EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
GENEL OLARAK DELİLLER /
a) Delillerle ilgili külli esaslar /
ON İKİNCİ MESELE:
Her bir şer'i delil şu
ihtimallerin birinden uzak değildir:
a) ilk selef döneminde
devamlı ya da çoğu kez olarak kendisi ile amel
edilmiştir.
b) Çok nadir olarak ya
da belli bir dönem içerisinde amel edilmiştir. c) Asla kendisi ile amel
edilmemiştir.
Böylece delille amel
edilip edilmeme konusunda karşımıza üç kısım çıkmaktadır:
Birinci kısım: Devamlı
ya da çoğu kez olarak kendisi ile amel edilmiş olması. Böylesi bir delili
kullanma ve onun gereği ile amel etme konusunda herhangi bir problem
bulunmamaktadır. Tabi olunması gereken sünnet, takip edilmesi gereken doğru yol
budur. Delilin gereklilik (vücup), mendupluk ya da başka bir hüküm gerektirir
olması arasında bir fark yoktur. Mesela, Hz. Peygamberin [s.a.v.] sözlü
beyanları yanında fiili ile taharet, her çeşidi ile farz ve nafile namaz
hükümlerini bildirmesi, şartları ile birlikte zekatı açıklaması, kurban, akika,
nikah, talak, alış-veriş ve şer'iatta yer alan diğer hükümleri söz, fiil ya da
takrir (tasvib, onay) yolu ile 'açıklaması gibi. Onun ve ondan sonra gelen
ashabının uygulaması da devamlı ya da çoğu kez, bu açıklamalar doğrultusunda
meydana gelmiştir. Genelolarak bu gibi yerlerde söz ile uygulama birbirine
uygun düşmüş ve herhangi bir şekilde çelişmemiştir. Böylesi bir durumda daha
sonra gelen ümmetin herhangi bir kayıt aranmaksızın bu tür delilleri
kullanmaları ve onların gereği ile amel etmeleri konusunda en ufak bir kuşku
bulunmamaktadır. Kim buna muhalefet eder ve ilk nesillerin amel ettikleri
deliller doğrultusunda amel etmezse, onun hakkında Hükümler bahsinde külliliğin
ve cüziliğin dikkate alınması konusundaki husus geçerli olacaktır. Oraya
bakılsın. Burada tekrara gerek duymuyoruz.
İkinci kısım: Nadir
hallerde, ya da belli bir hal ya da zamanda kendisi ile amel edilen kısım. Bu
durumda bu kısımdan olmayan başka bir delil tercih edilmiş, devamlı ya da çoğu
kez o kullanılmış oluyor demektir. İşte o diğeri, tabi olunması gereken sünnet,
takip edilmesi gereken yol olmaktadır. Nadir olarak kendisi ile amel edilen
delile gelince, onun üzerinde durmak ve gereği doğrultusunda amel etmek
üzerinde düşünmek, daha yaygın ve daha çok amel edilen delil üzerinde sebat
göstermek gerekecektir. Çünkü ilk nesillerin o delile muhalif olan delil
üzerinde amelde devamlılık göstermeleri ya şer'i bir gerekçeden, ya da şer'i
olmayan bir gerekçeden dolayı olacaktır. Şer'i olmayan bir gerekçeden dolayı
olması ihtimali batıldır. Şu halde mutlaka şer'i bir gerekçeden dolayı onunla
amelde istikrar göstermiş olmalıdırlar. Durum böyle olunca nadir hallerde
istidlalde bulunulan delil ile amel etmek, -hakikatte bir tearuzdan söz
edilmese de selefin amel için araştırdıkları manaya ters düşmüş olur. Bu
durumda mutlaka onların araştırdıkları delili araştırmak ve onların üzerinde
devamlı olarak bulundukları delile uygunluk göstermek gerekecektir. Sonra,
nadiren amel edilen delil ile, çoğu kez kendisi ile amel edilmiş olan delilin
muhayyerlik gerektirecekleri farzedilse bile, selefin o delille devamlı olarak
amel etmiş olmaları, bunun mutlak bir muhayyerlik olmadığını ortaya koyar.
Aksine, onların üzerinde devamlı bulundukları delil, -diğeri ile amelde bir
beis olmasa bile- bir anlamda daha öncelikli olacaktır. Aynen mübahla mendubun
karşı karşıya gelmesi durumunda olduğu gibi. Çünkü bunların konumu, mükellefin
işlemesine nisbetle tercihe bırakılan şeye benzemektedir. Çünkü mendubun kısmen
terkinde bir günah bulunmamaktadır. Dolayısıyla mükellef mendup ve mübah
karşısında bir nevi muhayyer gibi olmaktadır. Ancak aslında durum öyle
değildir; mendubu işlemesi, mübahı işlemesinden daha uygun olmaktadır. Aynı
durum konumuz için de geçerlidir. Buna ilaveten usulcüler, kadaya a'yan diye
anılan şahsalhale özel nitelikli nassların bir başka delille desteklenmedikçe
kendi başlarına delilolarak kullanılamayacaklarını da söylemişlerdir. Çünkü
bizzat kendisinde ihtimal bulunduran bu deliller öte taraftan, sürekli
yapılagelen amele ters düşmeme imkanı da taşımaktadır (o yüzden kendileri ile
amel edilebilmesi için başka bir delil ile desteklenmesi şartı aranmıştır).
Hükümler bahsinde geçen ve bazı sahabilerin bazı mübahları terkettiklerini
bildiren (ve onların sanki bu şeylerin mübah olmadığı düşüncesinde oldukları
intibaını veren) durumlar bunlardandır. Durum böyle olunca, bu az amel edilmiş
delilin karşısında bulunan delil ile amel etme tarafı ağır basmış olacaktır. Bu
kısım için pekçok örnek bulunmaktadır. Ancak bunlar iki gruba ayrılırlar:
1. Az amel edilmesinin
makul bir izah ve sebebi olan deliller. Bu türden olanlarda, sebebin ortadan
kalkması durumunda sonuç da ortadan kalkacak şekildedir. Bunun bir çok yerleri
vardır; tahdid edilmiş sınırları veya tayin edilmiş vakitleri vb. beyan için
vuku bulması gibi.
Mesela, Cibril'in (a.s.)
Hz. Peygamber'e iki gün imamlık yaptığını bildiren hadis; Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] namaz vaktini soran kimseye: "Bizimle birlikte bu iki gün namaz
kıl" buyurması bu türdendir. Hz. Peygamber'in [s.a.v.] bu soruya cevap
olsun için, namazı ikinci günde vakitlerin tam sonunda kılmış olması, kişinin
tercihine bırakılan ve artık öte aşması imkanı bulunmayan vaktin en son
dilimini bildirmek içindir. Sonra Hz. Peygamber [s.a.v.] yazın, şiddetli
sıcağın biraz serinlemesini beklemek, yolculukta iki namazı birleştirerek
kılmak vb. gibi bir mazeret olmadıkça devamlı olarak namazı vaktin ilk
anlarında kılmıştır. "Kim güneş doğmadan önce bir rekat kılabilirse, o
kişi sabah namazına yetişmiş olur ...
hadisi de aynı şekilde, mutlak olmayıp özür vakitleri ile ilgili açıklama
yapmak içindir. Onun içindir ki, normal şartlarda bu vakitte namaz kılma
gerçekleşmemiştir. Bunun içindir ki, "Sabah namazını aydınlatın"
hadisi doğrultusunda amel etme görüşünün zayıf kaldığı (mercuhluğu) anlaşılmış
olur. Eğer hadis sahih değilse, zaten durum açık olur. Ebu Mesud el-Ensari'nin,
namazı vaktin sonuna bırakması yüzünden el-Muğire b. Şube'ye; Urve b.
ez-Zübeyr'in de aynı şekilde Ömer b. Akdülaziz'e tepki göstermelerinin izahı da
bu yolla anlaşılmaktadır. Urve bu karşı çıkması sırasında, Hz. Aişe'nin:
"Hz. Peygamber [s.a.v.] ikindi namazını güneş evin içerisinde iken henüz
(batıya doğru meyledip de duvara vurup) zahir olmadan kılardı" sözünü
delilolarak kullanmıştır. Hadiste geçen 'kılardı' ifadesi, örfen işin çokça
böyle yapıldığını gösterir. Bu haliyle o, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] üzerinde
devamlı olduğu bir hususa muhalefet konusunda ona karşı delil getirmiş
oluyordu. Nitekim Ebu Mesud da, el-Muğire'ye karşı Cibril'in indiğini, Hz.
Peygamber'e namaz kıldırdığını ve sonunda da "İşte bu şekilde
emrolundun" dediğini ifade eden hadisi delilolarak kullanmış oluyordu. Hz.
Ömer de cuma günü kendisi minberde hutbe ira d ederken mescide giren kimseye
"Bu hangi saat?" demesi vb. de bu türden olmaktadır.
Hz. Peygamber [s.a.v.]
Ramazan gecesini mescidde ihya (teravih namazı kılarak) etmişti. Sonra cemaatin
çoğalması sebebiyle onlara farz olabilir endişesiyle bunu terketti. Daha sonra
hem kendisi hem de Hz. Ebu Bekir, farklı bir uygulamaya gitmediler. Hz. Ömer
devri gelince, o teravih namazını cemaat halinde kıldırdı; çünkü farz olma
endişesi artık yoktu. Sonra bu namazın gecenin sonunda kılınmasının, kendisinin
yaptığı bu işten daha faziletli olduğunu hatırlatmadan da geri kalmadı. Bunun
içindir ki, sahabe ve tabiin neslinden ileri gelen simalar, yatsı namazını
kıldıktan sonra evlerine gidip; teravih namazını cemaatle kılmazlardı (gecenin
sonunda kendi evlerinde gecelerini ihya ederlerdi). İmam Malik de, güç
yetirebilen kimseler için bunu müstahap görmüştür.
Hz. Aişe, Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] kuşluk namazını terketmesini işte bu şekilde izah
etmiştir. Kendisi ise, onun terkini gerektiren illet ortadan kalktı gerekçesi
ile kuşluk namazını kılardı. O şöyle diyor: "Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
kuşluk namazı kıldığını asla görmedim. Ben ise bu namazı kılıyorum" Başka
bir rivayette ise şöyle demiştir: "Ben gerçekten o namazı kılıyorum.
Muhakkak ki Resulullah bazı amelleri yapmayı arzu ettiği halde, insanlar
onlarla amel ederler de sonra onlara farz kılınır korkusundan dolayı onları
terkederdi" Hz. Aişe, kuşluk namazını sekiz rekat olarak kılardı ve sonra
da: "Ebeveynim kabirden çıksa bile yine onları terketmem" derdi.
Şimdi biz, (terk delilini) Hz. Aişe'nin anladığı şekilde Hz. Peygamber'in
kuşluk namazına müdavimliği terkinin gerekçesine dayandığımızda, kuşluk
namazını (müdavim olarak) kılmada herhangi bir sakınca kalmayacaktır.
Bunun bir benzeri de
visal orucu ile ilgilidir: Hz. Peygamber [s.a.v.] iftarsız peşi peşine oruç
tutardı. Sonra bu orucu yasakladı. Sahabe -Hz. Aişe ve daha başkaları- bu
yasağın gerekçesini insanlara acına şeklinde değerlendirdi ve içlerinden visal
orucu tutanlar oldu. Hepsi de bu orucu tutmadılar; içlerinden sadece buna güç
yetirebilen ve bu oruç sonucunda zayıf düşüp de diğer sorumluluklarını yerine
getiremeyecek bir duruma düşmekten emin olan kimseler tuttu.
Bu kısmın örnekleri
çoktur. Bunların alması gereken hükmü, her nasıl olursa olsun galib olan amele
uygunluk ve nadiren meydana gelen uygulamaları onların yaptığı gibi terketmek
ya da azaltmaktır. Delil, bir sınır belirleme ve benzeri konularla ilgili ise,
Hz. Peygamber [s.a.v.] döneminde cari olan amel, evlalığı üzere süregelecektir.
Aynı şekilde sahabe ve selefden gelen konularda da durum, o konuda Hz.
Peygamber'e muvafakat şeklinde olacaktır. Muvafakat etmedikleri gibi gözüken
şeylere gelince, onlarda da durum aslında öyledir. Geçen üç örnek üzerinde
durulduğu zaman bu durum açıklık kazanmaktadır:
Şöyle ki: Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] Ramazan gecesini mescidde ihya etmesi (teravih namazını kılması),
sonra farz olur korkusuyla mutlak surette terketmesi durumu (yani endişe) daha
sonraki dönemlerde de geçirlidir. Bu durum, kendilerine uyulan müctehid
imamlar, alimler ve fazilet sahibi kimseler için de söz konusudur. Çünkü
bunlar, yaptıkları hususlarda ümmetin kendilerine uymaları için vardırlar.
Nitekim beyan bahsinde bu konu ele alınacaktır. Hal böyle iken, alimin bir
fiilde müdavim olduğunu gören bir cahil, o fiilin vacip olduğunu sanacaktır.
Sedd-i zerai' (yani kötülüklere götürecek yolların kapatılması) ise dinde
istenilen birşeydir.
Bu prensip, şeriatta
kesin bulunan esaslardan biri olmaktadır. Bu kitapta konu ele alınmıştır. Ancak
sahabe amel etmişse, -teravih namazının cemaat halinde kılınmasında olduğu
gibi- o zaman Hz. Peygamber döneminde nadir olarak gerçekleştirilen uyguluma
doğrultusunda amel etmede bir sakınca olmayacaktır. Onların sünnetleri
geçerlidir. Vacib olma endişesinden Yüce Allah onları korumuştur. Kaldı ki
onlar, teravih namazının evlerde kılınmasının daha uygun olduğu görüşünü
taşımakla birlikte bir imam arkasında cemaatla kılma ve bunda devamlılık
gösterme durumunda olmuşlardır. Ellerinden geldiği kadar da daha uygun olan
durum doğrultusunda hareket etmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla hem sözlerinde
hem de uygulamalarında hakim olan, gecenin evlerde ihyasının daha doğru olduğu
anlayışı idi. Bu yüzden bazı fakihler, Kur'an'ı iyi bilmeyen ya da ancak
başkalarına uymak suretiyle gayrete gelen kimseler için Ramazan gecelerini
camilerde ihya etmenin daha isabetli olacağını söylemişlerdir. Böylece onun
evlalığı ruhsat gibi bir mazerete dayalı olmaktadır. Bazıları ise, mutlak
surette evlerde kılmanın daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda, öyle
ya da böyle Hz. Peygamber'in üzerinde müdavim olduğu şey (yani teravihin cemaatle
devamlı kılınmaması), öncelikli olmakta; selef-i salihinin kabul gördüğü şey de
yine sünnet telakki edilmektedir. Bu yüzden de bazıları şöyle demişlerdir:
"Mescidlerin teravih namazından tümden uzak kalması da uygun olmaz. Çünkü
böyle bir tutum, sahabe arasında süregelen amele ters düşmüş olur."
Kuşluk namazına gelince,
Hz. Aişe'nin, Hz. Peygamberi bu namazı kılarken hiç görmediğini söylemesi, Hz.
Peygamber'in bu namazı çok az kıldığının bir delili olur. Sonra sahabeden de,
hepsinin bu namazı kıldıklarına dair nakiller yoktur. İçlerinden sadece
bazıları başkalarına örnek teşkil etmeyecek mesela ev gibi yerlerde buna devam
etmişler, bunu yaparken de bu ibadeti kendileri icad etmemişler; salih
amellerde devamlılık gösterme prensibi gereği amel etmişlerdir. Çünkü Hz. Aişe,
bu namazın vacib kılınması korkusu olmasaydı, Hz. Peygamber'in bu namaza devam
edeceği inancındadır. Bu mana (yani halkın bu namazı vacip sanması endişesi),
kendilerine uyulan din alimleri için de söz konusudur. Ancak, gizli yapmış
olmaları örnekliğe mani olacaktır. Bu noktadan hareketledir ki, nafile
namazlarda cemaat mutlak olarak meşru kılınmamış; ancak bayram namazları, ay
tutulması (husuD namazı vb. gibi müekked olan bazılarında meşru kılınmıştır.
Bunların dışında kalan diğer nafile namazlar için ise, Hz. Peygamber (as.)
onların evlerde kılınmalarının daha uygun olduğunu açıklamıştır. Hatta
hadislerinde, evlerde kılınan nafile namazların mekanların en şereflisi olan
kendi mescidinde kılmaktan daha üstün olduğunu açıklamışlardır. Bunun içindir
ki, Hz. Peygamber [s.a.v.] Müleyke'nin evinde cemaatle iki rekat namaz
kıldırmış, teyzesi Meymune'nin evinde gece cemaat olarak İbn Abbas'a namaz
kıldırmıştır. Bunları ne insanlar içerisinde yapmış, ne de bu doğrultuda onlara
emir vermiştir. Bunları aşikare yapmadığı gibi çok da yapmamıştır. Aksine
nafile olan amellerini, münferid halde yapıyordu. Bütün bu emareler, bunların
selef-i salih arasında da yayılmamış ve onların bu ameller üzerinde müdavim
olmamaları hususu da eklenince, onun zayıf kaldığını (mercuh); üzerinde
bulundukları genel ve galip olan uygulamaların ise kendileriyle amel için daha
uygun ve layık olduğunu göstermektedir. Biz sedd-i zerai prensibine baktığımız
zaman, bu gibi konularda (Hz. Peygamber zamanında nadir olarak işlenen amellerin
işlenmesi halinde halk onları için vacip sanacaklarından) durum zorlaşır.
Dolayısıyla evvelkilerin üzerinde müdavim oldukları amelin işlenmesi daha uygun
olur. İmam Malik'in de kabul ettiği görüş budur. Çünkü onun, nafile
namazlarında iki ya da üç kişi ile ve yayılmayacak tarz ve şekilde olması
halinde cemaat olmayı caiz gördüğü rivayet edilmektedir. Böyle olmaması halinde
ise o, nafile namazlarının cemaatle kılınmasını mekruh görüyor.
Visal orucuna gelince,
bu konuda daha doğru ve uygun olanı, onların çoğunluğunun üzerinde olduğu
uygulamadır. Selerten seçkin sahabeler visal orucunu tutmamışlardır. Halbuki
onların oruçlu hali diğerlerinin oruçsuz hallerinden farksızdı; çünkü Yüce
Allah onlara bir güç ve kuvvet veriyordu. Nitekim Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
"Ben Rabbim katında gecelerim; O beni yedirir ve içirir'' buyruğu seçkin
zevatın hallerini yansıtan bir örnek olmaktadır. Buna rağmen onlar visal
orucunu tutmamışlardır.
Kaldı ki (Abdullah b.
Amr gibi) sahabe içerisinden (geceleri if tar ederek) devamlı oruç tutanlar
yı;tşlanıp zayıf düşünce: "Keşke, Resulullah'ın [s.a.v.] ruhsatını kabul
etseydim" diye temenni de bulunmuştur. Sonra salih ameller üzerinde
devamlılık talebi, sonunda usanır ve tümden bırakır korkusuyla kolaylık ve orta
yolcu bir esas üzerine oturtulmuştur. Bu konu Hükümler bahsinde ele alınmıştı.
Dolayısıyla, doğru ve daha uygun olam, orta hal üzere yormaktır. Bu ise,
çoğunluğun amel edegeldiği şeyi esas almakla olacaktır. Böylece, bu türden olan
diğer benzeri durumları da bu esasa göre değerlendirmek mümkün olacaktır.
İkinci kısım: Ona
muhalif olan, ancak çeşitli şekillerde gelen kısım:
Bunları aşağıdaki
şekillerde sıralamak mümkündür:
1. Vukuu üzerinde görüşbirliği olmakla belikte,
meselenin bizzat kendisinin çeşitli yorumlara açık olması. Bunun neticesinde
de, müctehidin kendince daha güçlü gözüken tarafa meyletmesi ve böylece arada
ihtilafın, doğması ya da meselenin bizzat vukuunda ihtilafın bulunması. Bu
durumda sorumluluktan kurtulmanın en iyi yolu, ihtiyatlı davranmaya en uygun
olanı nadir olanın terki ilebirlikte yaygın ve galip olan uygulama
doğrultusunda amel etmektir.
Mesela, bir adamın başka
bir adama, saygı ve ikram olsun diye ayağa kalkmasını ele alalım: Süregelen
uygulama, böyle bir davranışın gösterilmeme si şeklindedir. Sahabe, yanlarına
Hz. Peygamber'in [s.a.v.] gelmesi halinde ayağa kalkmıyorlardı ve O [s.a.v.]
mecliste neresi boş ise oraya otururdu. Selefin sürekli ayağa kalktıklarına
dair bir haber nakledilmemiştir. Eğer onlar saygı için ayağa kalkar olsalardı, mutlaka
bu bize ulaşırdı Ömer b. Abdulaziz, veliahd tayin edildiği zaman kendisine
ayağa kalkmışlardı. Onlara: "Eğer kalkarsanız biz de kalkarız; eğer
oturursanız biz de otururuz. İnsanlar, ancak alemlerin Rabbi'ne kıyamda
bulunurlar" demiştir. Hz. Peygamber'in [s.a.v.] amcası oğlu Cafer için
ayağa kalkmış olması ve bir başka olayda "Büyüğünüz için ayağa kalkınız''
buyurmasını zahiri üzere alsak bile, o zaman daha uygun olanı -daha önce
anlatılan gerekçeden dolayı- onun aksi olacaktır. Ama biz onun üzerinde biraz
durduğumuz zaman, burada söz konusu edilen ayağa kalkmanın hürmet ve saygı
gösterisi için olması ihtimali yanında, özlemekten dolayı bir an önce ona
kavuşma arzusu ya da mecliste yer açılması ve böylece onun da oturabileceği bir
yerin temin edilmesi veya ona herhangi bir şekilde yardımcı olunması amacı vb.
gibi bir başka sebepten de kaynaklanabileceği görülecektir. Mesele, bu gibi
ihtimallere açık olduğuna göre, o zaman bizim süregelen uygulama doğrultusunda
hareket etmemiz gerekecektir. Çünkü, bu nadir olan uygulamanın, genelolan
uygulamaya (belirtilen ihtimaller sebebiyle) ters düşer olmaması imkanı
bulunmaktadır. Biz uygulanagelen amel doğrultusunda hareket ettiğimiz zaman,
kesin olarak bir delil üzere bulunmuş ve ittifakla da sorumluluktan kurtulmuş
oluyoruz. Yorumlara açık olan bu nadir uygulamaya başvurduğumuzda, güçlü bir
muarız sebebiyle onda tutunacak bir yön bulamıyoruz. Ancak zahire tutunma gibi
bir durum söz konusu olabilmekte; bu ise (ihtilaf içermeyen ve yaygın olarak
amel edilmiş bulunan) muarız delile karşı koyacak güçte değildir.
Kucaklaşma konusunda
İmam Malik ile Süfyan arasında geçen olay da bunun bir benzeridir. Malik ona:
"Bu sadece Cafer'e hastı" demiştir. Süfyan da: "Eğer biz
salihlerden olursak, onun için özelolan bize de özel; onun için genelolan bizim
için de genelolur" demiştir. İmam Malik'in kucaklama konusunda, sözü
edilen prensip doğrultusunda amel etmiş olması mümkündür. Böylece o, Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] Cafer'i kucaklamış olmasını özel bir durum yani amele
esas olmayacak bir uygulama olarak kabul etmiş oluyor. Bu konuda yapılması
uygun olan, süregelmekte olan yaygın uygulama doğrultusunda hareket etmektir.
El öpme konusu da -böyle
birşeyi farzetmemiz ya da bu konuda rivayet edilen haberi sahih saymamız
durumunda- aynıdır. Çünkü Hz; Peygamber'in elini öpme olayı çok nadir olarak
meydana gelmiştir. Sonra sahabe ve tabiin nesilleri içerisinde uygulama hep
bunun terki doğrultusunda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu durum, el öpmenin
zayıflığını (mercuhluğunu) ortaya koyar.
Şükür secdesi hakkında
da -Hz. Peygamber [s.a.v.] tarafından yapıldığını farzetmemiz durumunda- durum
aynı şekilde olacaktır. Çünkü Hz. Peygamber [s.a.v.] kendisine üst üste pek çok
sevinç haberi geldiği, üzerine Allah'ın nimetleri yağdığı halde böyle bir
secdeye devam etmemiştir. Onun şükür secdesine devam ettiği hakkında herhangi
bir nakil bulunmamıştır. Sahabeden de yaygın olarak böyle birşey yaptıkları
haberi gelmemiştir.
Ancak Ka'b b. Malik'in
tevbesinin kabul edildiğine dair ayet inmesi üzerine secdeye kapanması gibi çok
nadir haller bulunmaktadır. Bu durumda şükür secdesinde bulunma, onların büyük
çoğunluğunun yaygın olarak gösteregeldikleri tavıra muhalefet etmek olacaktır.
İmam Malik'in uygulamayı
(amel), hadislerden önde tutmasındaki maksadı işte bu noktadan anlaşılabilir.
Zira o, ancak süregelen uygulamayı ya da çoğunlukça uygulamaya sokulan husustan
dikkate almakta ve -hakkında hadisler bulun sa bile- böylesi olmayanları
terketmektedir. Kendisi tabiin nesline yetişmiş ve onların amellerini gözetlemişti.
Onların uygulamaları, sahabeden tevarüs edilegelen uygulamalardan ibaretti.
Sahabe arasında yaygın olarak yapılagelen bir amelin bu özelliği gösterebilmesi
için mutlaka Hz. Peygamber'in onu yaygın ya da sürekli olarak yahut da en
azından o güçte yapması gerekirdi. İmam Malik'e: "Bazı kimseler 'teşehhüd
farzdır' diyorlar" denildiği zaman: "Teşehhüdü onlardan başka bilen
bir kimse yok muydu?" şeklinde cevap vermişti. Bu cevabıyla o, sözü edilen
görüşe tepki göstermiş oluyor ve görüşün, selefin görüşüne uymayan bir bid'at
olduğunu belirtmek istiyordu. Ebu Yusuf, kendisine ezan hakkında sormuştu:
"Ona ne ihtiyacın var? Şaşılacak şey, fakih olsun da ezanı sorsun!"
dedi ve sonra: "Peki, sizde ezan nasıldır?" diye sordu. Ebu Yusuf da
ezan hakkındaki görüşlerini söyledi. İmam: "Bunu nereden aldınız?"
diye sordu. Ebu Yusuf da, Hz. Bilal'ın Şam'a geldiğinde ondan kendilerine ezan
okumalarını istediklerini; onun da onlardan naklettiği gibi okuduğunu söyledi.
İmam Malik şöyle cevap verdi: "Günün ezanı nedir? Günün namazı nedir?
(Başka türlü) bilmem. İşte Hz. Peygamber'in müezzini, ondan sonra da oğulları,
hem onun [s.a.v.'] hayatında yanıbaşında hem de kabrinin başucunda; ondan sonra
da Raşid halifelerin huzurunda ezanı okuyagelmişlerdir." Bu sözüyle imam,
uygulamaya esas olan ve devamlılık gösteren bir hususun (teamül), uyma
konusunda daha güvenilir ve başvurma için de daha yerinde bir esas olduğunu
belirtmek istiyordu.
Utbiyye'de bu manayı
ortaya koyan önemli bir esas açıklanmıştır. Dayandırdığı yer üzerinde düşünen
kimse için esas, gerçekten çok önemli olmaktadır. Şöyle ki: İmam Malik'e şöyle
bir soru soruldu: "Bir adama sevineceği bir haber gelir ve o sevincinden
Allah'a şükür secdesinde bulunur. Bu secdenin hükmü nedir?" O şöyle cevap
verir: "Onu yapmaz. Daha önce geçen insanların uygulamasında böyle birşey
yoktur" Kendisine: "Anlattıklarına göre Hz. Ebu Bekir, Yemame gününde
Allah'a şükür secdesinde bulunmuştur. Bunu işitmedin mi?" dediklerinde:
"Ben onu işitmedim. Ben o sözün Ebu Bekir'e isnad edilen bir yalan olduğu
kanaatindeyim. Kişinin birşey işitip de sonra 'Bu aksini işitmediğim
birşeydir.' demesi bir tür sapıklıktır" der. Onlar: "Biz bunu sadece
senin görüşünü öğrenmek ve onunla o haberi reddetmek için soruyoruz"
dediler. Şöyle cevap verdi: "Sana benden işitmediğin bir başka şey daha
söyleyeceğim: Hz, Peygambere ve ondan sonra da diğer müslümanlara Allah
fetihler nasip etmiştir. Onlardan hiçbirisinin böyle birşey yaptığını işittin
mi? İnsanlar arasında ve onlar üzerinde cereyan eden olaylar hakkında bir
mesele ile karşılaşır ve o konuda onlardan hiçbirşey işitmemişsen; senin
yapacağın da bu olmalı. çünkü eğer onların konuyla ilgili bir hükümleri olsaydı
mutlaka zikredilirdi. Zira daha önce geçen insanların durumlarını ilgilendiren
bir konudur. Şimdi şükür secdesi konusunda sen onlardan hiçbirisinin secde
yaptığını işittin mi? Bu bir icmadır. Sana bilmediğin bir durum gelirse onu
bırak" Rrvayetin tamamı böyle. Esas alınması gereken şeyin -her ne
şekilolur ve hangi mahalde bulunur-
sa bulunsun-genel olan
uygulama olduğunda bu gayet açıktır. Hal böyle iken, genel ve yaygın olan
duruma muhalefet etmesi halinde şaz nakillere ya da nadiren yapılan fiillere
iltifat edilmez.
2. Bu nadir olan uygulamanın Hz. Peygamber
[s.a.v.] ya da sahabe zamanına veya belli bir hale has olması ve bu kayıt hali
dışında başka şekilde amel edilmesi için hüccet olmaması. Mesela, Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] hasta olması sebebiyle abdest alırken alnına ya da
sarığına meshettiği rivayeti bu şekilde izah edilmiştir. Keza kurban etlerinin
üç günde bitirilmeyip sonrası için saklanmasının yasaklanması da bu şekildedir.
Tabii bu izah, daha sonra vermiş olduğu iznin nesih sayılmaması esasına
mebnidir. Hadis şöyle: Hz. Peygamber [s.a.v.] kurban etlerinin üç günden fazla
tutulmasını yasaklamıştı. Ertesi sene olunca buna izin verdi ve: "Ben size
(onu Medine'ye akın eden) yoksullar için yasaklamıştım; şimdi ise yiyiniz,
tasadduk ediniz ve (isterseniz) saklayınız" buyurdu.
3. Hakkında herhangi bir teşrii hüküm
bulunmaksızın yapılmış olması; Hz. Peygamber'in de bilgisi olmasına rağmen
sükut etmesi; daha sonra ise o şeyi ne o sahabinin ne de daha başka birisinin
bir daha işlememesi; Hz. Peygamber'in de o şeyi şer'i bir hüküm olarak vaz'
etmemesi; başlangıç itibarıyla hiçbir kimseye de izin vermemesi. Bu durumda Hz.
Peygamber'in ona karşı ses çıkarmamasının ona ya da diğerleri hakkında verdiği
izin sayılması gerekmez. Ebu Lübabe el-Ensari'nin başından geçen olayda olduğu
gibi. Bu zatı Hz. Peygamber [s.a.v.] bir iş için göndermişti. İşi yaptı ve bu
arada kendisinin Allah'a ve Rasulüne hiyanet ettiğini anladı. Bunun üzerine
hemen kendisini mescidin direklerinden birisine bağladı ve bizzat Rasulullah
[s.a.v.] çözmedikçe kendisini çözmeyeceğine de yemin etti. Hz. Peygamber, onun hakkında:
"Eğer bana gelseydi, onun bağışlanmasını dilerdim" buyurdu. Sonunda
Allah'ın hakkında verdiği hükme kadar onu o şekilde bıraktı.
Bu ve benzeri
uygulamalar, ne başlangıç itibarıyla ne de devam itibarıyla bir meşruiyet hükmü
doğurmazlar. Başlangıç itibarıyla meşru değildir; çünkü Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] izni ile kendisini bağlamamıştır. Devam itibarıyla da olamaz; çünkü
Allah hakkında hüküm indirinceye kadar onu ohalde bırakmıştır. Bu durum, Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] zamanına hastır. Zira böyle bir sonuca ancak vahiy
yoluyla ulaşılabilir. Onun vefatından sonra ise vahiy kesilmiştir; dolayısıyla
böyle bir uygulamayı şer'i bir esas gibi kabul ile devam ettirmenin ve benzeri
durumlarda uygulamaya koymanın imkanı yoktur. Hem sonra ne o zatın ne de bir
başkasının Hz. Peygamber [s.a.v.] zamanında ve daha sonraki dönemlerde benzeri
böyle birşey işlemiş olduğu vaki değildir. Şu halde, böyle birşey ile amelde
bulunmak son derece aldatıcıdır. Çünkü daha öncesinde ona meşruiyet verecek bir
teşri durumu yoktur. Olsa bile, uygulamanın aksi doğrultuda gelmiş olması, o
uygulamanın amel için zayıf kaldığını (mecruhluğunu) göstermeye yeterlidir.
4. Nadir uygulama, bazı sahabilere ait muvafakat
alınmamış şahsi görüşe müstenid olabilir. Olay ictihadi olmayıp taabbudilik
göstermektedir ve Hz. Peygamber [s.a.v.] zamanında olmuştur ama onun bilgisine
sunulmamışlar; dolayısıyla onaylama ya da yasaklama hususu gerçekleşmemiştir.
Mesela Ebu Talha el-Ensari'den rivayet edildiğine göre, o Ramazan'da oruçlu
iken dolu yemişti. Kendisine: "Oruçlu iken dolu mu yiyorsun?"
denildiğinde: "Ne olur ki? Bu sadece gökten inen dolu; onunla karnımızı
temizliyoruz. O ne yiyecek ne de içecek" diye cevap vermiştir. et-Tahavı
şöyle yorum yapıyor: "Sanıyorum bu, o zatın bir fiilidir ve Hz. Peygamber
durumdan haberdar olmamıştır ki, kendisine gerekli olan şeyi öğretsin" O
şöyle devam eder: Buna benzer şeyler Hz. Peygamber [s.a.v.] zamanında da vardı
ve Hz. Ömer onları dikkate almamıştır. Çünkü bu rivayetlerde Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] bu tür olaylara vakıf olduğu ve tepki göstermediği bildirilmemiştir.
Ebu Talha'dan nakledilen olayda da durum aynıdır. Rifaa b. Rafi'den rivayet
edilen olay da bu kabildendir: O şöyle anlatır: Hz. Ömer'in sağında idim. Bir
adam geldi ve: "Zeyd b. Sabit, cünüplük konusunda insanlara kendi
kafasından fetva veriyor" dedi. Hz. Ömer: "Çabuk onu bana
getir!" dedi. Zeyd geldi. Hz. Ömer ona: "Bana ulaştığına göre Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] mescidinde cünüplük konusunda kendi kafandan fetva
veriyormuşsun" diye sordu. Zeyd ona: "Allah'a yemin ederim ki, -Ey
mü'minlerin Emiri!- ben kendi kafamdan fetva vermedim; ancak ben amcalarımdan
birşey işittim ve onu söyledim" dedi. Hz. Ömer: "Hangi
amcalarından?" diye sordu. O: "Übeyy b. Ka'b, Ebu Eyyub ve Rifaa b.
Rafi'den" dedi. Hz. Ömer bana döndü ve: "Bu genç ne söylüyor?"
dedi. Ben de: "Biz Hz. Peygamber zamanında bunu yapardık; sonra da
yıkanmazdık" dedim. O: "Bunu Hz. Peygamber'e [s.a.v.] sordunuz
mu?" dedi. Ben: "Hayır!" dedim ... Hadisin sonrasında Hz. Ömer
şöyle der: "Eğer birinin bunu yaptığını ve yıkanmadığını bir duyarsam, onu
mutlaka iyice cezalandırırım" İşte bu da konumuzIa ilgili bir örnek
0lmaktadır. Hz. Ömer'in dayanağı şu idi: Bu kendisi ile amel edilmeyen bir
görüştü ve herhangi bir şekilde insanların kabul ve ameline iktiran da
etmemişti. Onun terki için bu kadarı yeterli idi.
5. Az bir süre amel edilmiş, sonra ise
neshedilmiş ve böylece tümden terkedilmiş olabilir. Bu durumda o, kesin olarak
bir delilolamaz. Bu halde yapılması gereken şey, onun zıddı olan yaygın ve genel
uygulama alanı bulan delil doğrultusunda amel etmektir.
Bunun da örneği, ölü
adına oruç tutma hadisidir. Çünkü bu hadisle ne amel edilegeldiği ne de çokça
amel edildiği nakledilmemiştir. Bu konuda rivayetler genelde Hz. Aişe ve İbn
Abbas etrafında toplanır. Bu hadise ilk muhalefet edenler de onların
kendileridir. Rivayete göre Hz. Aişe'ye üzerinde oruç borcu olarak ölen bir
kadının durumu sorulur. Cevap olarak o: "Onun adına yemek yedirin"
diye cevap verir. İbn Abbas da: "Hiçbir kimse bir başkası adına oruç
tutamaz" der. İmam Malik der ki: "Ne Hz. Peygamber'in ashabından ne
de Medine'de bulunan tabiin neslinden tek bir kimsenin, birinin bir başkası
adına oruç tutmasını veya onun adına namaz kılmasını emrettiğini asla duymadım.
Bunları herkes ancak kendi adına yapar" Bu sahabenin büyük çoğunluğunun ve
ondan sonra gelen neslin rivayet edilen hadisle ameli terk ettiklerini
bildirmektedir. İmamın meselede temel aldığı husus işte bu olmaktadır. Nitekim
o, bütün görüşlerinde bu hususu göz önünde bulundurmaktadır.
el-Mufassal'da bulunan
tilavet secdesi hakkında kendisine soru yöneltilmiş ve "Sen o ayette secde
eder misin?" denmiştir. O: "Hayır!" diye cevap vermiştir. Ona:
"Biz bu soruyu sana Ömer b. Abdulaziz hadisi dolayısıyla soruyoruz"
dediklerinde İmam: "Bana hadisler içerisinde en sevimli olanı, insanların
üzerinde görüşbirliği ettikleri hadislerdir. Bu, insanların üzerinde
görüşbirliği etmedikleri hadislerdendir. O sadece insanların sözlerinden bir
sözdür. Ondan daha büyük olan Kur'an'dır. Yüce Allah:
"Onda Kitabın
temeli olan mühkem ayetler vardır ... "[Al-i İmran 7] buyurur. Kur'an,
önem bakımından daha büyüktür. Onda nasih ve mensuh vardır. Hadislerle onu
nasıl bir tarafa itebiliriz? Sonra bu hadis, insanların üzerinde görüşbirliği
etmedikleri hadislerden olmaktadır" Bu, tearuz eden iki delilden birisi
ile amel edilmiş olmasının; o delilin diğerini neshetmiş olduğunun belirtisi
olduğu konusunda açıktır. Zira onlar, devamlı olarak Hz. Peygamber'den sadır
olan en son uygulamaları esas alıyorlardı. İbn Şihab'dan da şöyle dediği
rivayet edilir: "Fukaha, Allah Rasulü'nün hadisleri içerisinde hangisinin
nasih hangisinin mensuh olduğunu öğrenme konusunda çok yoruldular ve aciz
kaldılar" Bu söz doğrudur. İmam Malik, prensip olarak insanların amel
edegeldikleri hadisleri alıp, görüşbirliği olmayan hadisleri atınca, nasih ve
mensuhu ayırmak için kolay bir yol tutmuş oldu. Allah'a hamdolsun!
Zikri geçen hüküm altına
sokulan daha başka kısımlar da bulunmaktadır.
Şu halde amelde bulunan
kimsenin, amelinin ilk nesillerin ameline uygun düşmesi doğrultusunda
araştırmada bulunması uygun olacaktır. Nadir olan uygulamalara yapışma
konusunda nefsine müsamaha tanımamalıdır; ancak çok az olarak ve ihtiyaç anında
zaruretin bulunması durumunda istisnai olarak onunla amel etmelidir. Bunun da
aşağıdaki gibi şartları olacaktır: Nadir olan uygulama delili, muhayyerlik
manası gerektirecek, ne sh ve delilin sahih olmaması korkusu bulunmayacak,
yahut delil hüccet olamayacak derecede yoruma açık olmayacak vb. Bu şartlara
rağmen, nadir olan uygulamayı amele esas alır ve sürekli onunla amel yönüne
giderse o zaman şu sonuçlar ortaya çıkacaktır:
1. O amelde müdavim olmamaları cihetiyle ilk
nesillere muhalefette bulunma. Bilindiği gibi ilk nesillere (selef-i salihin)
muhalefet çok tehlikeli bir durumdur.
2. Bunun tabii sonucu olarak onların üzerinde
devamlı oldukları şeyi terketme. Zira farzedilen durum, onların bu tür nadir
uygulama delillerinin aksi istikametinde amel edegeldikleri şeklinde idi.
Onların devam etmedikleri şey üzerinde müdavimlik, onların devamlılık
gösterdikleri şeye muhalefet etmek demektir.
3. Bu tutum, selefin üzerinde bulundukları
uygulamaların yok olmasına, muhalefet ettikleri şeylerin de yayılmasına yol
açan bir davranış biçimidir. Zira fiili olarak gerçekleştirilen uyma, sözle
yapılan uymadan daha belirgin ve etkindir. Eğer bu kendilerine uyulan imamlar
tarafından gerçekleştirilirse, durum daha da büyük bir boyut ve ciddiyet
kazamr.
ilk nesillere muhalefet
durumuna düşmekten aman ha aman sakınınız! Eğer ortada bir fazilet varsa,
mutlaka ilk nesiller o fazilete daha yakın ve layıktırlar.
Üçüncü kısım: ilk
nesillerin hiçbir şekilde amel etmedikleri deliller.
Bu kısım, bir önceki kısımdan
daha ciddi bir boyut arzeder. Orada geçen deliller aynısı ile burada da
öncelikli olarak geçerlidir. Sonra gelenlerin (müteahhirun) kendi kuruntularına
bunları delilolarak kullanmaları asla yerinde değildir ve onlar hiçbir şekilde
delilolamazlar. Zira eğer delil olsalardı, sahabe ve tabiin nesillerinin
değerlendirmelerinden uzak kalıp da şunların onu anlaması gibi bir sonuç asla
ortaya çıkmazdı. ilk nesillerin ameli, -terk de olabilir- delil sanılan şeyin
gereğine nasıl ters döşer ve onunla çatışabilir? Sonra gelen nesillerin bu
türden delillerle amel etmeleri, ilk nesillerin icmaına muhalefet olmaktadır.
icmaa muhalefet eden her kim olursa olsun hatalıdır. Zira Muhammed ümmeti hata
üzerinde görüşbirliği etmez. Onların üzerinde bulundukları fii! ya da terk,
sünnettir ve muteber bir durumdur, hidayettir. İnsan ya hata eder ya da isabet
eder. İlk nesillere muhalefet eden kimseler hata üzerindedir. Bu kadarı delil
olarak yeterlidir. Alimlerin hiçbir şekilde amel etmedikleri zayıf hadisler de
bu mesabede sayılmaktadır.
İşte bu noktadan
hareketledir ki, ehl-i sünnet alimleri Rafizilerin 'Hz. Peygamber [s.a.v.]
kendinden sonra halife olmak üzere Hz. Ali'yi tayin etti' şeklindeki
iddialarına kulak asmamışlardır. Çünkü bütün sahabenin bu iddia aksine hareket
etmiş olmaları, onun batıl ve dikkate alınmayacağına açık bir delildir. Çünkü
sahabe hata üzerinde görüşbirliği etmez. Çoğu zaman bid'at ve sapık mezhep
sahiplerinin Kitap ve sünnet ile iddialarını desteklemeye çalıştıklarını
görürsün; bunlar keyfi yorumlar yaparlar, onların müteş8.bihlerine sarılarak
havayı bulandırmak ve böylece halka karşı kendilerinin hak üzere oldukları
intibaını vermek isterler.
Bunun pek çok örnekleri
vardır: Mesela batınilerin kendi çirkef görüşlerine bilinen meşhur tevillerle istidlalde
bulunmaları gibi. Kitap bahsinde -inşallah- bu konuda açıklamalar gelecektir.
Tenasüh inancında olanların kendi inançlarına "İstediği şekilde seni
terkip eden ... "[İnfitar 8] ayetini delilolarak kullanmaları gibi. Pek
çok itikadi mezhep mensupları, kendi görüşlerinin doğruluğunu ortaya koyabilmek
için Kitap ve Sünnet'in zahirine sarılma yoluna gitmişlerdir. Halbuki bu
görüşler ilk nesillerce ne sözü edilmiş ne de onlardan hiçbir kimsenin aklından
geçmemiş şeylerdir. Haşa böyle şeyleri düşünmekten onlar uzaktırlar. Kur'an'ın
koro halinde okunmasının, halka halinde yüksek sesle zikir çekmenin caizliğine
dair ''Allah'ın kitabını okumak ve aralarında müzakere etmek için bir kavim
toplanırsa ... "; ''Allah'ı zikrederek bir kavim toplanırsa ... '' gibi zikir
meclislerinin fazileti hakkında gelen hadislerle istidlalde bulunma çabaları da
aynıdır.
Keza müezzinlerin
geceleyin (evlere vurarak) çağırmasının caizliğine de "Sabah akşam,
Rablerinin rızasını isteyerek O'na çağıranları / yalvaranları kovma ... "[En'am
52] ve "Rabbinize gönülden (tazarru ile) ve gizlice çağırın /
yalvarın"[A'raf 55] ayetleri ile delillendirme çabaları da böyledir.
Geceyi ihya edenlerin Kur'an'ı cehri olarak okumalarını da delilolarak
kullanmışlardır. Mescidlerde ve başka yerlerde raksetmenin (oyun, dans)
caizliğine, Habeşlilerin mescidde kılıç-kalkan oynadıklarını belirten hadisle
ve bu hadiste bulunan Hz. Peygamber'in [s.a.v.] onlara: "Haydi bakalım ey
Erfide oğulları!" buyurmasını delil olarak kullanma çabaları da aynıdır.
Bir bid'at koyan ya da
selef-i salih zamanında bulunmayan ve sonradan ortaya çıkan birşeyi güzel gören
ve bu tavrını desteklemek için de şöyle bir delil getirmeye çalışanlar vardır:
"Selef-i salih, Hz. Peygamber [s.a.v.] zamanında bulunmayan bazı şeyler ortaya
koymuşlardır. Mesela, Kur'an'ın mushaf haline getirilmesi, kitapların tasnif
edilmesi, divanların kurulması, zenaatkarların tazminle sorumlu tutulmaları ve
benzeri usulcülerin mesalih-i mürsele bahsinde zikrettikleri diğer örnekler
gibi" Böyle bir yaklaşım sergileyen bu kimseler meseleyi karıştırmakta ve
hata etmektedirler. Fitne ve fesat çıkarmak, keyfi tevillere girişmek için
şer'! nasslar içerisinde bulunan müteşabihata yapışmışlardır. Böyle bir
yaklaşım din adına tümden hatadır ve inkarcıların yoluna uymaktan başka birşey
değildir. Çünkü böyle bir yola başvuran ve keyfi tevillere girişen kimseler, ya
şer'! kaynaklardan selefin anlayamadığı şeyleri anlamışlardır; ya da onların
anlayışından sapmışlardır. Doğru olan bu sonuncusudur. Zira seleften ilk nesiller
(mütekaddimun), doğru yol üzere idiler; zikri geçen vb. delillerden de ancak
üzerinde bulunageldikleri şeyleri anlamışlardır. Bu sonradan icad edilmiş
şeyler ise onlar zamamında yoktu; onlarla amel etmiş de değillerdi. Bu durum,
sözü edilen delillerin sonradan icad edilen o manaları asla içermediğini
gösterir. Onların sonradan icad edilen manalara muhalif olarak amelde
bulunagelmeleri de sonradan ortaya çıkıp da yeni yeni manalar çıkaran
kimselerin istidlallerinde, uygulamalarında hatalı olduklarını, bu tavırlarıyla
Sünnete muhalif düştüklerini gösteren icma! bir delilolur.
Bu tür istidlallerde
bulunan kimselere şöyle denilir: Senin ortaya çıkardığın bu mana, ilk
nesillerin uygulamasında yer alıyor mu? Yoksa onların uygulamaları içerisinde
böyle birşey yok mu? Eğer olmadığını sanıyorsa -ki mutlaka öyle olması
gerekiyor- o zaman kendisine: Senin dikkatinden kaçmayan birşey hakkında onlar
gaflet içerisinde mi idiler? Yoksa onlar cahil mi idiler? Tabii bu soruya evet
diyemeyecektir; çünkü böyle bir cevap kendisinin rezil ve rüsvaylığını ortaya
koyacak ve icmaın delinmesi gibi bir sonucu getirecektir. Eğer o: Onlar diğer
delilleri bildikleri gibi bu delillerin kaynaklarından da haberdar idiler,
derse ona bu kez: Peki, sence onlarla bu delillerin gereği ile amel etme
arasına giren ve onları amelden engelleyen şey ne idi? Niçin bunları bırakarak
başka delillere gittiler? Onların bu tutumu -Ey yalancı!- senin değil de
onların hata üzerinde birleşmelerinin bir sonucu olmaktan başkası olabilir mi?
Halbuki kesin şer'i ve örfi deliller bunun aksini söylüyor. Dolayısıyla selef-i
salihin üzerinde bulunduğu uygulamalara ters düşen her yeni şey sapıklığın ta
kendisidir.
Eğer bu sahip olduğu
görüşün evvelki nesiller içerisinde süküt geçilmiş (meskütun anh) konulardan
olduğunu iddia ederse bakılır: Eğer meskütun anh olur ve deliller içerisinde
ona cevaz bulunursa o zaman zaten muhalefetten söz edilmez. Muhalefet, onlardan
nakledilenin zıddına hareketle inad göstermesi durumundadır ve bu, münker olan
bid'at olmaktadır. Bu durumda ona şöyle denilir: Hayır (bu süküt değil) aksine
muhaliftir. Çünkü şer'iatta süküt geçilen konular iki kısımdır:
a) Hz. Peygamber
[s.a.v.] zamanında esbab-ı mücibesi olduğu halde süküt geçilmiş ve ve hakkında
o zamanda bulunan hükümler ötesinde ilave bir hüküm getirilmemiştir. Bu durumda
(ziyadeye gidilerek) ona muhalefet imkanı yoktur. Çünkü selefin şunların amel
ettiği şeyi terketmiş olmaları ona zıt düşmektedir. Kim şer'iata onda olmayan
birşeyeklemek isterse Sünnete muhalefet etmiş olur. Nitekim Makasıd bölümünde
bu husus açıklanmıştı.
b) Hz. Peygamber
[s.a.v.] zamanında esbab-ı mücibesi bulunmayan ve
bu yüzden de hakkında
süküt geçilen konular. Bunlar daha sonra meydana gelmiş ve bu gibi durumlarda
genel prensiplerden hareketle şer'iatın ruhuna uygun hükümler konulmuştur.
Bunlar mesalih-i mürsele diye anılmaktadır. Bu esas, şeri hükümlerin üzerine
kurulduğu esas prensiplerden biri olmaktadır. Çünkü bu prensip de -usül
kitaplarında belirtildiği gibi- şer'i delillere dönük olmaktadır. Dolayısıyla
bunların bid'at cinsi altına sokulması sahih değildir. Sonra mesalih-i mürsele
-delilolarak kabul edenlere göre-asla taabbudi konularda geçerli değildir. Bu
prensibin geçerli olduğu saha, ümmetin varlığını sürdürmesi ve fertlerinin
adetlerle ilgili tasarruflarında kollanması gereken konulardadır. Bu yüzdendir
ki İmam Malik, -ki o mesı'Uih-i mürsele ile amel konusunda en geniş
davranandır- ibadetler konusunda çok titiz davranmakta ve ibadetlerin mutlaka
ilk nesillerin uygulamasına uygun düşmesi konusunda ısrar etmektedir. O yüzden
de delillerin mutlak ifadesi yasak getirme se bile bazı şeyleri yasaklamış,
bazı şeyleri de mekruh görmüştür. Çünkü onun kabul ettiği prensibe göre, bu tür
delillerin mutlak ifadeleri uygulama ile kayıtlanmış olmaktadır; dolayısıyla
onların üzerine bir ilave getirmek mümkün değildir. Usül kitaplarında yine
bildirildiği üzere, mutlak bir nassa rağmen eğer uygulama belli bir şekil üzere
cereyan etmişse, mutlak olan o delil, bir başkası hakkında hüccet olmaz.
Hasılı, hakkında mutlak
bir delil bulunan bir durum hakkında emir ya da izin bulununca, ilk nesillerin
de onunla ilgilendikleri ve gereğince amel edegeldikleri görülürse, o şeyde
uygulama dışında başka bir şekilde de amelin olabileceğine dair bir
delilolamaz. Aksine onun (mutlak ifadenin), söz konusu farklı şekle de delalet
edebilmesi için tabi olacağı bir delile muhtaçtır. Bütün bunlar bu kitapta Emir
ve Nehiy konusunda, fakat başka bir açıdan açıklanmıştır. Şu halde selef
döneminde mevcut uygulamaya muhalif olan görüşler sükut geçilmiş (meskutun anh)
konulardan değildir. Keza bunlar mesalih-i mürsele kabilinden de değildir. Şu
halde geriye sadece, selef-i salihin uygulamasına ters düşme durumu
kalmaktadır. Ayakların kayması için de bu kadarı yeterlidir. Tevfik ancak
Allah'tandır.
FASIL:
Bil ki: Selef-i
salihinin uygulamasına muhalefet hep aynı kategoride değildir. İçlerinde hafif
olanları olduğu gibi şiddetli olanları da vardır. Bu konunun açıklanması uzun
izahlara ihtiyaç gösterir. O yüzden bunu müctehidlerin değerlendirmelerine
bırakalım. Ancak muhalif durumunda olanlar iki gruptur:
a) İctihad ehlinden
olanlar. Böyle birisi ictihadında ya bütün gayretini kullanmış olur; ya da öyle
olmaz. Eğer öyle ise, onun için bir günah SÖZ konusu olmaz ve o her halükarda
sevap alır. Eğer ictihadın tam hakkını vermez ve taksir gösterirse, o zaman o
kişi usülcülerin belirttiği üzere günahkar olur.
b) İetihad ehlinden
olmayanlar. Böyle bir kimse kendisini muhalefet içerisine yanlışlıkla ya da mugalata
sonucunda sokmuş olmaktadır. Çünkü böyle bir kimsenin muhalefete yetkisi
olduğuna dair ehil kimseler tarafından şehadette bulunulmamış; kendileriyle
birlikte bunların da meseleye dahilolduklarını kabul etmemişlerdir. Böyle bir
kimsenin tavrı kötü karşılanmış ve yerilmiştir.
Selef-i salihin
(mütekaddimin) uygulamasına muhalefet ancak bu tip insanlardan sudür eder.
Çünkü müctehidler, her ne kadar mesailde ihtilaf etmişlerse de, ihtilafları
genelde iki noktada toplanır: a) Ya ilk nesillerin üzerinde ihtilaflı oldukları
konularda ihtilaf etmişlerdir. Bu kısımda ilk nesillerin amel konusunda da
ihtilaf etmeleri lazım gelir. b) Ya da bir mesele ki, mütekaddimin (mesela
sahabe) için görüş itibarıyla
ihtilaf ortaya çıkmaz ve
herkes kendi görüşü doğrultusunda istidlalde bulunmaz. Buna rağmen
kendilerinden amel konusunda farklı durumlar rivayet edilir. Müctehidlerin
ihtilafı ikinci olarak işte böyle bir konuda olur.
İkinci kısma yani
ictihada ehil olmayanlara gelince, bunlar amele uygunluk noktasında tercihi
gerektirecek unsurlardan ne bulunduğunu bilemezler. Çünkü delilin amele
uygunluğu, kullanılan delilin bir şahidi olur; onu icmaın tasdik ve teyidi gibi
güçlendirir. Çünkü amel (uygulama, teamüD bir nevi fiili icma olmaktadır.
Delilin amele muhalif düşmesi durumu ise böyle değildir. Çünkü öyle si bir
muhalefet, delili zayıflatır veya onu yalana çıkarır. Sonra delilin amele uygun
düşmesi, deliller için söz konusu olan ve onları zayıflatıcı roloynayan
ihtimallerden uzaklaştırır. Çünkü müctehid, ictihad etmek üzere delil üzerinde
düşünmeye başladığı zaman pek çok hususları araştırma mecburiyeti hisseder ve
bu ön çalışmalar yapılmadan delilin devreye sokulması doğru olmaz. İlk
nesillerin uygulamalarını dikkate almak, deliller için söz konusu olan
ihtimalleri kesin olarak ortadan kaldırır; nasihi mensuhtan ayırmada yardımcı
olur; mücmeli beyan eder ... Bu husus, ictihad yoluna girme yolunda böyük bir
yardımdır. Bu yüzdendir ki İmam Malik b. Enes ve onun görüşünde olan kimseler
uygulamaya (amel, teamül) büyük önem vermişler ve onu bir esas olarak
almışlardır. Bu türden örnekler daha önce geçmiştir. Sonra delillerin
zahirleri, ilk nesillerin uygulamaları dikkate alınmaksızın değerlendirilmeye
kalkışılırsa, bu tutum, delillerin birbiri arasında tearuz (çelişme) ve ihtilaflara
götürür. Bu husus müşahede edilen bir durumdur. Çünkü nassların zevahirinin ilk
bakışta tearuz halinde görünmeleri çoktur. Halbuki, şeriatta tutarsızlık ve
ihtilafların bulunmadığı da kesin bir esas olmaktadır.
Bu yüzdendir ki, sapık
fırkalardan hiçbirinin, keza usul ya da furu konularında ihtilaf halinde
bulunan hiçbir kimsenin kendi mezhep ve görüşünü desteklemek üzere delillerin
zevahiri ile istidlalde bulunmadan aciz kaldıklarını asla göremezsin. Bu türden
pek çok örnekler geçmiştir. Hatta biz fasık ve facirlerin, pak şeriata nisbet
ettikleri delillerle kendi fısk ve fucurlarının meşruiyetini delillendirmeye
çalıştıklarını bile görmekteyiz. Tarih ve geçmişlerin haberlerinden bahseden
kitaplarda yer alan ve şer'iat aleyhinde son derece çirkef yorumlar getiren
örnekler vardır. Mesela el-Hariri'nin Dürretu'l-gavvas adlı eserindeki
sarhoşluğun tedavisi hakkındaki alıntıya bakınız. Hatta bazı hıristiyanlar
inançtan olan teslis akidesini Kur'an ayetleriyle teyid etmeye çalışmışlar,
sonra hileye başvurup kendilerinin de tevhid konusunda aynen müslümanlar gibi
olduklarına dair Kur'an'dan deliller getirmeye yeltenmişlerdir. "Yüce
Allah onların dediklerinden münnezzehtir, yücedir, uludur"[İsra 43].
Bundan dolayı, şer'i
deliler üzerinde duran kimselerin, mutlaka o delillerden ilk nesillerin ne
anladıklarını göz önünde bulundurmaları bir mecburiyettir. Onların amel
edegeldiklerine uygun düşen delilımana, doğru olmaya en layık olandır; ilim ve
amel için en uygunudur. Bu durumun bir sebebi vardır ki -Allah'ın izni ile- onu
da aşağıdaki meselede kısaca zikredeceğiz.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: