EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AVARİZU’L-EDİLLE /
ÜÇÜNCÜ FASIL: EMİR VE NEHİY /
YEDİNCİ MESELE:
Emir ve nehiyler iki
kısımdır:
a) Sarih olanlar.
b) Sarih olmayanlar.
a) Sarih olan emir ve
nehiyler: Bunlar iki açıdan ele alınırlar:
1. Mücerred emir ve nehiy olmaları açısından ele
alınırlar ve maslahata yönelik bir illeti bulunup bulunmadığına bakılmazlar. Bu
ta'lile gitmeksizin mücerred emir ya da nehiy kipinin mahza taabbudilik
mecrasına gireceğini ifade edenlerin bakış açısı olmaktadır. Bu görüşte
olanlara göre, şu ya da bu emir arasında keza şu ya da bu nehiy arasında
herhangi bir fark yoktur. Mesela: "Namazı ikame ediniz" emri ile
''Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını üstleni" emri; ''Allah'ın zikrine
koşun ... " emri ile "Alış verişi bırakın"[Cuma 9] emri;
"Kurban bayramı (nahr) günü oruç tutmayın" emri ile mesela
"Oruçları birbirine ulamayın (visalorucu tutmayın)'' emri vb. gibi
aralarında fark olduğu anlaşılan emirlerde olduğu gibi.
Bunlar Sahih'te
zikredilen şu olay türünden olmaktadır: Hz. Peygamber [s.a.v.] Übeyy b. Ka'b'ın
yanına çıktı. O namaz kılıyordu. Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Ey Übeyy!"
diye çağırdı. Übeyy, ona döndü fakat cevap vermedi. Namazı kısaca kıldı, sonra
namazdan çıktı. Hz. Peygamber [s.a.v.] kendisine: "Ey Übeyy! Seni
çağırdığımda bana cevap vermekten seni alıkoyan şey ne idi?" diye sordu.
O: "Ya Rasulallah! Namaz kılıyordum" dedi.
Hz. Peygamber [s.a.v.]:
"Bana vahyedilenler arasında 'Allah ve Peygamber,
sizi, hayat verecek bir
şeye çağırdığı zaman icabet edin "[Enfal 24] buyruğunun olduğunu bilmiyor
musun?" buyurdu. O, "Evet, ya Rasulallah! inşallah bir daha yapmam'''
diye cevap verdi.
Bu hadis Buhari'de Ebfı
Said b. el-Mualla'dan rivayet edilmektedir ve bu zat olayın kahramanı
olmaktadır. Bu hadis Hz. Peygamber [s.a.v.] tarafından -her ne kadar mani
durumlar olsa bile- mücerred emrin kendisine bakılması gereğine işaret
edildiğini göstermektedir. Ebfı Davfıd'un Sünen'inde şöyle rivayet edilir: İbn
Mesfıd cuma günü mescide geldi. Hz. Peygamber [s.a.v.] hutbe ira d ediyordu. O
(henüz dışarda) Hz. Peygamber'i [s.a.v.] "Oturun!" derken işitti.
Hemen (bulunduğu yere) mescidin kapısı yanına oturdu. Hz. Peygamber [s.a.v.]
onu gördü ve ona "Abdullah, buraya gel!" diye çağırdı.
Abdullah b. Revaha, Hz.
Peygamberi [s.a.v.], kendisi yolda iken "Oturun!" derken işitti.
Hemen yola oturdu. Hz. Peygamber [s.a.v.] onun yanından geçerken; "Ne bu
halin?" diye sordu. O da: "Sizi 'Oturun!' derken işittim" dedi.
Bunun üzerine Hz; Peygamber [s.a.v.] ona: "Allah Te6HL taatini artırsın"
buyurdu.
Buhari'de rivayet
edildiğine göre Ahzab (Hendek) gününde Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Hiçbir
kimse Kureyzaoğulları yurduna varmadan ikindiyi kılmasın" buyurdu. Yolda
iken ikindi vakti oldu. İçlerinden bir kısmı: "Oraya varmadıkça kılmayız"
dediler. Bazıları da: "Bilakis kılarız. Hz. Peygamber [s.a.v.] bizden bunu
istemedi" dediler. Daha sonra durum Hz. Peygamber'e [s.a.v.] söylendi.
Fakat o, bu iki gruptan hiçbirini azarlamadı.
Pek çok alim, mücerred
"Alış verişi bırakın''[Cuma 9] emrinden dolayı cuma ezanından sonra
yapılmış olan alış veriş akdini feshetmişlerdir.
Bu yaklaşım dikkate
alınacak bir bakış açısıdır ve her ne kadar diğer bakış açısı daha ağır basıyor
durumda ise de, onu kabullenmek ve genel olarak benimsemek mümkündür. Bu bakış
açısının inceleme ve değerlendirme konusunda geniş bir alanı vardır. Bu meyanda
söylenecek sözlerden biri de şudur:
Emir ve nehiyIerde
maslahatlar itibara alınır mı alınmaz mı?
Eğer biz masIahatları dikkate
almaz isek, bu durumda gösterilen tavır mücerred emir ve nehiy sigaları ile
hareket edilmiş olunacağından daha uygun olacaktır. Eğer biz masIahatları
dikkate alacak olursak, emir ve nehiyler itibara alınmaksızın onların aklen
kavranılabilen (hikmetlerinden) bizim için ortaya çıkacak ve kıstas olabilecek
bir durum husule gelmeyecektir. Çünkü masIahatlar, her ne kadar biz onları
genel anlamda bilebilsek de, tafsilatı ile bilinemez. Mesela biz zina haddinin
muhsan (evli) kimse için recm (taşlanarak öldürme) yoluyla olması hükmünden
zinanın önünü almanın amaçlandığını bilebiliriz. Fakat bu zina edenin boynunun
vurulması, ölünceye kadar dövülmesi, ya da belli bir sayıda sopa vurulması,
hapsedilmesi, oruç tutması, ya da keffaretlerde olduğu gibi mal vermesi gibi
yollarla yapılmamakta, sadece recm yoluyla olması istenmektedir. Muhsan olmayan
kimse için ise, bunun yüz sopa ve bir yıl sürgün cezası ile gerçekleştirilmek
istendiğini, yine zinanın önüne geçmeyi aklen mümkün kılabilecek mesela re cm
ya da öldürme yoluyla veya sopa sayısının yüzün üzerinde ya da altında
tutulması gibi yollarla yapılmadığını görmekteyiz. Bütün bunlarda ceza olarak
özellikle belirtilmiş olan şekil ve miktarların içermiş oldukları maslahatı
kavrayamayız. (Yani niye yüz sopa da mesela doksan dokuz ya da yüz bir değil?
Bu iki sayı da pekala caydırma ve önleme görevini yerine getirebilirdi.) Şimdi
biz özellikle belirlenmiş bu cezaların içermiş olduğu maslahatı
kavrayamadığımıza göre -ki akıl için bunları kavramak mümkün değildir- bu durum
belirlenmiş olan bu şeylerde bizim bilemediğimiz başka bir masIahatın
bulunduğunu gösterir. Hikmeti aklen kavranabilen diğer konularda da hüküm aynı
şekilde geçerlidir. Taabbudı konulara gelince durum daha da açıktır ve orada
masIahatların bilinmesine asla imkan yoktur. Şu halde bizim için mücerred emir
ve yasakları dikkate almaktan başka çare yoktur.
Çoğu zaman ilk bakışta
bizim için emir ya da nehyin şöyle bir masalahat içerdiği zahir olur; halbuki
aslında durum tersi olabilir ve bunu onunla tearuz halinde olan başka bir nass
belirler. Bu durı,ımda mutlaka ilk bakışta bize gözüken hikmete değil de o
nassa başvurmamız gerekecektir.
Sonra Makasıd bölümünde
de geçtiği üzere, her emir ve nehyin mutlaka taabbudi bir yönü vardır. Bu sabit
olduğuna göre bu taabbudi yönün ihmal edilmesine imkan yoktur. Mücerred emir ve
nehiy sigalarını dikkate almama sonucunu doğuracak herhangi bir manayı esas
almak mümkün değildir. Şu halde emir ve nehiyden anlaşılan mana (yani akılla
bulunabilen hikmet) esas alındığında eğer bu, o emir ve nehyin ihmali sonucunu
doğuracaksa böyle bir şey mümkün değildir. Aksi takdirde esas alınacak husus,
hikmet değil emir ve nehyin kendisi olacaktır. Sonuç olarak maslahatların
dikkate alınması konusunda söz dönüp dolaşıp şu sonuca ulaşmıştır: Emir ve
nehiyle birlikte masIahatların dikkate alınmasına imkan yoktur. Ulaşılmak
istenen sonuç da budur.
İTİRAZ: Mana ve
hikmetlere iltifatta bulunmamak, Şari'e ait bilinen maksatlardan yüz çevirmek
olur ve sonuçta aynen şöyle diyen bir kimsenin durumuna düşülmüş olur:
"İnsanın içine işemiş olduğu su ile abdest almak caiz değildir. Eğer bir
kaba işemiş ve sonra onu suya dökmüşse onunla abdest almak caiz olur"
CEVAP: İtiraz yerinde
değildir. Çünkü biz diyoruz ki: Bu itiraz emir ve nehiy kiplerinin zahirinin
ihmal edilmesi ve mananın (hikmet ve masalahat) dikkate alınması hali içinde
geçerlidir. Nitekim Hz. Peygamberin [s.a.v.]: "Kırk koyunda bir koyun
(zekat) vardır" hadisi hakkında bazıları şöyle demektedir: "Mana
koyunun kıymetidir. Çünkü zekattan maksat fakirin ihtiyacının giderilmesidir;
bu ise kıymet ile hasılalmaktadır" Bu tevilin sonucunda mevcut olan yok;
yok olan da mevcut kılınmakta ve bu sonuç da koyunun vacip olmadığı neticesini
doğurmaktadır. Bu ise nassa muhalefetin ta kendisidir. Mana ve hikmetlerin
araştırılması neticesinde ortaya çıkan muhalefet şekilleri de bunun benzerleri
olmaktadır. Mana ve hikmetler kayıtsız olarak muteber olmayıp, ancak nassın
sigasından gözetilen maksat olması açısından muteber olduklarına göre,
nassların bizzat sigalarına -ki bunlar asıl olmaktadır- tabi olmak vacip
olacaktır. Çünkü sigaların mana ve hikmetlerle olan ilgisi, aslın fer'i ile
olan ilgisi gibidir. Aslın ilga edilerek fer'inin esas alınması mümkün olmadığı
gibi sıganın ihmal edilerek mana ve hikmetlerin (masIahat)' dikkate alınması da
sahih olmayacaktır.
Buraya kadar
zikrettiklerimiz bu tarzın üstünlüğüne işaret için yeterlidir.
2. İkinci bakış açısı: İstikra ayrıca emir ve
nehiy sıgası ile birlikte bulunan ve bizzat emredilen şeylerde mevcut olan maslahatlara,
nehyedilen şeylerde de mefsedetlere delalet eden hal ve söz karınelerini
dikkate alma sonucunda ulaşılan şer'ı kasıd açısından değerlendirme.
Şöyle ki: "Namazı
ikame ediniz" ayetinden anlaşılan namazı korumak ve ona devam etmektir.
''Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını üstlenin" emrinden anlaşılan da
sıkıntı altına sokulması ya da sonunda ibadetten tümden kesilmesi korkusu
yüzünden mükellefe karşı şefkat göstermedir; yoksa maksat bizzat ibadetin
azaltılması ya da Allah'a yöne lmenin terkedilmesi değildir. ''Allah'ın zikrine
koşun ... " emrinde de durum aynıdır ve bu emirden maksat cuma namazının
kılınmasına karşı önem verilmesini ve bu konuda bir gevşeklik gösterilmemesini
temindir. Yoksa bu emirden maksat sadece sırf ona koşmak değildir. Arkasından
gelen ''Alış verişi bırakın"[Cuma 9] emri de kişiyi cumaya koşmaktan
alıkoyucu davranışları yasaklamak suretiyle birinci emri tekit durumundadır;
yoksa maksat garar satışı, riba satışı vb. gibi yasak olan akitlerin
yasaklandığı gibi mutlak olarak o vakitte alış veriş akdini yasaklamış olmak
değildir.
Aynı şekilde
"Kurban bayramı (nahr) günü oruç tutmayın" dendiği zaman bundan
anlaşılan Şari'in hususiyle o günde oruç tutulmasının terkine yönelik bir
kasdının bulunduğudur. "Oruçları birbirine ulamayın (visal orucu
tutmayın)" veya "Dehir (yani sene boyu) orucu tutmayın" dendiği
zaman bundan amaç mükellefin sayamayacağı ve devam edemeyeceği bir yükümlülük
altına girmemesi için ona karşı şefkat göstermektir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber
[s.a.v.] visal orucu tutardı, oruçları peşi peşine tuttuğu olurdu. Bazen hiç if
tar etmiyor denecek kadar oruç tutar, bazen de hiç oruç tutmuyor denecek kadar
oruç tutmazdı. Kendisi visal orucu tutmuştu, yasağın varlığını bilmelerine
rağmen selef-i salih de visal orucu tutmuşlardı. Çünkü onlar nehyin temelinde
kullara karşı şefkat ve merhamet yattığını; maksadın oruç tutmamak ya da oruç
ibadetini azaltmak olmadığını biliyorlardı. Temelinde bu anlam yatan diğer emir
ve nehiylerle ilgili durum da aynen bu şekildedir.
Öbür taraftan emir ve
nehyin temelinde ibaha kasdı yattığı da anlaşılmaktadır. Her ne kadar emir ya
da nehiy kipi asıl konuluşları itibarıyla bunu gerektirmiyorsa da karıneler
bunun böyle olduğunu göstermektedir. Mesela: "İhramdan çıktığınız zaman avlanın"[Maide
2] "Namaz kılındığı zaman yeryüzüne dağdın"[Cuma 10] emirlerinde
olduğu gibi. Kesinlikle bilinmektedir ki, Şari'in bu ayetlerden maksadı
ihramdan çıkıldığı zaman onların avI anmalarını isteme ya da namazın bitiminde
hemen yeryüzüne dağılmalarını isteme değildir. Onun bu emirlerden maksadı
sadece, bunların yasaklanmasına sebep olan şeylerin -ki birinde ihram hükmünün
sona ermesi, diğerinde de namazın sona ermiş olmasıdır- sona erdiğini
bildirmektir.
Bu bakış açışını da aym
şekilde şer'i istikra desteklemektedir. İlgili bazı örnekler geçmiştir.
Sonra şer'an
masIahatların muteber olduğu, emir ve nehiy sigalarının da masIahattan hali
olmadığı delil ile sabittir. Bu durumda eğer biz masIahatları mutlak anlamda
dikkate almayacak olursak, o zaman muvafakat kasdımıza rağmen Şari'in kasdına
muhalefet etmiş oluruz. Çünkü bilfarz kabul edilen şey, bu emrin şu masIahat
için konulmuş olmasıdır. Bu durumda eğer biz emrin gereği ile yükümlülük
konusunda o maslahatı göz önünde bulundurmayacak olursak, emrin hükmü altına
girme konusunda Şari'in dikkate almış olduğu şeyi ihmal etmiş oluruz ve hu
durumda o emrin bazı uygulama alanlarında O'na muhalefet durumuna her an
düşebiliriz. Şöyle ki: Visal orucu ve her gün pe şi peşine oruç tutulması
hakkında yasak gelmiştir. Buna rağmen Hz. Peygamber [s.a.v.], bu orucu
yasakladığı zaman ashab vazgeçmeyince onlarla birlikte oruçlarını birbirine
ulamış (ve böylece onları te dip etmek istemiştir).
Eğer biz bu durumda
nehiy sigasının zahirine yapışacak olursak karşımıza iki mahzur çıkacaktır:
1. Hz. Peygamber [s.a.v.] onlara bunu
yasakladığı halde, onların yasağa uyarak bu oruçtan vazgeçmiş olmamaları. Eğer
yasaktan maksat zahiri olmuş olsaydı o takdirde ashab, Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] yasağı karşısında açıktan ona muhalefet etmek suretiyle inatçı bir
tavır almış ve aşikare isyan ile onu karşılarına almış olurlardı. Böyle birşeyi
kabulde ise son derece tehlikeli sonuçlar vardır.
2. Bizzat Hz. Peygamber [s.a.v.] onlar yasağa
uymayınca onlarla birlikte yasaklamış olduğu şeye yani oruçlarını birbirine
ulamaya koyuldu. Eğer yasaktan maksat zahiri olsaydı, o zaman Hz. Peygamberin
[s.a.v.] bu tavrı bir çelişki olurdu. Haşa peygamber için böyle bir durumun
olması söz konusu değildir. Hz. Peygamberin [s.a.v.] bu yasakta bulunması, sadece
onlara karşı gösterdiği şefkat ve merhametin bir sonucu idi. Onlar bu kolaylık
ve müsamahayı kendi nefisleri için göstermeyip, Allah'ın rızasını kazanma
yolunda güçlüklere katlanma sevabı talebinde bulununca, Hz. Peygamber [s.a.v.]
onlara bu yasağı niye koymuş olduğunu bilfiil göstermek ve böylesi bir
ibadetteki meşakkati onlara öğretmek istedi. Böylece onlar Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] bu yasağının kendilerine mahza bir rahmet olduğunu, Rablerinin
rızasını kazanmak uğrunda meşakkat ve sıkıntılara katlanma konusunda sabır ve
tahammül gösteremeyen zayıfkimseler için en uygun yolun da bu olduğunu anlamış
olacaklardı.
Keza Hz. Peygamber
[s.a.v.] bazı şeyleri yasaklamış, bazı şeyleri de emir buyurmuştu. O, bu emir ve
yasaklarda mutlak bir ifade kullanmış ve böylece mükellefin gerek kendisi ve
gerekse başkaları hakkında orta yolu tutmasını istemiş, emir ve nehiy
sigalarının gerektirdiği mutlaklığın gereğini istememiştir. Güzel ahlak
ilkeleri ve diğer iyi şeyler mutlak bir ifade ile emredilmiş; kötü huylar ve
silİr kötü işler de aynı şekilde mutlak bir ifade ile yasaklanmıştır. Daha önce
de geçtiği gibi, bu gibi yerlerde mükellefkendi içerisinde bulunduğu hal ve
durumların gereği doğrultusunda ictihad etmek ve değerlendirmede bulunmak
durumunda idi. Eğer emir ve nehiylerin taşımış oldukları mana ve hikmetlere
bakılmaksızın sırf lafızlar dikkate alınacak olsaydı böyle birşey mümkün
olmazdı. Mesela Hz. Peygamber [s.a.v.] garar (bilinmezlik) satışını yasaklamış
ve onlardan bazılarını da ismen zikretmiştir: Meyvenin kendisini kurtarmadan
önce satışı, ceninin satışı, çakıl atılarak malın belirlenmesi şeklinde yapılan
satış vb. gibi. Eğer biz garar yasağı getiren bu nassın zahirine yapışacak
olursak, o zaman aliş verişi caiz olan pek çok şeyin satımı mümkün
olmayacaktır. Mesela, kabuğu içerisinde ceviz, badem, kestane vb. gibi şeylerin
satılması; ucu toprakta gömülü olan direk vb. gibi şeylerin satılması; kavun,
karpuz ve salatalık türünden olan tüm mahsüllerin satılması; dahası temelleri
toprak altında olan evler, dükkanlar gibi gözün göremediği kısımlar içeren her
şey, enkazlar ve benzeri, haklarında satışlarının caiz olduğunu gösteren nass
bulunmayan sayılamayacak kadar pek çok şeyin satımı yasak olan garar satışı
içerisine girecekti ve satışı mümkün olmayacaktı. Böyle bir sonuç ise asla
doğru değildir. Çünkü yasak olan garar, aklı başında kimselerce var da
olabilir, yok da olabilir şeklinde anlaşılan bir bilinmezliği içeren durumlara
yorulur. Yasağın bu şekilde anlaşılmasını gerektiren şey masIahat manası (yani
me salih-i mürsele) olmaktadır ve lafza mücerred olarak bağlanılmamaktadır.
Bir nokta daha var: Emir
ve nehiyler lafız bakımından ele alındıkları zaman neye delalet edecekleri
konusunda müsavidirler. Onlar içerisinden vücup için olan emri, mendupluk için
olandan; haramlık için olan nehyi, mekruhluk için olandan ayırmak bizzat
nasslar yoluyla mümkün olmaz. Bu şekilde bir kısmı bilinebilse bile çoğunluk
bilinemez. Bunlar arasında meydana gelen fark, bize sadece mana ve hikmetleri
tabi olma, maslahatı göz önünde bulundurma sonucunda ortaya çıkmıştır. Keza
bunların hangi mertebede bulundukları (yani zaruriyyattan mı, haciyyattan mı ya
da tahsiniyyattan mı oldukları) ancak maslahatın' göz önünde bulundurulması ve
manevi istikra yoluyla ortaya çıkacaktır. Bu hususları öğrenmek için biz
mücerred emir ya da nehiy sigalarına bakmamaktayız. Eğer öyle olmasaydı o zaman
şeriatta mevcut bulunan emir sigalarının (mesela vücup gibi) hep aynı düzeyde
olması gerekir; çeşitli kısımları bulunmaz dı. Nehiy sigası için de durum aynı
olurdu. Hatta diyoruz ki: Mutlak olarak söylenmiş Arap kelamının gerçek
anlamına ulaşılabilmesi için mutlaka sözün gelişinin dikkate alınması,
sigaların delaleti konusunda amaçlanan manaların göz önünde bulundurulması
gerekir. Aksi takdirde söz gülünç ve alay konusu olur. Mesela onlar şöyle
derler: "Falan arslandır" veya "Falan eşektir";
"Falanın külü çoktur" veya "Köpeği korkaktır";
"Falanca kadının küpesinin düştüğü yer uzaktır. Bunlar gibi sayılamayacak
kadar çok (kinaye) sözler vardır ve eğer bunlarda sadece lafız dikkate alınacak
ve mana itibara alınmayacak olsa onların maklil hiçbir anlamı kalmaz. Hal böyle
iken Allah ve Resulü'nün kelamı hakkında durum farklı mı olacaktır sanırsın?!
İşte bu noktadan hareket edilip lafzın yanında mana ve hikmetlerin de göz
önünde bulundurulması sonucundadır ki, durgun suya doğrudan işemekle, bir kaba
işeyip de sonra onu suya dökmek arasında bir ayırımın mümkün olup olmayacağı
ortaya çıkacaktır.
Imamu'l-Haremeyn, İbn
Süreye'den nakleder: O, Ebu Bekir b. Davlid el-Isbahani ile nassların zahirine
yapışma konusunda münazara yapmıştır. İbn Süreye ona: "Sen nassların
zahirlerine yapışıyorsun. Peki, Allah Teala "Kim zerre kadar hayır işlerse
onu görür"[Zilzal 7] buyuruyor. "Şimdi iki zerre kadar hayır işleyen
hakkında ne dersin?" diye sorar. O: "İki zerre, zerre ve zerre
demektir" diye cevap verir. İbn Süreyc: "Peki, bir buçuk zerre kadar
işlerse?" diye sorar. Bunun üzerine o bocalar ve münazarayı bırakır ..
Kadı Iyaz bazı alimlerden "Davud'un bu mezhebinin hicri ikiyüz yılından
sonra ortaya çıkmış bir bidat olduğunu" nakleder. Bu her ne kadar zahir
ile ameli red konusunda bir aşınlık ise de mana ve hikmetlerin bir tarafa
itilerek sadece nassların zahiri ile amelde bulunmak da bir aşırılık ve Şari'in
maksadından uzaklaşmak olur. Öbür taraftan nassların zahirlerinin ihmali de
israftır, aşınlıktır. Nitekim bu konu Makasıd bölümünün sonunda geçmişti.
İnşallah daha sonra yine tekrar ele alınacaktır.
FASIL:
Bu sabit olduğu ve
amelde bulunan kimse emir ve nehyin illetinden anlaşılan muktezaya uygun olarak
amel ettiği zaman o kimse güçlü bir yol üzere yürümüş, girdisinde çıktısında
her hususta Şari'in kasdına uygun hareket etmiş olacaktır. O yüzdendir ki
selef-i salih, kendilerini ibadete verme ve azımetleri araştırma ve onlarla
amel etme konusuna vermişler ve nefislerini Allah'a kulluk uğrunda meşakkat ve
sıkıntıların altında ezmişlerdir. Çünkü onlar emir ve nehiylerin emreden ve
nehyeden cihetinden geldiğini ve onların "Nasıl yaptıklarınıza bakmak
için"[Yunus 14]; "Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak
için"[Mülk 2] olduğunu; ancak mükellefin bünyece zayıf, irade açısından
güçsüz, sabır bakımından yetersiz olması hasebiyle, onun öyle olduğunu bilen ve
onu o şekilde yaratan Allah Teala, kulunu mazur görmüş ve zayıflığı sebebiyle
ona acıyarak amellere girme konusunda dayanabileceği kolaylıklar getirmiştir.
Bu cümleden olmak üzere onun kalbine taat sevgisini koymuş ve onu güçlendirmiş,
bazı huzur bozucu ve sarsıntı verici durumlar, zihni karıştıncı düşünceler
karşısında sabretmesi halinde onunla birlikte olmuş, ona olan rahmetinin bir
tecellisi olmak üzere meşakkatlerle karşılaşma halinde güçlük ve sıkıntıların
kaldırılacağı bir alan kılmış, amele ilk başlama anında hafifletme yoluyla bir
hazırlık devresi kılmış ve bu şekilde devamlılığın ağırlığını karşılamak
istemiş, bunun sonucunda yükümlülükler üzerinde devamlılığın kendisine ağır
gelmemesini amaçlamıştır" Eğer kula hayır işleme tutkusu girerse ve
kendisine meşakkatların kolaylaşması kapısı aralanırsa, bundan böyle ağır olan,
ona hafif gelmeye başlar ve Allah Teala'nın "Herşeyi bırakıp yalnız O'na
yönel"[Müzemmil 8]; "Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk
etmeleri için yarattım"[Zariyat 56] gibi ayetlerinde ifadesini bulan mutlak
kulluk emrini ifaya kendini verir. Sanki meşakkat ve zıddı kolaylık hakiki
değil tamamen izafı (göreli) şeylerdir. Nitekim bu konu Ruhsatlar bahsinde
geçmişti. Şimdi emir yöneltilmiştir ve emir karşısında herkes kendi nefsinin
fakihidir. Emir ve nehiylerle kullara karşı rahmet ve genişlik murad olunduğumi
göre, aynı kasdın bulunması konusunda bunlarla ruhsatlar birleşmiş olurlar. Bu
durumda azimetler konusunda emir ve nehiyler genel anlamda uyulması maksud olan
şeyler olurlar; rıfk konusunda ise onlar kula yönelik olur: Eğer kul bu durumda
rıfk ve kolaylık yönünü tercih ederse, o ruhsat gibi olur. Eğer aksi tarafını
tercih edecek olursa o zaman da "Herşeyi bırakıp yalnız O'na
yönel"[Müzemmil 8] buyruğunun vb. gereği olan azimet doğrultusunda hareket
etmiş olur.
FASIL:
Sarih olmayan emir ve
nehiylere gelince bunlar birkaç kısımdan oluşur:
1. Hükmün ifadesi haber cümlesi şeklinde gelir.
Örnekler: "Oruç size yazıldı"[Bakara 183]; ''Anneler çocuklarını tam
iki yıl emzirirler"[Bakara 233]; ''Allah, inkarcılara, inananlar aleyhine
asla fırsat vermeyecektir"[Nisa 141]; "Onun keffareti on yoksulu
doyurmaktır"[Maide 89] Bunlar ve benzeri içerisinde emir manası bulunan
fakat haber cümlesi (inşai değil de ihbar!) şeklinde gelen nasslar bu türden
olmaktadır. Bu kısmın hükmü açıktır ve bunlar sarih emir ve nehiyler gibi işlem
görürler.
2. Fiilin ya da o fiili işleyenin övülmesi; ya
da fiilin ya da o fiili işleyenin yerilmesi; emirler hakkında fiili işleyene
sevap verileceğinin, nehiyler hakkında ise o fiili işleyene azap edileceğinin
belirtilmesi; ya da emirler hakkında fiili işleyeni Allah'ın seveceğinin,
nehiylerde ise fiili işleyene Allah'ın buğzedeceğinin ve hoşlanmayacağının veya
sevmeyeceğinin bildirilmesi. Bu kısmın örnekleri de açıktır. Mesela: "Allah'a
ve peygamberlerine inananlar, işte onlar dosdoğru olanlardır"[Hadid 19];
"Bilakis siz aşırı giden bir topluluksunuz"[Yasin 19]; "Ve kim
Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, onu cennetlere sokarız"[Feth 17];
"Kim Allah'a ve Resulüne isyan eder ve O'nun sınırlarını aşarsa, onu
cehenneme sokarız"[Nisa 41]; "Allah, iyilik yapanları
sever"[Al-i İmran 134]; "Şüphesiz O, israfçıları sevmez"[En'am
141]; "Kulları için küfre razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden hoşnud
olur"[Zümer 7] ... vb. gibi. Bunlar da açıktır dedik, çünkü bu ifadeler
tartışmasız olarak övülen konularda o fiilin işlenmesine, yerilen konularda da
o fiilin terkedilmesine yönelik zımni bir talep içermektedirler.
3. Talep konusu şeylerin gerçekleşmesi
kendilerine bağlı olan şeyler: "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiği
şey de vacip midir?"; "Birşeyi emretmiş olmak onun zıddını da
yasaklamış olmak mıdır?" el-Ka'bi'nin görüşüne göre, "Birşeyin mübah
olması, onun emredilmiş olması demekmidir?" ve daha başka benzeri aslında
maksud olmadıkları halde talep konusu olan şeylerin işlenmesi ya da
terkedilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyler de bu kısmı teşkil
etmektedir.
Alimler gerek bu
konularda ve gerekse bunların dikkate alınıp alınmayacağı konusunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu konular usul kitaplarında işlenmiştir. Ancak, şayet biz
bunların dikkate alınmalan gerektiğini söyleyecek olursak, bu asli kasıt
üzerine değil tali (ikinci) kasıt üzerine olmuş olacaktır. Hatta bunlar derece
bakımından "Alış verişi bırakın" gibi tabi durumda olan sarih emir ve
nehiylerden daha zayıf olacaklardır. Çünkü dikkate alma konusunda sarih olan
emrin rütbesi hiçbir zaman zımni olanın rütbesi gibi değildir.
Makasıd bölümünde
geçtiği üzre şer'i maksatlar iki kısımdı: a) Asli maksatlar, b) Tabi maksatlar.
Emir ve nehiylerle ilgili burada zikredilen bu kısım işte o taksimden
dağınaktadır. Bu ikisi arasında çok büyük fikhi incelikler bulunmaktadır. O
yüzden konunun açıklığa kavuşması ve sonunda Allah'ın izniyle başka
benzerlerini de yerlerine oturtabileceğin bir kıstasa ulaşabilmen için bir
fasıl açıp orada bir mesele zikriyle izahat vermemiz gerekmektedir.
FASIL:
Fukahaya göre
"gasb" rakabe üzerine teaddide bulunmak demektir.
"Teaddi" ise, rakabe
üzerine değil de menfaatler üzerine tecavüzde bulunmaya has bir ifadedir.
Gasıb, gasbedilen şeyin
rakabesine malik olmayı kastederse, bu ona yasaklanmıştır ve kasdı cihetinden
yaptığı şeyden dolayı günahkardır. Bu durumda kişi sadece rakabeyi kastetmiş
olmaktadır. Bu itibarla nehiy öncelikle rakabe üzerinde malikiyet kurması
maksadına yöneliktir.
Menfaatler üzerine
teaddiye gelince, burada kasıt rakabeye değil menfaatlerin elde edilmesine
yönelik olmaktadır. O bu kasdı sebebiyle o şeyle faydalanmaktan yasaklanmış
olmaktadır. Bu durumda o, sadece menfaatlere yönelik bir kasıt bulundurmuş
olmaktadır. Ancak her iki durum da, tabiyet hükmü yoluyla -birinci (asli)
kasıtla değil de ikinci (tabi) kasıtla- diğerinin bulunmasını zorunlu
kılmaktadır.
Kişi eğer gasıb ise,
menfaatleri değil, rakabeyi tazminle sorumlu olacaktır ve rakabenin sadece gasb
günündeki kıymetini tazmin edecek, (onu gasbdan hüküm anına kadar geçen süre
içerisinde ulaştığı) en yüksek kıymetten ödemeyecektir. Çünkü faydalanma
rakabeye tabi durumdadır. O tabi durumda olunca, ondan faydalanma hakkında
gelen yasak da rakabeye el koyma yasağına tabi durumunda olacaktır. O yüzden de
menfaatlerin kıymetini tazmin etmeyecektir; ancak bazı alimlerin görüşüne göre
menfaatlerin tazmini söz konusu olacaktır ve bunlar görüşlerini "gasıbın
rakabe ile birlikte aynı anda asli kasıtla menfaatlere yönelik de kasıt
bulundurmuş olacağı" esasına bina etmektedirler. Daha açık görüşe göre
rakab e gasıbı üzerine menfaatlerin tazmini gerekmemelidir; çünkü bir genel
kaide getiren "el-Haracu bi'd-daman" (= Cereme kime semere ona.)
hadisinin genel kapsamına bu da girmektedir. Bunun sebebi zikredildiği üzere,
gasbedilen şeyden faydalanmayı yasaklama bizatihi maksud değildir; aksine o
gasb yasağına tabi durumdadır. Bu haliyle o, cuma vaktinde yapılan alış verişin
durumuna benzemektedir. Açıkça yasak bulunmasına rağmen bu vakitte yapılan alış
veriş -yasaktan gözetilen maksat bizzat alış verişi yasaklamak olmadığı için-
bir kısım alimlere göre sahih olunca, zımni nehiy ile yasaklanmış olması
durumunda onun öncelikli olarak sahih olması gerekecektir.
Bu bahis "Vacibin
ancak kendisi ile tamamlanabildiği şey de vacip midir?" meselesinde de
aynen geçerlidir. Eğer biz vacip değil dersek, O takdirde bir problem
bulunmayacaktır. Yok vacip diyecek olursak o zaman onun vacipliği bizatihi
olmayacaktır. Aynı şekilde "Birşeyi emretmiş olmak onun zıddını da
yasaklamış olmak mıdır?", yine "Bir şeyi yasaklamış olmak onun
zıdlarından birini emretmiş olmak mıdır?" meselelerinde de durum aynıdır.
Eğer biz öyle dersek, o zaman bu bizatihi maksud olmayacaktır ve bu durumda
emir ve nehiy için kesin bir hüküm bulunmayacak; ancak bilfarz asli kasıt ile
maksud olması takdirinde kesinlik kazanabilecektir; oysa ki durum öyle
değildir.
Eğer (gasıb değil de)
müteaddi ise, o takdirde tazmin sorumluluğu gasb değil de teaddi tazmini
şeklinde olacaktır; çünkü bu durumda rakabe tabi durumda olmaktadır. Durum
böyle olunca rakabeye el koyma yasağı, menfaatlere el koyma yasağına tabi
olmaktadır. Bu yüzden de mutlak surette en üstün kıymetinden tazmin edecektir
ve az çok ne varsa tazminle yükümlü olacaktır. Teaddi durumunda rakabenin
tazmini ise, sadece malın telef olması halinde söz konusudur. Çünkü onun telefi
menfaatlerin de telefi sonucunu doğurmaktadır. Bunlarda gasb hali ise böyle
değildir.
Eğer bunlar aynı olsaydı
o zaman ne İmam Malik ne de başkaları bunların aralarını ayırmazlardı. İmam
Malik gasıb ve hırsız (sarik) hakkında şöyle demiştir: "Gasbedilen ya da
çalınan şeyi piyasasından ve menfaatlerinden alıkoyar ve sonra olduğu gibi geri
iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakkı yoktur. Eğer iareten almış
(müsteir) ya da kiralamış (mütekari) (ve teaddide bulunmuş ise) o takdirde
kıymetini tazmin eder." Bu sonuç, İmam Malik ve tabiIerinin mezhebinde
meşhur olan görüş üzerine kurulmuştur. Aksi takdirde görüşün mercii farklı
olacaktır. Burada üzerine binada bulunulan esas ise sabittir.
Her iki kısmın arasında
fark görmeyen kimseler görüşlerini şu yaklaşımlar üzerine bina etmiş
olmaktadırlar:
1. Mezhep müntesiplerinin zikretmiş oldukları şu
kaide: "Devam ibtida (başlama) gibi midir?" Eğer biz devamın başlama
hükmünde olmadığını söyleyecek olursak, bu meşhur olan görüşe göre gasbda
geçerli olmaktadır. Bu takdirde tazmin gasb günü gerekecektir. Menfaatler ise
tabidir. Yok devam başlangıç gibidir, diyecek olursak, bu durumda gasbeden
kimse her an gasba yeniden başlıyor gibi olacaktır ve bu haliyle o, her an yeni
bir tazmin sorumluluğu altına giriyor demektir ve bu durumda gasbettiği şeyi en
yüksek kıymeti ile tazmin etmek durumunda olacaktır. Nitekim İbn Vehb, Eşheb ve
Abdulmelikbu görüştedirler. İbn Şa'ban bunu: "Çünkü her an ona iade
gerekmektedir ve onu iade etmediği her an için o malı o anda yeniden gasbetmiş
duruma düşmektedir" şeklinde izah etmiştir.
2. Bir başka kaide daha var: "Eşyalara
hakiki anlamda ancak Yaratıcı malik olabilir; kul için sadece onların
menfaatleri söz konusudur" Durum böyle olunca rakabeye yönelik olan kasıt,
onun menfaatlerine sahip olma amacına dönüşür mü dönüşmez mi? Eğer dönüşür
dersek -zira eşyaların rakabelerinin bir ayın olmaları hasebiyle bizatihi
bir menfaatleri yoktur
ve insanlarca arzulanan faydaları içermiş olmaları bakımından istenirler- o
zaman bu, menfaatin tazmini için gasb ile teaddinin arasını ayırmama cihetine
gidenlerin görüşü olmuş olur. Eğer dönüşmez dersek, o zaman bu, iki eylemin
arasının ayrılmasının bir gereği olmuş olur.
3. Gasbeden kişi, gasb eylemi ile gasbettiği
şeyin rakabesine malik olmak isteyince, acaba bu kasdı sonucunda kendisine yönelen
tazmin sorumluluğu karşılığında o şeye malik olmuş gibi sayılabilir mi? Başka
bir ifade ile "Gasb sonucunda mülkiyet şüphesi doğar mı?" Eğer bu
soruya evet cevabı verecek olursak -aynen müslümana ait malların kafirlerin
eline geçmesi halinde olduğu gibi- o zaman konu Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
"el-Haracu bi'd-daman" (= Cereme kime semere ona) hadisi altına
girmiş olacaktır. Bu durumda o malın ürünü, yükselen ya da düşen kıymeti veya
meydana gelen bir değişiklik, gasbeden kimseye ait olacak ve kendisine tazmin
sorumluluğunun gereği lazım gelecektir. Aynen istihkak ve fasit alış veriş
örneklerinde olduğu gibi.
Eğer bu soruya hayır
cevabı verir ve mülk şüphesi doğmaz, gasbedilen mal gasb sonrasında da asıl
sahibinin mülkiyetinde kalmaya devam eder diyecek olursak, bu durumda o maldan
ortaya çıkacak her türlü ürün ve menfaat sahibinin mülkünde ve ona ait olacak
ve gasbeden kimsenin mutlaka onları tazmin etmesi gerekecektir. Çünkü asıl malı
gasbettiği gibi onları da gasbetmiş olmaktadır. Meydana gelen noksanlığa
gelince, eğer bu kusur ve tecavüzü neticesinde meydana gelmiş ise gasbedenin
onu da yüklenmesi gerekecektir; çünkü gasbedilmiş bir malın noksanlaştırılması;
onun rakabesinin bir kısmını itlaf etmek demektir. Dolayısıyla, menfaatler
üzerine teaddide bulunan kimsenin tazmin ettiği gibi o da tazmin edecektir.
Çünkü rakabenin varlığının olduğu gibi devam etmesi, onun menfaatleri
cümlesinden olmaktadır. Bunun da mevcut ihtilafın üzerine bina edilebilecek bir
esas olması mümkündür.
4. Şöyle denilebilir: Acaba gasbedilen şey,
aynen olduğu gibi tekrar sahibine iade edilecek olsa, bu durumda o mal teaddi
edilen mal gibi kabul edilir mi? Zira her ikisinde de görünüş aynıdır ve
gasbeden kimsenin gasbettiği şeyi geri vermesi halinde de kasdının bir etkisi
olmaz; çünkü İmam Malik'in ortaya koyduğu kaideye göre itibar fiillere olup
maksatlara değildir ve vasıtalar ilga edilir. Yoksa böyle sayılmaz mı? İmam
Malik'in buradaki sözünün işaretine bakılacak olursa kasdın eseri
bulunmaktadır. İbnu'l-Kasım'ın sözünün zahirinden anlaşıldığına göre de kasdın
bir eseri yoktur. Bu yüzdendir ki İmam Malik gasbeden ve hırsız hakkında
"Piyasasından alınan şeyi hapseder ve sonra onu olduğu gibi iade ederlerse
sahibinin tazmin ettirme hakkı yoktur. Eğer iareten almış (müsteir) ya da
kiralamış (mütekarı)(ve teaddide de bulunmuş ise) o takdirde kıymetini tazmin
ettirir" sözünü söyleyince İbnu'l-Kasım: "Eğer Malik'in bu sözü
olmasaydı, hırsıza kiracıya getirdiği sorumluluğu yüklerdim" demiştir.
Bu yaklaşımlar, İmam Malik
ve diğerlerinin mezheplerinde mevcut bulunan ihtilafın birer izahı olabilir ve
bu haliyle "Asli kasıt ile gelen emir ve nehiylerin hükmü kesindir; tabi
(ikinci) kasıt ile gelen emir ve nehiylerin ise durumu böyle değildir"
şeklinde geçen kaide asli hali üzere zedelenmeden kalabilir. Bu zikredilen
kaide ile birlikte bu yaklaşımlar beraberce ele alındığı zaman ihtilafın yönü
anlaşılmiş olur. Belki de bundan istihsana dönük bazı şeyler çıkmış olabilir ve
bunlar asıl kaideyi bozmaz. Allah'u a'lem!
Bil ki, gasbedilmiş bir
yerde kılınan namaz meselesi, bu esasa vurulduğu zaman, namazın batıl
olmadığına kail olan çoğunluk ulemaya ait görüşün doğruluk yönü ve batılalacağı
görüşünü taşıyan imam Ahmed b. Hanbel, Asbağ ve diğerlerinin yaklaşımlarının
izahı ortaya çıkmış olacaktır.
Bu mesele, yine bu
noktaya çıkan bir başka meseleyi hatırlatmaktadır ve o da şudur:
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: