EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AVARİZU’L-EDİLLE /
BİRİNCİ FASIL: MUHKEMLİK VE MÜTEŞABİHLİK /
İKİNCİ MESELE:
Müteşabihliğin şer'i
nasslarda varlığı bilinmektedir. Ancak bunun miktarı nedir? Bunlar az mıdır? Yoksa
çok mudur? İnceleme bu konu üzerindedir. Sabit olan müteşabih unsurların çok
değil az olduğudur. Delilleri:
1. Bu konuda açık nass vardır: Bu Yüce Allah'ın
şu buyruğu olmaktadır: "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabın anası
olan muhkem ayetler vardır. Diğerleri de müteşabih ayetlerdir."[Al-i İmran
7] Muhkemler hakkında "onlar kitabın anasıdır (ümmü'l-kitab)"
buyurulması onların büyük çoğunlukta olduklarını gösterir. Birşeyin anası, o
şeyin büyük çoğunluğunu ve tamamına yakın kısmını teşkil eder. Mesela yolun
büyük kısmı anlamında 'ümmü't-tarik' derler. Beynin bütün parçalarını içerisine
alan ve onu her taraftan kuşatan beyin zarı için de 'ümmü'd-dimağ' tabirini
kullanırlar. Ümm, aynı zamanda asıl, esas manalarına da gelir. Bu anlamda Mekke
için 'Ümmü'l-kura' (şehirlerin anası) denilir; çünkü yerküre oradan yaratılmaya
başlamıştır. Bu anlamda da mana birinciye çıkar. Durum böyle olunca ayette
bulunan "Diğerleri de müteşabih ayetlerdir''[Al-i İmran 7] kısmı ile az
olan taraf kastedilmiş olmaktadır.
2. Eğer müteşabih çok olsaydı o zaman karıştırma
ve çıkmaza girme çok olurdu ve bu durumda Kur'an hakkında onun bir beyan ya da
hidayet kaynağı olduğunu söylemek mümkün olmazdı. Halbuki bu tür pek çok ayet
bulunmaktadır: "Bu Kur'an, insanlara bir açıklama, sakınanlara yol
gösterme (hidayet) ve bir öğüttür"[Al-i İmran 138]; "Müttekıler için
bir hidayettir."[Bakara 2]; "Sana da insanlara gönderileni
açıklayasın diye Kur'an'ı indirdik. "[NahI 44] Kur'an, sadece insanlar
arasında meydana gelen anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve onların
problemlerine çözüm getirmek için gelmiştir. Müşkil ve açık-seçik olmayan
birşey, sadece yeni açmazlara ve şaşkınlıklara sebep olur ve asla hidayet ve
beyan özelliği taşımaz. Oysa ki, şeriat ancak bir beyan ve hidayettir. Dolasıyla
bu da, müteşabihin çok olmadığının bir delili olur. Öyle ki, eğer bizzat nass
şeriatta müteşabih unsurların bulunduğunu göstermeseydi, müteşabihlikten söz
etmeye imkan bile olmayacaktı. Ancak nass ile varlığı bildirilen bu müteşabih
unsurlar, mükellefe iman ve tasdik ötesinde bir hüküm getirmemektedir ve bu
durum gayet açıktır.
3. İSTİKRA: Müctehid şer'i deliller üzerinde
düşündüğü zaman, onların belli bir düşünce sistemi üzerine oturduğunu,
hükümlerinin düzen içerisinde olduğunu, bütün yönleriyle hep ayni bütünün
özelliklerini taşıdığını görecektir. Nitekim şu ayetlerde de bu husus
belirtilmiş bulunmaktadır:
"Bu Kitap, hakim ve
haberdar olan Allah tarafından, ayetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya
açıklanmış bir Kitap'tır"[Hud 1]; "İşte bunlar, hikmetli Kitab'ın
ayetleridir"[Yunus 1]; ''Allah, ayetleri birbirine benzeyen ... Kitab'ı
sözlerin en güzeli olarak indirmiştir."[Zümer 23] Birbirine benzeyen
demek, başı sonunu, sonu da başını tasdik eden demektir. Başı sonu derken nüzul
yönünden önce inenlerle sonra inenleri kastediyorum.
İTİRAZ: Müteşabih azdır
nasıl diyebilirsiniz? Az önce tefsir edilen anlamda müteşabih gerçekten çoktur;
çünkü onun kapsamına mensuh, mücmel, amm, mutlak ve müeyyelden pek çoğu
girmektedir. Bu sayılanlardan her biri altında ise pek çok tafsilat vardır.
Hatta bu konuda İbn Abbas'tan nakledilen: ''Allah herşeyi
bilicidir"[Bakara 282] ayeti hariç, hiçbir amm ifade yoktur ki, tahsis
görmesin" sözü iddiamızın ispatı için yeterlidir. Şer'ı deliller üzerinde
kaideleriyle birlikte detaylarıyla düşünen kimse, onların mahut bidüziyelik
üzere olmadıklarını görür. Mesela zaruriyyattan olan vacibler, zahirde mutlak
ve umumı olarak vacip kılınmışlardır. Sonra hacı, tekmili ve tahsıni esaslar
gelmiş ve onları pek çeşitli şekillerde ve sayılamayacak kadar çok yerde
kayıtlamışlardır. Amm ile zikredilen diğerlerinde de durum aynıdır.
Sonra sen şeriatta
üzerinde ittifak edilen konuların, ihtilaf konularına nisbetle çok az olduğunu
göreceksin. Bilindiği gibi, üzerinde görüşbirliği edilen şeyaçıktır; üzerinde
ihtilaf edilen şey de kapalıdır. Çünkü ihtilafı doğuran şey, şüphesiz ki hükmün
mahallinde mevcut bulunan müteşabihliktir. Bunlara ilaveten şunu da söyleyelim:
Şeriatın getirdiği yükümlülüklerin esasını emir ve nehiy oluşturur. Buna rağmen
herşeyden önce bunların manalarında, sonra kiplerinde, daha sonra da 'yap' ve
'yapma' ifadelerinin emir ve nehiy için tayin edilmiş kip olup olmadığı
konusunda ihtilaf edilmiştir. Bununla kalınmamış ne gerektirdiği konusunda
ihtilaf edilmiş ve pek farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu esas üzerine
kurulmuş üzerinde ittifak edilen, edilmeyen her feri mesele, bu durumda ihtilaf
konusu olacak ve bu durum icma yoluyla -ki bu çok nadirdir- bir yöne doğru
belirleninceye kadar devam edecektir.
Sonra mf ması
lafızlarından elde edilen deliller, kitabın baş tarafında belirtilen kesinliği
zedeleyici on unsurdan uzak olduğu sabit olmadıkça şaibeli almada devam eder.
Bunların olmadığını tespit ise gerçekten çok zor bir iştir.
İcmaa gelince, bu başta
tartışmalı bir konudur. Sonra icma sabit olsa bile, onun ittifakla
hüccetliğinin sabit olabilmesi için gerçekten pek çok şart bulunmaktadır. Bu
şartlardan birisi bulunmadığı zaman icma hüccet olmayacak ya da üzerinde
ihtilaf edilen türden olacaktır.
Sonra amm lafızlar
konusunda ta baştan ihtilafbulunmaktadır. Onun için acaba belli bir siga var
mıdır, yok mudur? Eğer var dersek, o zaman onun amelini icra edebilmesi ancak
ileri sürülen belli şart ve niteliklerle mümkün olabilecektir. Aksi takdirde
muteber olmayacak ya da üzerinde ihtilaf edilen konulardan olacaktır. Mutlak
ile mukayyed arasındaki ilişki de aynıdır.
Hem sonra delillerin
büyük çoğunluğunun delaleti nass olmayıp, tevile açık bulunduğuna göre
araştırmacının önünde ihtimallerden mutlak surette uzak bir delil
kalmayacaktır.
Sonra vahid haberler
şeriatta bir esas (umde) olmaktadır ve bunlar deliller içerisinde büyük bir
çoğunluğa sahiptirler. Bunlara ayrıca sened yönünden de zayıflık bulaşır. Hatta
bunların hüccet olup olmadıkları tartışmalıdır. Eğer hüccetliği kabul edilirse,
keza bunların da sıhhat şartları bulunacaktır ve bu şartların bulunmaması
durumunda delilliği zedelenecek ve, kendisi ile amel edilmeyecek yahut da amel
edilmesi hakkında ihtilaf söz konusu olacaktır.
Delillerden hüküm
çıkarmanın bir yolu da 'mefhum'a itibar etmektir. Mefhüm konusu ise tamamen
ihtilaflıdır. Bu durumda ihtilaflı olan bu delillerden üzerinde görüşbirliği
edilen bir sonuca ulaşılması mümkün değildir.
Sonra kıyasa döndüğümüzde
daha büyük ihtilaflarla karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü herşeyden önce kıyasın
kendisi üzerinde ihtilaf bulunmaktadır. Sonra onun çeşitleri, illeti belirleme
yolları ve sıhhat şartları konularında büyük görüş ayrılıkları olmuştur. Buna
rağmen yirmibeş itiraz konusundan uzak olması da gerekecektir. Böyle bir
delilin şaibelerden uzak olması ve sonunda açık-seçik bir hüküm ortaya
koyabilmesi gerçekten de çok uzak bir ihtimaldir.
Bir başka nokta daha
var: Her bir şer'ı istidlal, iki mukaddime üzerine kurulmak durumundadır.
Birisi şer'ıdir ve onlar üzerinde durmada su götürür unsurlar vardır. İkincisi
ise, nazari (fikri) mukaddimedir ve menatın (yani hükmün dayanağı, mahalli)
belirlenmesine yöneliktir. Hükmün her menatı ise zorunlu olarak bilinebilecek
şeyler değillerdir. Aksine çoğu kez onlan inceleme ve araştırma sonucunda
bulmak mümkün olmaktadır. Bu durumda şer'ı delillerin büyük çoğunluğu nazari
olmaktadır. İbnu'l-Cüveynı, aklı-nazari meselelerde genelde ittifak etmenin
mümkün olamayacağını söylemiştir. Bu görüş aynı zamanda el-Kadı'ye de aittir.
Akli-nazari konularda durum böyle olunca, akli olmayan nazari konularda
ittifakın olmaması öncelikli olarak gerçekleşecektir. Bütün bunlar sana
gösteriyor ki, şeriatta müteşabih unsurlar gerçekten pek çoktur. Dolayısıyla
yukanda yapılan istidlalin bir anlamı yoktur.
CEVAP: İtiraz yerinde
değildir; çünkü bütün bunlar delilden yoksundur. Şöyle ki: Zikri geçen
manasıyla müteşabih -her ne kadar delillerin mihverini teşkil eden bu türler
müteşabih altına giriyorsa da- gerçekte onlarda müteşabihlik bulunmamaktadır.
Zira onlar, 'kendilerinden hususilik murad olunan amm' diye tefsir
edilmişlerdir. Onun tahsisine dair delil konulmuş ve böylece ondan murad
belirlenmiştir. İbn Abbas'ın "Hiçbir amm ifade yoktur ki, tahsis
görmesin" sözü de buna delalet eder. Kendisinden ne murad edildiği beyan
edilmişse, o zaman müteşabihlik nerede?! Diğerlerinde de durum aynıdır.
Bunların müteşabihliği beyandan önce olmaktadır. Onların beyanına dair burhan
ikame edilmiştir ve Hz. Peygamber'in ölümünden önce de din tamamlanmıştır. O
yüzdendir ki, müctehid tahsis edici unsurların bulunup bulunmadığını
araştırmadan sadece amm bir lafza, keza kayıtlayıcı bir unsur olup olmadığını
araştırmadan doğrudan mutlak bir lafza tutunma gibi bir tavır gösteremez. Zira
gerçek beyan bunların her ikisini de birden değerlendirme sonucunda ortaya
çıkmaktadır. Delil, sadece amm lafiz değil; o, tahsis edici unsurla birlikte
delilolmaktadır. Eğer has s kaybolursa, işte o zaman kendisinden hususilik
murad olunan amm lafız müteşabih kabilinden olacaktır. Bu durumda maksat olan
tahsis edici unsuru (muhassıs) dikkate almamak ve onu ihmal etmek,
artniyetlilik ve doğru yoldan sapma olacaktır.
Bu yüzdendir ki,
Mutezile sapık mezheplerden sayılmıştır. Çünkü onlar "Dilediğinizi
yapınız"[Fussılet 40]; "Dileyen iman etsin, dileyen de inkar
etsin''[Kehf 29] gibi nasslara tutunmuşlar ve ''Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz''[İnsan 32] gibi onlara açıklık getiren diğer delilleri dikkate
almamışlardır. Keza "Hüküm ancak Allah'a aittir. ''[Yusuf 67] ayetine
yapışan Hariciler depo "İçinizden iki adil kimsenin hükmedeceği ...
"[Maide 95]; Bir hakem onun (kocanın) ailesinden, bir hakem de kadının
ailesinden gönderin ... "[Nisa 35] gibi onlara açıklık getiren diğer
nassları dikkate almamışlardır. Cebriyye de ''Allah sizi ve sizin
yaptıklarınızı yaratandır"[Saffat 96] gibi ayetlere yapışmış, fakat
onların açıklayıcısı olan "Yaptıklarınıza (kesb) bir karşılık olmak üzere
... "[Tevbe 82, 95] gibi ayetleri görmemezlikten gelmişlerdir. Delilleri
tek taraflı olarak ele alıp arkasında ne var ne yok araştırma yönüne gitmeyen
diğer kimselerin durumu da aynıdır. Eğer bu gibileri, delilleri her iki taraflı
ele alsalar ve onlarla bunları birlikte değerlendirselerdi, Yüce Allah'ın
ulaşılmasını istediği sonuca ulaşırlardı ve böylece maksat hasıl olurdu.
Bu nokta anlaşıldı ise
diyebiliriz ki; beyan, beyan edici unsurla birlikte ortaya çıkar. Bu durumda
beyan edici unsur dikkate alınmadan mübeyyen (beyan edilen unsur) ele alınacak
olursa o zaman bu müteşabih olur; ancak bu müteşabihlik şer'an haddi zatında
mevcut olan bir müteşabihlik değildir. Aksine artniyetli kimseler,
müteşabihliği bunlara bizzat kendileri sokmuşlardır ve bunun sonucunda da doğru
yoldan sapmışlardır. Bu mana, aşağıda arzedilecek olan kaidenin izahı ile daha
iyi anlaşılacaktır:
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: