısından değil; aksine rakabe
açısından olmaktadır. Daha önce de geçtiği üzere rakabeler, külli olarak
menfaatlerin belirlenmesini temin etmekteydi. Bu, yani menfaatlerin müstakil
olmadan maksud olduğu sabit olunca, tenakuz ortadan kalkar ve ortaya konulmuş
olan esas sahih olur. Allah'a hamd olsun! Kısaca özetlemek gerekirse şöyle
deriz: Hakikatte (asıl ve tabi üzerine biri emir diğeri nehiy olmak üzere) iki
ayrı talep yoktur. Aksine talep sadece asıla (metbua) yönelik olmak üzere varid
olmaktadır. (Tabi olana yönelik talep ilga edilir ve itibara alınmaz sözünün
anlamı işte budur. Yani müstakil iken kendisine yönelen ta-
lep, tabi olarak
bulunması halinde yönelmez ve o talep dikkate alınmaz.)
FASIL:
Burada geriye, geçen
açıklamalara uygun olacak şekilde bir taksim yapmak kalıyor: Rakabelerin
menfaatleri -ki bunlar genel anlamda rakabelere tabi durumda olan
menfaatlerdir- üç kısma ayrılır:
1. Aslında kuvve (potansiyel) halinde mevcut
bulunup, ne hükme n ne de mevcudiyet bakımından fiile dönüşmeyen kısım: Ağacın
henüz görünmeyen meyvesi; gebe kalmadan önce hayvanın yavrusu, gerekli ön
hazırlık bulunmaksızın kölenin hizmeti, cinsi ilişki vb. gibi. Bu kısımdan olan
menfaatlerin hüküm bakımından asıldan bağımsız olmadığı konusunda
ihtilafbulunmamaktadır. Çünkü bu türden olan menfaatler, asıllarından bağımsız
olarak ele alınmaları bir tarafa, henüz vücut dahi bulmuş değillerdir.
Dolayısıyla bu kısımda onlara yönelik asli bir kasıt bulunmamaktadır. Bu kısmın
hükmü tabiliktir. Dolayısıyla sadece rakabenin itibara alınmasıyla, bu kısımdan
olan menfaatler de tabilik yoluyla rakabenin hükmü içerisine girerler.
2. Asıldan bağımsızlık hükmü varlık planında ve
hükme n -adeten ya da şer'an olabilir- ortaya çıkan menfaatler. Tam
olgunlaştıktan sonraki haliyle meyve, annesine ihtiyacı kalmayan yavru, elinden
alındıktan sonra kölenin malı vb. gibi. Bu kısımdan olan menfaatlerin tabilik
hükmünün kalktığı ve asıldan müstakil olarak ele alınacakları konusunda da
ihtilaf bulunmamaktadır. Bunların asıllarına nisbetle olan hükümleri, bir araya
gelmeleri halinde aralarında telazum bulunmayan iki şeyin hükmü gibidir.
Dolayısıyla bu durumda mutlaka asli kasıd bakımından her ikisinin de dikkate
alınması zarureti olacaktır.
3. İki kısım arasında kalan ve her birine
benzerlik arzeden kısım: Bu kısımdan olan menfaatlerin asıllarından ayrı
oldukları açıktır ancak henüz bağımsızlıklarını kazanmış değillerdir.
Dolayısıyla bu kısımdan olan menfaatler, ne birinci kısmın ne de ikinci kısmın
içerisine tam olarak girmemektedir .. Bu kısım da kendi arasında iki gruba
ayrılmaktadır:
a) Kendisinde bu
özelliğin müşahhas olarak (duyularla) görülebildiği menfaatler: Ağacın
gövdesinden ayrılmadan önce ve henüz ona olan ihtiyacı sona ermemiş bulunan
meyve, elinde halihazırda mal bulunan köle, annesine olan ihtiyacı henüz sona
ermeye n hayvan yavrusu vb. gibi.
b) Bu özelliğin
kendisinde müşahhas hükmünde olduğu menfaatler.
Fiili tasarruf için
giyme, binme, cinsi ilişki, hizmet, sanat icrası, ziraat, oturma vb. gibi
yollarla bir ön hazırlığın yapılmış olduğu eşyaların, hayvanların ve akarların
menfaatleri gibi.
Bu iki gruptan her biri,
önce geçen iki kısım ile bir açıdan birbirine benzemekte, başka bir yönden de
onlardan ayrılmaktadır. Ancak her ikisi hakkında hüküm aynıdır.
İki taraf (yani birinci
ve ikinci kısım), bu kısım altına giren her meselede birbirini tartma ve onun
hükmünü kendi hükmü altına sokma çabasındadır. Ancak kısmen de olsa tabilik
hükmü sabit olduğundan bu kısım hakkında (emir ve nehiy şeklinde) her iki
talebin de birden taalluku durumu ortadan kalkmakta ve daha önce de geçtiği
gibi itibar, asıl (metbu) cihetine taalluk eden emir ya da nehye olmaktadır.
Bir başka cihetten
yaklaşıldığında ise şöyle denir: Tabi durumunda olan ortaya çıkıp kendisine
yönelik bir amaç bulundurulacak hale gelince, bedelli akitlerde olsun diğer
istifade yollarında olsun, onu elde etmeye karşı bir amacın doğması ve buna
karşılık da fiyatta artırma ya da indirmeye gidilmesi tabii bir hal almaktadır
ve bunda tartışmayı gerektirecek bir hal de yoktur. Zira eğer meyve veren ağaç,
şayet meyve vermeyen cinsten olsaydı halihazırdaki fiyatını etmeyecekti. Keza
eli altında malı bulunan bir kölenin değeri de, şayet o mal eli altında
olmasaydı o kadar olmayacaktı. Katiplik sanatını bilen bir kölenin değeri böyle
olmayan bir kölenin değeri gibi olmayacaktır. İşte bu açıdan ele alındığı zaman
bu kısım ictihad ve değerlendirme mahalli olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü
bu tür menfaatler yukarıda geçen her iki kısıma da benzerlik arzetmektedir.
Sonra bu üçüncü kısım
üzerindeki birinci ve ikinci kısımların çekişmesi ve onu kendi taraflarına
katmaya çalışmasının şiddeti de hep aynı değildir. Aksine duruma göre bazen
bunlardan birine bazen de diğerine meyil artmaktadır. Bilindiği gibi meyvenin
henüz çiçek halinde bulunması halindeki hükmü ve kendisine yönelecek kasıt ile,
belirdikten fakat henüz olgunlaşmadan önceki hali ve hükmü bir değildir. Keza
henüz olgunlaşmamış durumu ile olgunlaşmadan sonraki kurumadan önceki hali de
bir değildir. Bunların hükümleri ve kendilerine yönelecek kasıtlar farklıdır.
Çünkü meyveler henüz çiçek halinde olup aşılanmadan önce satılması halinde
müşteriye ait olmaktadır. Aşılandıktan sonra ise çoğunluk ulemaya göre
-müşterinin şart koşmaması halinde- satıcıya aittir. Şart koşması halinde ise
çoğunluğa göre müşterinin olmaktadır. Olgunlaşmaya yüz tutması halinde ağaca
olan ihtiyacı azalmış olduğundan tabilik durumundan giderek uzaklaşmakta ve bu
durumdaki meyvelerin müstakil olarak satılması caiz olmaktadır. Ancak
bağımsızlığı dikkate alan kimseler şöyle demektedirler: Bu halde satılan
meyveler, -ağaç başında olgunlaşıp kıvamına ermesi halinde olduğu gibi-
toplanmış hükmünde mebidirler. Bu itibarla bunlarda tabii afetler karşısında
fiyattan o oranda düşülmesi durumu (caiha) yoktur. Henüz bağımsızlığın
bulunmadığını ve tabilik hükmünün devam ettiğini dikkate alanlar ise şöyle
derler: Bu durumdaki meyvelerin hükmü, tabiliktir. Çünkü ağacın aslına yönelik
kasıt hala mevcut bulunmaktadır. Bunlar, tabii afetler karşısında fiyattan o
oranda düşülmesi (caiha) gereğini de ifade etmektedirler. Çünkü bu haldeki
meyveler ağacın aslına henüz ihtiyaç göstermekte olduklarından, sanki onun bir
parçası gibi ona tabi sayılacaklardır. Bu haliyle de onlar sanki ağacın
gövdesine malik olan satıcının mülkünde imiş gibi kabul edileceklerdir.
Onlardan mutat üzere istifade edebilme yönü ortaya çıktığı için de müstakil
gibi kabul edilmektedir. Dolayısıyla az miktarda bir afet halinde bu fiyattan
düşülmez. Çünkü çok içerisinde az olan, tabi durumundadır.
Yine bu noktadan
hareketle meyvelerin olgunlaşmaya yüz tutmasından sonra ağacın sulanması
konusunda da ihtilaf etmişlerdir: Acaba bu görev satıcıya mı, yoksa müşteriye
mi aittir?
Meyve normal tadına
ulaşır ve ağacın gövdesine bir zaruret gereği olmaksızın sadece parlaklığın
korunması ve suyunun çekilmemesi gibi tamamlayıcı yönden bir ihtiyaç duyacak
olursa bu durumda, afet durumundafiyattan düşme (caiha) hükmü hala devam eder
mi yoksa etmez mi? konusunda ihtilaf edilmiştir. İhtilafın dayanağı meyvelerin
tamamen bağımsız bir hale gelip, asla olan tabilik hükmünden kesin olarak çıkıp
çıkmadığı konusudur. Normal kıvamına ve parlaklığına ulaşması halinde ise bütün
alimler tabiliğin sona erdiği ve bağımsızlık hükmünün geçerli olacağı konusunda
ittifak etmişlerdir.
Bu başlık altına girecek
diğer meselelerde de hüküm aynı şekilde olacaktır.
FASIL:
Bu esas üzerine bazı
faydalar doğar. Bunları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:
1. Aralarında birbirleri ile tabilik ilişkisi
bulunan şeyler, tabi ve metbü arasında üzerinde ittifak halinde bulunulan hüküm
doğrultusunda işlem görürler. Tabi bu başka bir esas ile çatışma durumu
olmadığı zaman söz konusu olur. Örnekler: Ezan ve cami hizmeti ile birlikte
imamlık için sözleşme (icare), içerisinde ağaç bulunan konağın kiralanması,
içerisinde az miktarda boş yer bulunan bahçenin ortaklığa verilmesi (müsakat),
ikisinden birisinin az olması halinde sarfla birlikte satım akdinin bir arada
olması ve benzeri diğer meselelerden olup da aralarında his veya kasıt ya da
mana bakımından ayrılmazlık (telazum) olan, biri diğerine göre az ya da çok
olan şeyler gibi. Çünkü az olan için, çok olanla birlikte bulunması halinde
tabilik hükmü bulunmaktadır. Bu husus, her ne kadar aralarında varlık
bakımından telihum bulunmasa bile pek çok şer'i meselede sabit bulunmaktadır.
Ancak cari olan adete göre az olan şey, çok olana eklendiği zaman kasıt
bakımından ilga edilmiş bir hal almaktadır. Dolayısıyla hüküm bakımından da
ilga edilmiş gibi olmaktadır.
2. Kendisine yönelik kasıt bulundurulan her tabi
için, fiyatta bir artışın olacağını belirtmiştik. Acaba tabi için maksud olan
bu fazlalık, tafsil üzere olmayıp genel anlamda mıdır? Yoksa hem genel anlamda
hem de tafsil üzere mi maksud olmaktadır? Tabilik hükmünün gereği olmak üzere
bu ziyadeliğin maksud olması tafsili olarak değil de genel anlamda olmalıdır.
Zira eğer tafsil üzere olsaydı, o zaman müstakillik hükmüne yüz tutardı ve
hakkında nehiy mevcut bulunurdu. Dolayısıyla da üzerine akit yapılması mümkün
olmazdı. Bu kasdın bulunmasının farzedilmesi halinde de durum aynı olurdu. Bu
itibarla o, genel anlamda kastedilmiş olmaktadır. Kasdın genel anlamda olması
halinde ise tabilik hükmü ile bu caiz olacaktır. Tabilik hükmü sabit olunca
karşımızda şimdi bunun iki yönü bulunmaktadır:
a) Kendisinden dolayı
fiyatın artırılması yönü.
b) Tafsil üzere
kendisine yönelik bir kasdın bulunmaması yönü.
Bu durumda söz konusu,
tabi'in ortadan kaybolması halinde acaba karşı taraftan onun kıymetini ödemesi
istenir mi? Yoksa istenmez mi? Bu konuda ihtilaf edilmiştir. Bu yüzden de bu
kaide altına giren fer'i meseleler hakkında ihtilaflar bulunmaktadır. Mesela
elindeki malı itlaf edilen bir köle ayıp muhayyerliği sebebiyle geri iade edildiği
zaman, müşteri acaba satıcıdan belirlenen fiyatın tamamını mı ister? Yoksa öyle
olmaz mı?
Ağacın meyvesi, koyunun
yünü vb. konularda da durum aynıdır.
3. Bir diğer fayda da "el-Haracu
bi'd-daman" (Cereme kime semere ona) kaidesidir. Semere, asla tabidir.
Mülkiyetin şer'an hasıl olması halinde o şeyin menfaatleri ona tabi olacaktır.
Daha sonra istihkak durumu ortaya çıksın, çıkmasın farketmemektedir. Daha sonra
istihkak durumunun ortaya çıkması halinde bu, o andan itibaren mülkiyetin
intikali gibi kabul edilmektedir. Eğer istihkak konuları ile ilgili olmak
üzere, geçmişe yönelik ürünlerin istenip istenmemesi konusunda mevcut bulunan
ihtilaflar üzerinde düşünecek olursanız, onların hep bu esas doğrultusunda
cereyan etmekte olduklarını görürsünüz.
4. Zenaatkarların tazmini konusunda, sipariş
verilen şeye tabi durumunda olan şeylerin hükmü ne olacaktır. Acaba zenaatkar
bunları da tazmin edecek midir? Yoksa etmeyecek midir? Mesela kılıcın kını,
elbisenin bohçası, ekmeğin tabağı, istinsah edilecek kitap nüshası, zahire kabı
vb. gibi şeyler. Bunlar tabi oldukları için, asıllarını tazmin ettiği gibi
bunları da tazmin edecek midir? Yoksa zenaatkar yanında bırakılmış birer emanet
olmaları hasebiyle tazmin edilmeyecek midir?
5. Sarf bahsinde ele alınan kılıç, mushaf ve
benzeri şeylerin altın ya da gümüş le süslenmiş olması halinde, bunların yine
altın ve gümüş le satılması durumunda hüküm ne olacaktır. Bunların tabi durumda
kabul edilmesi ya da edilmemesi hallerine göre hüküm değişecektir.
Kısaca bu esas altına
girecek şer'i mesail pek çoktur.
FASIL:
Bu konudaki faydalardan
biri de şudur: Kendisinde bir menfaat bulunmayan şeylerin bedelli akitlerde
akit konusu olması sahih değildir. Kendisinde bir menfaat ya da menfaatler bulunan
şeyler ise şu üç kısımdan ibarettir:
1. Kendisi ile faydalanılması tamamıyla haram
olan şeyler. Bu gibi şeylerin hiçbir menfaati bulunmayan şeyler mesabesinde
olacağı konusunda herhangi bir poblem bulunmamaktadır.
2. Tamamen helal olan şeyler. Bu gibi şeyler
üzerine akit yapılmasının sahih olacağı konusunda da herhangi bir kuşku
bulunmamaktadır.
Bu iki kısmın, her ne
kadar zihinde tasavvurları mümkün ise de, varlık aleminde bilfiil mevcut
bulunması çok uzaktır. Zira varlık aleminde mevcut bulunup kendisi ile
faydalanma ve üzerinde tasarruf ta bulunma imkanı olan hiçbir şey yoktur ki,
onda bir masIahat ciheti, bir de mefsedet ciheti bulunmasın; bu mümkün
değildir. Bu konuya Makasıd bölümünde temas edilmişti. Dolayısıyla bu konunun
göz önünde bulundurulması zarureti vardır. Bu istikra ile sabit bulunmaktadır.
Şu halde geçen bu iki kısım sonuç itibarı ile üçüncü kısma dönüşmüş olacaktır.
3. Bazı menfaatlerinin helal, diğer bazılarının
da haram olması hali. İşte bu nokta meselenin bel kemiğini teşkil etmektedir ve
üzerinde durulması gerekmektedir:
Önce bu kısım iki gruba
ayrılmaktadır:
a) İki taraftan birinin
örfen ve asaleten maksud bulunması; diğer tarafın da adeten maksud bulunmayıp
tabi durumda olması; ona yöneltilecek kasdın ancak hususi bir tarzda ve adete
muhalif olarak olması. Bu grup hakkında hükmün, asaleten ve örfen maksud olana
ait olduğu, diğer tarafın ise hükümsüz olacağı hakkında herhangi bir problem
bulunmamaktadır. Zira eğer biz bu gibi şeyler hakkında tabi durumda olanı esas
alıp ona itibar edecek olsak o zaman bizim hiçbir şeyi mülk edinmemiz, menfaati
sebebiyle hiçbir şey üzerine akit yapmamız mümkün olmayacaktır. Çünkü o şeyde
mutlaka haram olan menfaatler bulunacaktır. Bu, tabi durumda olan menfaatlerin
talep konusu olmaktan çıktıklarını gösteren delillerden olmaktadır. Bu husus
geçen meselede izah edilmiş ve orada tabi durumda olan şeye, müstakil olarak
ele alındığında hakkında mevcut dikkate alınması gereken talebin ilga edilmiş
olduğu belirtilmişti. Burada da durum aynıdır.
Ancak, akit yapanın bu
haram olan tabi durumdaki menfaate özel bir kasıt beslemesi halinde hüküm
farklı olur. Çünkü bu durumda iki ihtimal bulunmaktadır:
1. Bizzat maksud da olsa
tabi olanın ilga edilip asli olan kasdın dikkate alınması. Bu durumda mesele
birinci gruba dahilolmuş olur.
2. Sonradan ortaya çıkan
kasdın (el-kasdu't-tari') dikkate alınması.
Zira kişinin özelolarak
ona yönelik bir amaç bulundurması yüzünden bu, önceden var kabul edilen bir
kasıt ya da onun gibi bir durum almıştır. Onun haricinde olan ise tabi gibidir.
Dolayısıyla hüküm ona (yani özel olarak belirlenen kasda) ait olacaktır. Asli
maksat helalolmakla birlikte özelolarak sonradan ortaya çıkmış olan bir duruma
yönelik kasdın bulundurulduğu menfaatler için örnekler: Fuhuş yaptırmak ve
böylece para kazanmak amacıyla cariye satın almak, kendisini günah işlerde
kullanmak üzere (livata gibi) köle satın almak, şarap elde etmek için üzüm
satın almak, yol kesmek için silah satın almak, insanları aldatmak için
(tedlis) bazı şeyler satın almak gibi. Asıl itibarıyla haram olan (ve fiilin
işlenmesi sırasında onu hel al kılıcı özel bir maksat bulundurulan) menfaatlere
örnekler: Avcılık, hayvancılık ya da ziraat için köpek satın almak -tabii bu
köpek satın almanın yasak olduğu görüşünde olanlara göredir-, gübre olarak
kullanmak üzere hayvan dışkısı satın almak, silke yapmak üzere şarap satın
almak, geminin kalaslarını yağlamak ya da insanları aydınlatmak üzere murdar
hayvana ait içyağı satın almak vb. gibi.
Bu iki kısımdan kurala
bağlanabilir (munzabıt) olanı birincisidir ve onu destekleyen pek çok tanık
(şevahid) bulunmaktadır. Çünkü asaleten ve örfen kastedilmekte olan şeyin
dikkate alınması, bizzat şeriat tarafından haram ya da hel al kılmak suretiyle
zaten dikkate alınmış olan bir husus olmaktadır. Çünkü cariyenin, eğer nazik ve
yüksek seviyeden ise odalık, kaba ve aşağı seviyeden ise hizmet için satın
alınması, şarabın içmek için alınması, murdar hayvan, kan ve domuzun yemek için
alınması, kendilerine Kur'an'ın inmiş olduğu Arap ulusu içerisinde yaygın ve
mutat olan bir husustu. Bu yüzdendir ki haramlık ve helallik hükmünü getiren
ayetlerde, hükmün bağlandığı şeyin zikrine gerek duyulmamış, hazfedilmiştir.
Mesela şöyle buyrulmuştur: "Size analarınız haram kılındı. ... Onların dışındakiler
sizin için helal kılındı"[Nisa 23] Bu ayette helal ve haram kılınma bizzat
zikredilenlerin zatlarına nisbet edilmiş ("analarınızla mesela evlenmeniz
... haram kılındı" gibi bir ifade kullanılmamıştır). Çünkü maksat
anlaşılmaktadır. Aynı şekilde: "Mallarınızı aranızda batıl yollarla
yemeyin" [Bakara 188]; "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler ...
"[Nisa 10] vb. gibi ayetlerde de durum aynıdır. Her ne kadar yemenin
dışında diğer haksız tasarruflar da haram ise de özelolarak yeme üzerine dikkat
çekilmiştir. Çünkü mallarla ilgili ilk ve en önemli maksat yeme kasdıdır. Bunun
dışında kalan ve adeten haddizatında maksud olmamakla birlikte ancak tabilik
yolu ile kastedilebilen diğer menfaatlerin ise bir hükmü bulunmamaktadır.
Murdar hayvan ile aynı hükümde bulunan benzeri şeyler haram kılındığında Hz.
Peygamber'e [s.a.v.] murdar hayvanın içyağı hakkında, "onunla gemi
kalaslarının yağlandığını ve insanların onunla aydınlandıklarını"
söylemişlerdi. Buna rağmen Hz. Peygamber [s.a.v.] onun satımının yasaklığını
belirtmiş ve bazı vakitlerde ona karşı duydukları ihtiyaçları dikkate
almamıştır. Çünkü ondan gözetilen asli maksat -ki yemek oluyor- haramdır.
Bu meyanda o şöyle
buyurmuştur."Allah yahudilere lanet etsin! Onlara içyağ haram kılınmıştı.
Fakat onlar bunu yordular ve onu sattılar da parasını yediler" Şarap
hakkında da: "İçmesi haram olan şeyin satması da haramdır. (Bir başka
yerde de) Allah birşeyi haram kıldığı zaman onun bedelini de haram kılar"
buyurmuştur. Çünkü adeten haram olan şeyden gözetilen maksat, haramlık hükmünün
kendisine yöneldiği (burada yemek ve içmek oluyor) husustur. Bunun dışında
kalan diğer menfaatler ise tabi durumdadır ve onların bir hükmü yoktur.
Bu noktadan hareketle,
kansı üzerine evleneceğine dair yemin eden kimsenin devamlı beraberlik kastı
olmaksızın sadece yeminini yerine getirmiş olmak amacıyla evlenmesine cevaz
vermişlerdir. Çünkü bu nikaha tabi unsurlardan olup, nikahın aslında maksud
değildir. Dolayısıyla başlıbaşma dikkate alınacak durumda 0lmayıp ancak bir
tabi olması açısından dikkate alınır. Eğer tabi durumda olan şeyler şer'an
maksud bulunsalardı ve bunun sonucunda onun gereği talep kendilerine
yönelseydi, o zaman akitlerden pek çoğu maksud olan o menfaatlerin bilinmemesi
yüzünden caiz olmaz, hatta nikah dahi caiz olmazdı. çünkü erkek nikah akdinde
bulunduğu zaman ona, verdiği mehirden başka zevcesine infakta bulunması ve
ihtiyaç duyacağı diğer ihtiyaçlarını gidermesi lazım gelir. Bütün bunlar onun,
karısının kadınlığından istifadesinin bir bedeli gibidir. Bu ise meçhul bir
bedel (semen) olmaktadır. Bu itibarla rakabeye tabi ve üzerine akit yapılan
menfaatler ya da adeten asli kasıd üzere öncelikli olarak kendisine yönelik
amaç bulundurulan menfaatler, bizzat dikkate alınması gereken menfaatler
olmakta, bunun dışında kalan tabi durumdaki diğer menfaatler üzerine ise
herhangi bir hüküm bina edilmemektedir. Ancak ona yönelik özel bir kasıt
bulundurması halinde ise o zaman konu üzerinde durmak gerekmektedir. Zahir odur
ki, ilk bakışta şeriattan anlışıldığı kadarıyla tabi durumda olan menfaate
yönelik bir hüküm olmamalıdır. Çünkü yukarıda geçen (ve metbuun hükmüne
muhalefet durumunda tabiin hükmüne itabar edilmeyeceğini gösteren) delillerin
genel kapsamı ve murdar hayvanın içyağı hakkında onunla gemi kalaslarının
yağlandığı ve insanların aydınlanmada kullandıkları şeklinde yöneltilen soruya
cevap olarak verilen hadisin özel delaleti bunu gerektirmektedir. İçyağının
kullanıldığı bu her iki durum da, genel anlamda onunla faydalanılması sahih
olan şeylerdendir. Ancak bu özel kasıt, genel nitelikteki kasda tearuz edecek
nitelikte değildir.
Eğer tabi durumda olan,
kasıtta yaygın ve bazı zamanlarda geçerli bulunan örfe göre önde olur ve bunun
sonucunda asaleten olması gereken kasıt atılmış ve yok gibi bir hal alırsa, o zaman
hüküm tersine döner. Bunun bu şekilde mutlak surette bulunabileceğini
sanmıyorum ama eğer bulunabileceği farzedilecek olursa o zaman hüküm tersine
dönecektir. Buna rağmen kaide -şeriatta konulmuş olduğu gibi- sabittir. Bu
örfen tabi'in kasıtta metbua dönüşmesi hali bulunmasa bile böyledir. Ancak tabi
olana yönelik kasıt çoktur. Asılolan, örfen benzeri kastedilen şeylerin dikkate
alınmasıdır. Her iki ihtimale mebni olarak mesele genel anlamda üzerinde
ihtilaf bulunan bir konu olmaktadır. Zerai' kaidesi de yasak olan şeye yönelik
kasdın öne geçmesi ve iki akdin birbirine eklenmesinin çokça görülmesi esası
üzerine mebnidir. Zenli' kaidesine itibar etmeyenler görüşlerini, örfen her iki
akdin birbirinden ayrılması konusunda asli kasda itibar esası üzerine bina
etmekte ve asli kasdın onun hilafına olduğunu söylemektedirler.
İkinci kısım: Adeten
mevcut bulunan kasıtta iki taraftan birinin diğerine tabi durumda bulunmaması,
aksine her birinin adeten asli kasıtla istenilir durumda olması. Haram olan
ziynet eşyaları ve kaplar gibi. Bu altın ya da gümüşün ve onların ziynet için
işlenmesinin aynı anda örfen maksud olması takdirinde böyledir. Ya da her
birinin tek başına ele alındığında örfen önce bulunur olması. Bu durunda-geçen
kaidenin bir gereği olarak- o konuda emir ve nehyin bir arada bulunacağına
hükmetmek mümkün değildir. Çünkü taalluk ettikleri şeyler birbirleri ile
telazum (birinin varlığından diğerinin varlığının lazım gelmesi) halinde
bulunacaklardır. Bu durumda mutlaka hükmen içlerinden birinin ayrılması ve
diğerinin atılması gerekecektir. Daha önce de geçtiği gibi tabilik durumunun
itibara alınması halinde ise tabiye yönelik olan talep düşecektir. Tabiliğin
itibara alınmaması halinde ise, tabi olan af kapsamına girmiş olacaktır.
Bu durumda konunun tayini
gerekecektir. Bu haliyle konu ictihad mahallidir ve problem olarak karşımızda
durmaktadır. Bu türden örneklerin bulunması şeriatta azdır. Şayet böyle bir
durumun meydana geldiği takdir edilecek olursa, bu durumda herkes kendi
ictihadi' sonucunda ulaştığı görüşle başbaşa olacaktır.
el-Maziri, Büyü bahsinde
ba kabilden olan şeyler hakkında şöyle demiştir: "Bu kısmın yasak olan
şeylere katılması uygun olur. Çünkü haram olan menfaatin maksud olması, onun
fiyattan bir payı olmasını gerektirir. Mit ise tektir ve tek birşey üzerine
yapılmıştır; onu parçalara ayırma imkanı yoktur. Haram olan birşey karşılığında
bedel almak ise haramdır. Haram olan kısmı ayırma imkanı olmayacağından sonuçta
hepsi haram olur. Yine bu durumda mübah olan diğer menfaatlerin fiyatı da -akit
ile tek başına ele alınması farzedilse bile- meçhul duruma düşer.'' Onun
dedikleri bunlardır, bu da kabul edilebilir bir sözdür.
Keza sedd-i zerai'
kaidesi de bunu desteklemektedir. Zira yasak olan şeye yönelik kasıt sabit
olmuştur. Aynı şekilde masIahatın celbi için mefsedetin deri kaidesi de burada
geçerli olmaktadır. Çünkü mefsedetin deri önce gelmektedir. Yine teavun
(yardımlaşma) kaidesi burada, böyle bir muamele de bulunmanın kötülük ve
taşkınlık üzerinde yardımlaşma olacağına hükmetmektedir. Bu yüzdendir ki şarap
yapma kasdı ile üzüm alma, yol kesme kasdı ile silah satın alma, oğlancılık
gibi kötü amaçlarla köle satın alma ve benzeri konular -her ne kadar bu kasıt
asli olmayıp sonradan gözetilen bir kasıt ise de- ittifakla yasaklanır. Bu durumda
sözünü ettiğimiz konunun yasaklığı hükmünde ittifak edilmiş olması öncelik
arzeder. Ancak bu kötülüklere giden yolun kapanması kabilindendir. Bu konuda
mevcut ihtilaflar, sadece hükmün kesildiği yere ve bedel almanın fasid olup
olmayacağı konusuna nisbetle vuku bulmuştur. Bu konu hakkında Makasıd bahsinde
yeterince durulmuştu.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: