EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AVARİZU’L-EDİLLE /
BİRİNCİ FASIL: MUHKEMLİK VE MÜTEŞABİHLİK /
ÜÇÜNCÜ MESELE:
Şeriatta mevcut
müteşabihlik iki türlüdür:
a) Hakiki müteşabihlik.
b) İzan: (göreli) müteşabihlik.
Bu sadece müctehidin kendi kusurundan kaynaklanan bir müteşabihlik şekli
olmaktadır.
Sonra bir üçüncü kısım
daha vardır ki ci da hükümlerin bağlandığı yer olan menatın tesbitine
yöneliktir.
Birinci kısım yani
hakiki müteşilbihlik: Ayetten kastedilen budur ve sonuç olarak şu anlamı ifade
eder: Bu tür müteşabihlerin manalarının anlaşılmasına bizim için imkan yoktur;
onların anlaşılmalan için delil de konulmuş değildir. Müctehid şeriatın
esasları (usülü'ş-şeria) üzerinde düşündüğü, onlar hakkında araştırma yaptığı
ve onları bir araya getirip değerlendirdiği zaman, onlar içerisinde manası
muhkem olan, maksadına ve hedefine delalet eden birşey bulamaz. Bunların az
olduğunda kuşku yoktur. Meselenin başında arzettiğimiz deliller işte bu hususu
göstermektedir. Bunlar, iman dışında herhangi bir yükümlülük getirmeyen
konularla ilgilidir. Bu husus Beyan ve İcmal faslında açıklanacaktır. Necran
heyetinin Hz. Peygamber'e [s.a.v.] gelmesi üzerine inen Al-i İmran'daki
"Bana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabın anası olan muhkem ayetler
vardır. Diğerleri de müteşabih ayetlerdir. Kalplerinde eğrilik olan kimseler,
fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşabih olanlarına
uyarlar"[Al-i İmran 7] ayeti de bu tür şeyler hakkındadır.
İbn İshak, onlar
hakkında -ki hükümdarm dini üzere Hristiyandılar, halbuki durumları farklıydı-
bir kısım bilgi verdikten sonra şöyle devam eder: Onlar İsa (as.) hakkında
şöyle derler: "O Allah'tır; çünkü o ölüleri diriltir, hastaları
iyileştirir, gayıptan haber verirdi; çamurdan kuş süreti yapar, sonra ona üfler
ve o bir kuş olurdu. O, Allah'ın oğludur; çünkü bilinen bir babası yoktu.
Beşikte daha önce insanoğlunun yapmadığı biçimde konuşmuştu. O, üçün
üçüncüsüdür; çünkü Allah, 'yarattık', 'yaptık', 'hükmettik' gibi ifadeler
kullanmaktadır. Eğer o, bir olsaydı, o zaman mutlaka 'yarattım', 'yaptım',
'hükmettim' gibi tekil ifadeler kullanırdı. Dolayısıyla ilah, O, İsa ve Meryem
üçlüsünden meydana gelmektedir." Al-i İmran süresinin baş tarafı
"Eğer yüz çevirirlerse: 'Bizim müslüman olduğumuza şahit olun'
deyin"[AI-i İmran 64] ayetine kadar işte bunlar hakkında inmiştir.
Bu olayda bizim
konumuzIa ilgili olan kısım, onların Allah'ı layıkı vechile
değerlendiremediklerinin ifade edilmesidir: Zira onlar Allah'ı kula mukayese
etmişler ve ona eş ve çocuk nisbet etmişlerdir. Öbür taraftan da ancak Allah
için söz konusu olan ve mahluk için caiz olmayan bazı nitelikleri de kul için
ispat etmişler, Yaratıcıya babasız insan yaratma kudretini çok görmüşlerdir.
Halbuki onların yapması gereken, Allah'ın ayetlerine iman etmek ve O'nu her
türlü noksan sıfatlardan tenzih etmekti; fakat onlar bunu yapmadılar. Aksine
Allah'ın zat ve sıfatı ile ilgili bu gibi konularda kendi akıl ve görüşleri ile
hükmetme yolunu tuttular ve böylece doğru yoldan sapmış oldular.
İkinci kısım: Göreli
(izam müteşabihlik: Bu kısım -her ne kadar mana bakımından ayetin altına
giriyorsa da- onun sarahati altına girmemektedir. Çünkü bu kısımda
müteşabihlik, şeriatta vaz' ediliş şeklinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü bunlar
haddizatında beyan edilmiştir. Ancak, ictihad etme durumunda olan kimse yapması
gereken araştırma ve değerlendirmede kusur göstermiş veya arzu ve hevesine
uyarak beyan yolundan sapmıştır. Bu durumda karışıklığın (göreli
müteşabihliğin) delillere nisbet edilmesi doğru değildir. Aksine burada söz
konusu olan ihmal ve kusur gösterme ve açıklayıcı delillerden haberdar olmama,
araştırma ve değerelendirmeyi yapacak olan kimselere ait olacaktır. Onlar
hakkında 'müteşabihlere tabi olma' vasfının kullanılması yerinde olacaktır.
Çünkü bunlar açıklayıcı deliller mevcut iken böyle yaptıklarına göre, ya bir de
gerçekten delil bulunmasaydı o zaman kimbilir neler yaparlardı?! O yüzden bu
tip kimselerin mana bakımından ayetin hükmü altına girdikleri söylenmiştir.
Bu kısma örnek olarak
Mutezile, Hariciler ve diğerleri hakkında biraz önce geçen misalleri
hatırlayabiliriz. Bir başka örnek olarak da Müslim'in Süfyan'dan rivayet ettiği
şu hadisi ele alabiliriz: O şöyle anlatır: "Bir adamın Cabir b. Yezid
el-Ca'fi'ye "Artık babam bana bir izin verene veya Allah hakkımda hüküm
verene kadar -ki'O hüküm verenlerin en hayırlısıdırbu yerden
ayrılmayacağım"[Yusuf 80] ayetini sorduğunu işittim. Cabir: "Bu
ayetin tevili gelmedi" dedi ve tabii yalan söyledi. el-Humeydi, Süfyan'a:
"Bununla neyi kastetti' diye sorduk. O şöyle cevap verdi: Rafiziler şöyle
derler: "Muhakkak Ali, bulutlardadır. Gökten bir münadi seslenip de -Hz.
Ali'yi kastediyor- falanca ile çıkıp başkaldırın, demedikçe biz onun ortaya
çıkan oğlu ile çıkmayız" Cabir, ayetin tevilinin bu olduğunu belirtiyor ve
tabii yalan söylüyordu. Ayet, Yusufun (as.) kardeşleri hakkındadır ve durumu
açıktır, manasında herhangi bir kapalılık yoktur. Ayetin başı ve sonu bunu
göstermektedir. Aynen hassın ammdan; mukayyedin de mutlaktan ne kastedildiğini
belirtmesi gibi. Cabir, işine gelen yeri alıp ayetin başı ve sonunu bir tarafa
bırakınca, orası kendisi hakkında müteşabih bir hal aldı. Aynen hassı ve
mukayyedi dikkate almadan amm ve mutlak lafızlara sarılan kimsenin durumunda
olduğu gibi. Halbuki onun yapması gereken bu gibi yerlerde durup beklemekti
(tevakkuD; ancak o öyle yapmadı, arzu ve heveslerine uydu ve ayetin manasını
anlama konusunda artniyetlilik göstererek sapmış oldu.
Üçüncüsüne gelince, bu
kısımda müteşabihlik delillere yönelik değildir. Aksine delillerin bağlanacağı
yerlere (menata) yöneliktir. Mesela murdar hayvan eti yemenin yasaklığı
açıktır. Usulüne göre boğazlanmış hayvanın yenmesinin helalliği de açıktır.
Buna rağmen murdar hayvanla usülünce boğazlanmış hayvan birbirine karışırsa,
hangisinin yenileceği konusunda şüphe ve karışıklık (müteşabihlik) ortaya
çıkar. Burada sözü edilen müteşabihlik (net olmama) o şeyin haram ya da
helalliğini gösterecek delil hakkında değildir. Bu durumda meselenin hükmünü
gerektiren delil gelmiştir ki o da, durum açıklık kazanıncaya kadar onlardan
yenmemesidir. Bu delil de aynışekilde açıktır ve bunda da bir müteşabihlik
yoktur. Bu tür altına giren ve karışıklığın delilde değil de, delilin
bağlandığı
yerde (mahal, menat)
olduğu diğer yerlerde de durum aynıdır. Dolayısıyla bu kısım müteşabih kavramı
altına girmemektedir.
FASIL:
Bu husus açıklık kazandı
ise, itiraz sadedinde zikredilen diğer soruların cevaplarına geçebiliriz:
Daha önce arzedilen açıklamalardan,
amm ile hass vb. gibi delillerin kendilerine muhalif olan unsurlarla birlikte
vukuuna itibarla müteşabihliğin az olduğu ve müteşabih sayılan şeylerin aslında
müteşabih olmadığı ortaya çıkmıştı. Yine orada müteşabihliğin sadece gerçek
müteşabihlikten ibaret olduğu da belirtilmişti.
İhtilaf edilen konuların
çokluğuna gelince, bunlar hakikaten çok olsalar da mutlak surette hepsi
müteşabih değillerdir; aksine onların içerisinde müteşabih olan da vardır;
(olmayan da vardır). Müteşabihlerden olan kısım nadir olmaktadır. Mesela
selef-i salihin içerisine girmeyip kendilerini tuttukları konularda mevcut
bulunan görüş ayrılıklarında olduğu gibi. Bunlar, durumu kullara kapalı olan
gaybi şeylere iman ve teslimiyeti gerektiren şeylerdir. Mesela, istiva (arşa
oturma, kurulma), inme, gülme, el, ayak, yüz vb. Allah'a nisbet edilen sözlerin
anlaşılması konuları gibi.
İlk nesiller bu gibi
lafızlar karşısında teslimiyet yolunu tutup manalarını anlamaya çalışma gibi
bir tekellüf içerisine girmeyi terkedince, bu onlara göre hükmün böyle olduğunu
gösteren bir deliloldu. Bu Kur'an'ın da zahiri olmaktadır. Çünkü söz, cehaletle
halledilemeyecek bir konuya dairdir ve manalarının anlaşılmasına bağlı bir
yükümlülük de bulunmamaktadır. Diğer ihtilaf alanları ise, delillerin
müteşabihlik arzetmesinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü kesin delil bunun aksine
delalet etmektedir. Aksine o gibi yerlerde söz konusu olan ihtilaflar,
müdehidin delillerin illetleri ve delile getireceği yorumları tespit (menat ve
meharici) hakkındaki değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Müctehidin, aslında
(Allah katında) mevcut bulunan hükme isabet etmesi gibi bir zorunluluğu yoktur.
Aksine ona düşen, ictihad sırasında bütün gayretini ortaya koymasıdır. Elbette
ki, zeka ve şer'i ilimlerdeki derinleşmeye oranla değerlendirmeler farklılık
arzedecektir. Herkesin tuttuğu bir yol, kendisine ait bir metodu vardır ve bu
müctehidin kendisine nisbetle olup, aslında mutlak olarak olması gerekene
nisbetle değildir. Bu durumda, deliller içerisinde mansus (nass ile
belirlenmiş) olanlar, bu açıdan ele alındığı zaman müteşabih olmaktan çıkarlar.
Olsa olsa bunlar göreli olan müteşabihlik kapsamına ya da üçüncü kısımdan olan
müteşabihlik kısmına girerler ve gerçek müteşabihlik kısmına girmezler.
Buna şu da delalet eder:
Her alimi kendi başına alıp ve onun elde etmiş olduğu şeriat ilmini
inceledeğimizde, ona göre müteşabih delillerin ve mücmel nassların çok az ve
nadir olduğunu görürüz. Çünkü o şeriatı kendisine göre bidüziyelik arzeden bir
yöntemle ele almıştır ve bu sayede deliller belli bir uyum içerisinde istikrar
kazanmıştır. Eğer fikhi mesailde meydana gelen ihtilaflar onların delillerinin
müteşabih olmasını gerektirecek olsaydı, o zaman alimlerin çoğuna nisbetle
deliller müteşabih hal alır ve onlar içerisinde ancak çok cüzi bir kısım hariç
beyan yoluyla müteşabihlikten kurtulamazdı. Halbuki durum hiç de öyle değildir.
Bütün müctehidler -mesailde bulunan ihtilafa rağmen- şeri delillerin açık ve
seçik olduğunu kabul etmekte ve "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabin
anası olan mukkem ayetler vardır. Diğerleri de müteşabik ayetlerdir"[Al-i
İmran 7] ayetinin de kuşkusuz zahiri üzere olduğunu itiraf etmektedirler.
Bundan da, -ihtilafın çokluğunu itiraf etmelerine rağmen- şeriatta gerçekten
müteşabih unsurların çok olmayıp az olduğunu gösteren bir icma delili ortaya
çıkar.
Sonra, meydana gelen her
görüş ayrılığının devamlı kalacak bir ihtilaf sayılması doğru olmaz. Şöyle ki:
Önce de geçtiği gibi sünnet yolundan çıkmış olan hizipler, delilleri bütün
yönleriyle ele almayıp tek taraflı değerlendirince kaynaklar onlar için
müteşabihlik arzeder bir hal almış ve bunun sonucunda da onlar (arzu ve
heveslerine uyarak) sapıtmışlardır. Bunların sapıtarak ileri sürdüğü şeyler ise
aslında dikkate alınacak türden değildir. Dolayısıyla onlara muhalif hareket
etmek gerçek anlamda bir ihtilaf sayılamaz. Doğru yoldan ayrılmayı
sonuçlandıran diğer benzeri durumlar için de aynı şey söz konusudur. Kaldı ki,
bazı ihtilaf gibi görünen şeyler de vardır ki, aslında uyum halindedirler. Bu
bahis İdihad konusu işlenirken ele alınacaktır. Bu sebeple ihtilaf sayılan
birçok husus
ihtilaf olmaktan
çıkmaktadır. Oraya bakıldığı zaman burada söylenmek istenen maksat daha iyi
anlaşılacaktır.
Bir husus daha var: O da
şeriat ilminde hiç ihtiyaç duyulmayacak pek çok konunun onun içerisine sokulmuş
olmasıdır. Böylece hiç ilgisi olmayan konular şer'i ilimler içerisinde önemli
problemler olarak yer almışlardır. Eğer bunlar toptan kaldırılacak olsa şer'i
ilimlerde kendisine ihtiyaç duyulan konulardan hiçbirisi ihlale uğramayacaktır.
Selef-i salihin -bırakın sahabe ve onları takip eden nesiller gibi dili henüz
bozulmamış Arapları- İmam Malik, Şafii ve Ebü Hanife ile onlardan önce ya da
sonra gelen ya da akranları gibi dilin bozulmasından sonra doğan ve dil ilimlerini
öğrenmeye ihtiyaç duyan kimselerin dahi bu gibi şeylerin sözünü bile etmemesi
ve buna rağmen şeriatı anlamada herhangi bir eksiklik hissetmemeleri bunun açık
delilidir. Bu gibi şeyler şer'i ilimler içerisine sokulunca haliyle beraberinde
pek çok ihtilafları da getirmiştir. Eğer bunlar şer'i ilimIere sokulmasaydı, bu
yüzden doğan ihtilaflar meydana gelmeyecekti. Şer'i mesail Üzerinde araştırma
ve inceleme yapan kimseler, saydığımız imamlardan sonra gelen nesiller
içerisinde (mütteahhirin) bu türden pek çok şey bulacaklardır. Kitabın başında
Mukaddimeler bahsinde bu nokta üzerine dikkat çekilmişti. İctihad bahsi
işlenirken de müctehid için bilmesi gereken ilimlerin neler olduğu
açıklanacaktır. Eğer bu bilgileri bir arada değerlendirirsen müteşabih unsurların
az olduğunu; muhkemin ise genel ve galib bulunduğunu göreceksin.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: