EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
GENEL OLARAK DELİLLER /
a) Delillerle ilgili külli esaslar /
DÖRDÜNCÜ MESELE:
Şeri delillerin
konulmasından gözlenen amaç, mükellefin fiillerini uygun oldukları yere
oturtmak ve onlara hukuki bir yapı vermektir. Bu hususta herhangi bir tartışma
yoktur. Ancak mükellefin fiilleri iki açıdan ele alınarak değerlendirilebilir:
a) Onların zihindeki makullükleri açısından, b) Hariçteki (akıl dışında varlık
aleminde) varlıkları açısından.
Şöyle ki: Yapılması ya
da terki ile yükümlü kılınan ya da tercihe bırakılan fiil, mahiyeti itibarıyla
ona ilave edilecek ya da eklenecek özelliklerden soyutlanarak ele alınacaktır;
bu özelliklerin zorunlu olarak ortaya çıkıp çıkmaması (lazımi olması) arasında
fark yoktur. İşte bu akli itibar oluyor.
Ayrıca bir de mahiyeti
itibarıyla, ancakbu kez zorunlu (lazım!) olarak ortaya çıksın çıkmasın varlık
aleminde kendisine eklenecek ya da katılacak özellikler ve vasıflarla ele
alınırlar. Buna da harici itibar diyoruz. Mesela emredilmiş olan namaz, bu iki
itibarla da ele alınabilir. Taharet, zekat, hac, diğer ibadetler ile; nikah,
alış-veriş, icare vb. gibi adetleri de aynı şekilde ele almak mümkündür. Bu iki
itibar arasındaki fark, mesela gasbedilmiş bir yarde kılınan namaz veya bir
kerahet içeren namaz ya da kemalini noksanlaştıran bir özellikle birlikte eda
edilen namaz gibi konularda kendisini gösterir. Tabi bu durum sadece namaz
örneğine de has değildir.
Alden bu iki itibar da
sahih olduğuna göre, deliller bu iki yönden hangisine tevcih edilecektir?
Fiilin aklen maklillüğü yönüne mi, yoksa varlık aleminde (hariçte) meydana
geliş şekline mi? Bu nokta ictihad mahallidir ve dolayısıyla ihtilaflara
gebedir. Bu ihtilaflar, gasbedilen yerde namaz meselesinde kendisini gösteren
görüş ayrılıklarının bir gereği olmaktadır'. Bu konuda mezheplerin görüş ve
delilleri uslil ilminde ele alınmış ve açıklanmıştır. Ancak biz burada bir
nokta üzerinde yoğunlaşmak ve böylece bu iki itibardan her birinde Şari'in
maksadını yakalamaya çalışmak istiyoruz:
Birinci yani zihni
itibarın sıhhatine delalet eden hususlar vardır:
1. Emredilen veya yasaklanan ya da tercihe
bırakılan şeyler, o isimlerin haklarında kullanıldıkları fiillerin hakikatleri
olmaktadır. Bu ise itibar konusunda zihni bir durum olmaktadır. Çünkü biz fiili
gerçekleştirdiğimizde, o fiili zihnimizde olan bu manaya vururuz: Eğer işlenen
fiil ile zihindeki birbirinin aynı olursa, fiil sahih olur; aksi takdirde sahih
olmaz.
İkinciyi yani harici
itibarı esas alan kimseler ise şöyle diyebilirler:
Emir, yasak ya da
tercihe bırakmadan maksat, mükellefin onların gereğini yerine getirmiş
olmasıdır. Böylece onlar varlık aleminde yer alan fiiller olacaklar, zihni
durum olmaktan çıkacaklardır. Hatta zihni durumlar, hitaptan anlaşılan
şeylerdir; hitaptan maksat ise bizzat onların anlaşılır olmaları değil, onlara
uyma ve gereğini yerine getirmedir. Bunlar ise zihni değil harici fiillerle
olur. Bunların ameli ya da itikadi olmaları arasında fark da yoktur. Harici
fiiller ise mutlaka nitelenmiş olarak meydana geleceklerdir. Hakkında verilecek
hüküm de ona göre olacaktır.
2. Eğer biz fiillerde zihne n maklil olanı
dikkate almayacak olursak, o zaman Hükümler (Mübah) bahsinde izah edilen
el-Ka'bi'nin mezhebi gibi çirkef bir görüşle karşı karşıya kalırız. Çünkü ona
göre her fiil ya da söz sonuç itibarıyla, varlık aleminde bir haramın terki
demektir ve bu görüşüyle o daha önce geçenlerin hepsini bir tarafa itmektedir.
Onun bu görüşünün sakatlığı daha önce belirtilmişti.
İkinci itibarı esas alan
kimseler de şöyle diyebilirler: Eğer biz harici özelliklerinden soyutlayarak
sadece zihni maklillüğü esas alırsak, o zaman harici özelliklerin mutlak
surette dikkate alınmaması gibi bir sonuç lazım gelir. Bu ise ittifakla
batıldır. Çünkü sedd-i zeria İslam'da bir prensip olarak vardır ve o bu tarzda
alınmış bir prensiptir. Aslında caiz olmakla birlikte, iyilik ve takvada ya da
kötülük ve günahta yardımlaşma anlamını içeren bütün fiillerde de durum aynı
0lurdu.113 Bayram günü oruç tutmanın, güneş doğarken ya da batarken namaz kılmanm
yasaklanması doğru olmazdı. Bu konu gerçekten geniş bir sahadır.
3. Eğer biz fiilleri sadece harici özellikleri
itibarıyla dikkate alacak olursak, o zaman mükellefin fiilleri çok nadir olarak
sahih olabilir. Çünkü fiiller ve terkler birbirleri ile iç içedir. Bunlar,
borcunu ödeme vakti gelen bir kimsenin namaz kılması meselesini ortaya koyarak,
o zaman muhaliflerin böyle bir namaza batıl demelerinin gerekeceğini
söylemişlerdir; çünkü bu kişi namaz sebebiyle bir vacibi terketmiş olmaktadır.
Salih bir amel ile kötü bir işi birbirine karıştıran herkesin durumu da böyle
olacaktır. Çünkü varlık aleminde salih amel yanında kötü bir durumun da
bulunması halinde salih amelin batıl olmasılazım gelecektir. Bu ise Allah'ın
"Onlar iyi (salih) işi kötüyle karıştırmışlardı"[Tevbe 102]
ayetindeki meramma ters düşecektir. Çünkü hariçte, bunların birinden diğeri
lazım gelecek ve onlardan biri diğerinin bir vasfı gibi olunca; o zaman salih
amel, salih (kötü amel de kötü) olmayacaktır ve o takdirde iki amelin birbirine
karıştırılması gibi birşeyden de söz edilmeyecek; ya iyi ya da kötü olmak üzere
sadece tek amel söz konusu olacaktır. Ayet ise iki ayrı amelden bahsederek bu
sonucun batıl olduğunu belirtiyor. İbadetler için sözü edilen bu durum aynı
şekilde adetlerle ilgili konularda da geçerlidir. Bu da, önemli olan hususun,
hariçteki değil de zihindeki amelin makullüğünün dikkate alınması olduğunu
gösteriyor.
İkinci itibar taraftarı
olanlar şöyle diyebilirler: Harici işlerden soyutlanmış olarak sadece
zihinlerde mevcut olan durumlar yapılamazlar. Yapılamayan şeylerle de yükümlü
tutulamaz. Yapılamayan şeylerle yükümlü tutulmaması açıktır. Hariçteki
varlığından soyut olarak zihnı durumların yapılamaz olmaları da aynı şekilde
açıktır. Duyular alemiyle ilgili olarak mesela insanı ele alalım: Onun akılda
yer eden canlılık ve konuşma özelliğinden mürekkep hakikati hariçte sabit
değildir. Çünkü o, -hususiyet kazanıncaya kadar- bir külli olmaktadır. Şahıs
haline gelmedikçe de (teşahhus) husüsileşmeyecektir. Şahıslaşmış diğerlerinden
başka özelliklerle ayrıcalık kazanmadıkça da şahıs halini almayacaktır.
Bu durumda insan türü:
a) Cinse vasıf özelliği taşıyan külli özelliklerin bulunmasını
gerektirmektedir, Gülmesi, ayakta dik durması, tırnaklarının çıkması vb. gibi;
b) Şahsi özelliklerin bulunmasını gerektirmektedir:
İnsan cinsinin bireyleri
işte bu özellikler sayesinde birbirinden ayrılırlar. Eğer bunlar olmasaydı, o
zaman insan varlık aleminde asla gözükemezdi. Şu halde harici ve arızi olan bu
durumlar, insanın varlık alemindeki vücudu için zaruridir.
Şer'i olan şeylere
gelince, mesela namazın kıyam, rüku, sücud, kıraat ve diğer rükünlerden
mürekkep hakikati, çeşitli hal, şekil ve kalıplar olmaksızın asla varlık
alemine çıkmaz, Bu şekil ve kalıplar, namazın mahiyetinin hakikatine hüküm için
esas teşkil eder ve o namazın tam ya da noksan olduğuna veya sahih ya da
batılalduğuna hükmedilir. Bunlar namazı müşahhaslaştıran özelliklerdir; aksi
takdirde onun sahibi hakkında bir hükümde bulunmak sahih olmazdı. Çünkü zihinde
bunlar sanki yok hükmündedir. Öyle olunca da, namaz hakkında dikkate alınacak
şey, onun hariçteki vücudu olacaktır. Onlar da, özel ve lazım bazı durumlarla
nitelenmiş ya da aksi şekilde bulunan fiillerden başka birşey değillerdir. Her
mükellef özelolarak onunla yükümlüdür. Şu halde o, kendisi için hariçte vücud
vermesi sahih olacak şeyle yükümlüdür. Bu ise, o fiille birlikte hariçte
zorunlu olarak bulunması gereken şeylerden hali olması durumunda imkansız olur,
Dolayısıyla o, başkalarıyla değil, onlarla (yani harici zorunlu unsurlarla)
yükümlüdür, Varılmak istenen netice de işte budur. Eğer bir vasıffazla ya da
noksan olarak meydana gelirse, o zaman fiil, gerçek hakikati üzere değil başka
bir hakikat üzere meydana gelmiş olacaktır ve yükümlü tutulduğu şey henüz
gerçekleşmiş olmayacaktır.
İTİRAZ: Bu durumda
"Onlar iyi işi kötüyle karıştırmışlardı" ayetinin anlamı bir problem
arzetmeyecek midir? Sonra namaz bazen eksik ya da fazla olarak icra edildiği
halde bile sahih olmaktadır. Bu da dikkate alınan hususun, genel anlamda namaz
diyebileceğimiz birşeyin bulunması olduğunu gösterir ki, bu da zihni itibar
oluyor.
CEVAP: Ayette sözü
edilen iyi ve kötü amellerin ayrı ayrı zamanlarda işlenmiş ameller olması
mümkündür. Nitekim ayetin iniş sebebi de bunu göstermektedir. Dolasıyla orada
sözü edilen hükümleri zıt amellerin, birbirlerinin lazımi sonuçları olması
doğru değildir. Birbirini gerektirici şekilde olsalar ve bunun sonucunda biri
diğerinin sıfatı gibi olsa; eğer sıfat selbi nitelik gibi ise, telazumun
(birinden diğerinin lazım gelmesi) olmaması konusunda bir problem olmayacaktır.
Çünkü selbi özellik, nitelenen için tamamen itibari olup, vücudi bir nitelik
değildir. Eğer vücudi bir nitelik ise ya da vücudi nitelik gibi ise, o zaman o
hariçte hasıl olana raci olacaktır; böyle birşey ise ayetin altına
girmeyecektir. Sıhhati iptal etmeyen ziyade ya da noksanlığa gelince, bu
durumda itibar hariçte vücuda gelene olmakta ve o yükümlü tutulan yerine
konmaktadır; çünkü noksan namaz hariçte tam namaza benzemektedir; dolayısıyla
da tam namaz muamelesi görmüştür. Yoksa bu, bir anlamda da olsa zihni itibarın
dikkate alınmış olmasının bir sonucu değildir. Bu konu üzerinde araştırma
dallanmakta ve üzerine pek çok fıkhi meseleler bina edilmektedir.
FASIL:
Burada sözü edilen iki
itibarın geçerliliği, biri diğerine vasıf durumunda olan muhtelif fiillerde söz
konusu olur. Böyle olmayan fiillerde ise, iki itibar geçerli olmaz.
Şöyle ki: Aralarında
telazum bulunan fiiller, ya biri diğerinin vasfı olur ya da olmaz. Eğer
ikincisi ise, aralarında gerçek anlamda te lazum yok demektir. Mesela zina veya
hırsızlığın terki ile birlikte namazın terki gibi. Çünkü bu iki terkten biri
diğeri için bir vasıf durumunda olmaz. Zira işleme konusunda aynı anda bir
arada bulunma (tezahüm) durumu yoktur. Çünkü mükellefiçin, meşru veya gayr-ı
meşru her fiili terketmesi mümkündür. Bu durum, mükellefiçin onların aynı anda
ve aynı zamanda bulunması gereken şeyler olmadığı içindir. Bunun da sebebi,
onların selbi bir duruma dönük olmalarıdır. Selbi olan şeyler, tamamen itibari
şeyler olup bir hakikatları yoktur. Eğer birinci durum söz konusu ise,
fiillerden biri diğeri için ya selbi bir vasıftır ya da vücudi bir vasıftır.
Eğer selbi bir vasıf ise, ya onun itibara alınmış olduğu özelolarak şer'iatta
sabittir ya da değildir. Eğer birinci şıktan ise, o zaman harici olan şeklin
dikkate alınacağı konusunda bir problem bulunmamaktadır: Meselha, namazda
taharetin, kıbleye yönelmenin terkedilmesi gibi. Eğer ikinci şıktan ise, selbi
vasfın dikkate alınmayacağı konusu açıktır. Borcunu ödemekten kaçmak için
namaza sığınan bir kimsenin borcu ödemeyi terkle birlikte namaz kılması gibi.
Çünkü bu namaz, her ne kadar bir vacipten kaçış diye nitelense de, bu hariçte
varlığı olmayan tamamen takdiri itiMxı bir vasıf ile olmaktadır. Eğer vasıf
vücudi ise, bu konu üzerinde durulması gereken bir husus olmaktadır: Gasbedilen
yerde namaz kılma, gasbedilen bıçakla hayvan kesme, özü haricinde kalan
özelliklerinden dolayı fasid olan alış-veriş türleri vb. gibi.
Hasılı, terkler -terk
olmaları hasebiyle hariçte telazum yani birinin varlığından diğerinin lazım
gelmesi durumunu doğurmazlar. Şer'an bir telazum sabit olmadıkça, fiillerle
terkler arasında da böyle bir durum olmaz. Meselenin asıl kaynağı şudur:
Terkler, vücudi fiil için vücudi vasfın yokluğu durumunda ancak itibara
alınırlar. Mesela namaz için taharet gibi. Fiillerle fiillerin bir arada
bulunmasına gelince, hariçte bir araya geldiklerinde telazum doğuran işte
bunlar olmaktadır. Bu durumda onlardan belli bir nitelikle anılan tek bir fiil
ortaya çıkar ve bu durumda daha önce de geçtiği gibi hem o fiile hem da o vasfa
birden bakılır. Allah-u a'lem! Bu meselenin, emir ve nehiy bahsi ile de ilgisi
bulunmaktadır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: