EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / ON DOKUZUNCU MESELE:

 

Taabbudi olduğu sabit olan hususlar (asıl kabul edilerek) üzerine ayrıntılar getirilemez. Taabbudi olmayıp taşıdığı manaların dikkate alındığı hususlarda ise, mutlak surette kulluk icrasında bulunma (taabbud) gereği aşağıdaki yönlerden dolayılazım gelecektir.

 

(1)   Yükümlü olması açısından mükellef, kaçınılmaz olarak iktiza ya da tahyir ile muhataptır. Hükmün meşru kılınış sebebini bilip bilmemesi arasında fark yoktur. MasIahatların dikkate alınması ise böyle değildir; çünkü o icbari değildir. Şöyle ki: Mükellef bir kuldur; efendisi kendisine bir emirde bulunduğu zaman, sağduyu sahiplerinin ittifakı ile onun emrine uyması gerekir. MasIahatların durumu ise böyle değildir; çünkü tahkik erbabının görüşüne göre mükellef, bir kulolması açısından söz konusu masIahatları dikkate alm,ak mecburiyetinde değildir. Durum böyle olunca, taabbud icbaridir (lazım) ve bu konuda tercih hakkı yoktur; maslahatların dikkate alınması hakkında ise tercih hakkı bulunmaktadır. Hakkında tercih hakkı bulunan bir şeyin yapılıp yapılmaması aklen mümkündür. Şer'an bir emir ya da yasakta bulunulduğu zaman onların bulunmaması aklen sahih değildir; çünkü bu muhaldir. Şu halde iktiza ya da tahyirin gereği ile kulluk icrasında (taabbud) bulunmak mutlak surette icbaridir; (emir ya da yasak yerine getirilirken) masIahatların dikkate alınması ise keza -'Allah üzerine en iyi olanı yapmak vaciptir' görüşünde olanların aksine- mutlak olarak mecburi değildir. Taabbudilik, 'Allah üzerine en iyi olanı yapmak vaciptir' görüşünde olup hüsün ve kubhun (güzellik ve çirkinliğin) aklen bilinebileceği görüşünü benimseyenlere göre de icbari (lazım) olmaktadır. Çünkü efendi kölesine bir masIahattan dolayı bir emir verdiği zaman -ki bu masIahat aklen emrin illeti olmaktadır- sırf emri dikkate alarak ona uyması lazım gelir; çünkü emre muhalefet etmesi çirkin olur. MasIahatın dikkate alınması açısından da durum aynıdır; çünkü masIahatın elde edilmesi bil-farz aklen vacip olmaktadır. Sonuç olarak her iki mezhebe göre de taabbud icbarilik (lüzum) arzetmektedir. Onlardan hiçbiri 'Kölenin, maslahatı dikkate almaksızın efendisine muhalefette bulunması çirkin değildir' dememektedir. Aksine onların görüşüne göre bu muhalefet çirkin olmaktadır. Bu da taabbudün icbariliği anlamına gelir.

 

(2)   Biz iktiza ya da tahyir sebebiyle hükmün meşru kılınışında müstakil bir hikmet bulunduğunu kavrasak bile, bundan bir başka hikmetin, ikinci ya da üçüncü veya daha da fazla sayıda masIahatın bulunmayacağı sonucu çıkmaz. Bizim ulaşabileceğimiz son nokta, hükmün meşru kılınışına müstakil olarak uygun düşebilecek dünyevi bir maslahatı anlamak olacaktır ve dikkate alınan masIahatın sadece o bilinene münhasır olduğunu ve hükmün onun gereği olmak üzere konulmuş bulunduğunu bilmesek bile, şer'i iznin gereği ile hareket ederek onu dikkate almış olmaktayız. Bu konuda kesin bilgi ya da (galib) zan sahibi almadığımız zaman, hükmün bizim için belli olan maslahatından başka maslahatı yoktur diye kesin hükümde bulunmamız doğru olmayacaktır. Çünkü bu delilsiz gayba dair hükümde bulunmaktır. Böyle birşey ise caiz değildir. Hükmün meşru kılınmasına sebeb başka bir hikmetin bulunması imkan dahilindedir. İşte bu açıdan ele alındığı zaman biz, (hükümden gözetilen masIahat kesin olarak şudur yargısında bulunmamak suretiyle) taabbud sınırında durmuş olmaktayız.

 

İTİRAZ: Eğer bu husus caiz olursa, o zaman biz hiçbir şekilde hükmün sirayetine hükmedemeyiz. Çünkü, bilinen hikmet ve masIahattan başka hikmet ya da masIahatın (ya da masIahatların) bulunabileceğini caiz kabul edersek, o takdirde hükmün sadece ona has olduğuna kesin olarak hükmedemeyiz. Çünkü o, illetin bir cüzü 0labilir veya fer' (kıyas yapacağımız mesele) bizim bildiğimiz illeti içerse de, bilmediğimiz hikmetten hali olabilir. Bütün bunlar imkan dahilinde iken, -açık bulunandan başka bir illetin bulunmadığını kesin olarak ortaya koymadığımız sürece- ilhak ve tefride bulunmaya imkan kalmaz. Aynı şekilde kıyas yolu da tamamen kapanmış olur ve hiçbir zaman şu hükmün şu illetten dolayı meşru kılındığına dair kesin olarak hüküm de bulunulamaz.

 

CEVAP: Hükmün sirayeti doğrultusunda hükmetmek, o şeyin taabbudiliğinin cevazına mani değildir. Çünkü kıyasın, şer'i bir delil olduğu sahih olarak bilinmektedir. Kıyasın şer'iliği, hiç şüphesiz ki genelde onu uygulayabileceğimiz bir şekilde olacaktır. Şöyle ki: Hükmün meşru kılınması için illet olmaya elverişli müstakil bir vasıf gördüğümüzde, biz onun dışında başka vasıfların olmadığını ortaya koymakla yükümlü değiliz. Çünkü usulcüler, illetin kendileri için zahir olanın dışında başka bir vasıf olabileceğini veya zahir olan vasfın illetin tümü değil de illetin bir kısmı olabileceğini; ancak zahir olan vasfın müstakil illetliği ya da illet olmaya elverişliliği hakkında zann-ı galibin bulunmasının hükmün fer'e geçirilmesi için yeterli olabileceğini belirtmişlerdir.

 

Keza usulcülerin çoğunluğu (cumhur) bir hükmün birden fazla illetle talilde bulunulmasını caiz görmüşlerdir. Bu illetlerin her biri müstakil ve hepsi de bilinen şeyler olmakla birlikte, biz bunlardan biri ile hükmü talilde bulunuyor ve diğerlerini dikkate almıyoruz. Bu durum -fer'ide bulunacak illetin, asıl da esas aldığımız illetten başkası olması veya bulunmaması imkan dahilinde olsa da- kıyasa mani değildir. Bu durum, zahir olanda kıyasa mani olmadığınagöre, zahir olmayanda mani olmaması öncelikli olarak sabit olacaktır. Durum böyle olunca ileri sürülen itiraz yersiz olacaktır. Aksi sabit olmadıkça, üzerine hüküm bina etmek durumunda olduğumuz şey zahir olandır ve bunun ötesinde yapacağımız başka birşey de yoktur.

 

(3)   Üçüncü yön: Şari Teala, bize yükümlülüklerde gözettiği masIahatların iki kısım olduğunu bildirmiştir:

 

(a) Usul kitaplarında bilinen illeti belirleme yollarıyla -mesaliku'l-ille denilen icma, nass, işaret, sebr ve taksim, münasebet vb. gibi yollarla- ulaşılması mümkün olan masIahatlar (illetler). Bu kısım, hükmü kendileri ile talilde bulunduğumuz ve hükmün meşru kılınması işte bunlar sebebiyledir dediğimiz kısım olmaktadır.

 

(b) Bilinen illeti belirleme yollarıyla ulaşılması mümkün olmayan ve ancak vahiy yoluyla vakıf olunabilen illetler. Şari' tarafından bolluk ve bereketin, İslam'ın azamet ve izzetinin sebebi olarak gösterilen hükümler; keza muhalefet durumunda çeşitli cezalara maruz kalmaya, düşmanın musallat olmasına, içlerine korku salınmasına, kıtlık ve benzeri dünyevi ve uhrevi musibetlere düçar olunmasına sebeb olarak gösterilen hükümler bu kısımdan olmaktadır.

 

Çeşitli yerlerde, mükellefin kavrayabildiği masIahat dışında daha başka masIahatların da olabileceği şeriat tarafından belirlenmiş, mükellefin onları çıkaramayacağı ve ona dayanarak hükmü başka bir yere sirayet ettiremeyeceği ifade edilmiştir. Zira diğer mahallin -ki fer' olmaktadır- o illeti içerip içermediğini kesin olarak bilmeyecektir. Bu durumda kıyas yoluyla o illetin dikkate alınmasına imkan yoktur. Dolayısıyla burada mahza taabbud esası üzere durmak mecburiyeti doğacaktır. Çünkü o illetle talilde bulunulan asıl için, yine o illetle talilde bulunulan mutlaklık ya da umümilik altına giren dışında bir benzer (fer') ortaya çıkmamıştır. Bu durumda kendisiyle talilde bulunulan hükmü almak taabbud olacaktır. Buradaki taabbudun manası Şari'in belirlediği sınır da ileri geri gitmeksizin durmak demektir.

 

(4)   Bir kimse hakime: "İnsanlar arasında öfkeli iken niçin hükümde bulunmuyorsun?" diye sorsa; o da "Çünkü böyle bir davranış bana yasaklandı" diye cevap verse, o hakim cevabında isabet etmiş olur. Nitekini"Çünkü öfke zihnimi karıştırır. Böyle bir hal sağlıklı bir hükme varamama ihtimalini doğurur" diye cevap vermesi durumunda da isabet etmiş olur. Birinci cevap mahza taabbudilik arzetmektedir. İkinci cevap ise yasaktaki amaca bakmaktadır. Bunların her ikisinin bir arada bulunması ve birbirine münafi olmadıkları caiz olduğuna göre, taabbudiliğe yönelmek caiz olacaktır. Taabbudiliğe yönelmek caiz olunca da bu, ortada bir taabbudiliğin bulunduğunu gösterecektir. Aksi takdirde madum ya da olup olmaması mümkün bulunan ve bu yüzden kendisine yönelinmesi sahih olmayan birşeye yönelmek sahih olmayacaktır. Mutlak surette yönelme sahih olduğuna göre, kendisine yönelinen de mutlak olarak sahih olacaktır ki, bu taabbud yönü olmaktadır. Varmak istediğimiz sonuç da budur.

 

(5)   MasIahatın hükümde gözetilen bir masIahat olması aynı şekilde mefsedetin de hükümde gözetilen mefsedet olması tamamen Şari'e ait bir durumdur. Bu konuda aklın bir yeri olmamaktadır. Hüsün ve kubh'un akli olmadıkları kaidesi bunu gerektirmektedir. Şari' hükmü herhangi bir masIahat için koymuş olduğunda 0, onu masIahat olarak belirlemiş / koymuş olmaktadır. Aksi takdirde aklen masIahatın öyle olmaması (yani masIahatın masIahat olmaması) imkan dahilinde olacaktır. Zira bütün eşya ilk konumuna nisbetle birbirine eşittirler ve aklın bunların güzellik ya da çirkinliğine hükmetme imkanı yoktur. Şu halde masIahatın maslahat olması, Şari' tarafından -aklın kabul edebileceği ve insan tabiatının benimseyeceği şekilde- olmaktadır. Sonuç olarak masIahatlar -maslahat olmaları açısından ele alındığında- onların taabbudi olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Taabbudi olan şeyler üzerine kurulan şeyler de teabbudi olmak zorundadır.

 

Bu noktadan hareketledir ki, alimler şöyle derler: Yükümlülüklerden bazıları vardır ki, sadece Allah hakkıdırlar ve tamamen taabbudi özellik gösterirler. Ayrıca kul hakkı olanlar vardır. Bu ikinci türden alanda da Allah'a ait bir hak bulunmaktadır. Mesela: Kasten birisini öldüren kimseye -öldürülen kimsenin yakınları tarafından affedildiğinde- yüz değnek vurulur, bir yıl da sürgün cezası verilir. Suikast yoluyla öldüren kimse asla affedilmez. Kısas haricinde iftira, hırsızlık gibi hadler devlet başkanına intikal ettiği zaman, hak sahibi tarafından bağışlansa bile affolunmazlar. Cariyeyi satan kimse istibra hakkını, karısını boşayan kimse iddet hakkını düşürse bile -kadının rahminin temizliğinin öğrenilmesi kendi hakkı olsa bile- bu feragati dikkate alınmaz. Ve diğer benzeri taabbudiliğin dikkate alındığını gösteren meselelerde olduğu gibi. Her ne kadar bir hükmün meşru kılınmasını gerektiren mana (illet) akılla kavranabilse de, o hüküm mutlak suretle bir taabbudilik yönü içermektedir. Şu halde bütün yükümlülükler bir bakıma Allah hakkı olmaktadır. Şöyle ki: Allah hakkı için olanlar zaten belli. Kul hakkı için olan ise, içerisinde Allah'a ait

bir hak içermesi ve kulun hakkının Allah'ın haklarından olması açısından Allah hakkı olmaktadır. Zira Allah o hakkı kula asla tanımayabilirdi.

 

Yine bu noktadan hareketle alimlerden birçoğu şöyle demişlerdir: ''Yasak, mutlak surette yasak edilen şeyin fesadını gerektirir." Yasağın içerdiği mefsedetin bilinip bilinmemesi arasında fark yoktur. O işe yasaklamayı gerektiren sebep bulunsun ya da bulunmasın netice değişmez; yasak sınırında durmak gerekir. Çünkü, O'nun hakkıdır. Yasaktan geri durulması ise, Şari'in gözetmiş olduğu maksat olmaktadır. Maksat hasılalmadığı zaman, o amel mutlak surette batılalacaktır. Sonuç olarak ortaya çıkıyor ki, her yükümlülük mutlaka bir taabbudilik unsuru içermekten uzak değildir. Taabbudilik unsuru içerince de, taharet ve diğer ibadetlerde olduğu gibi niyete ihtiyaç gösterecektir.

Ancak, kul hakkı içeren yükümlülükler iki kısımdır:

 

(a) Niyetsiz olarak yapılması sahih olanlar. Bunlar, Şari' tarafından kul hakkı galebe çaldırılan yükümlülükler olmaktadır. Emanetlerin ve gasbedilen malın geri verilmesi, zorunlu olan nafaka mükellefiyetlerinin yerine getirilmesi gibi.

 

(b) Niyetsiz sahih olmayanlar. Bunlar da Allah hakkı ağır basan yükümlülükler olmaktadır. Zekat, hayvan boğazlama ve av gibi.

 

Niyetsiz yapılması sahih olanlar, niyetsiz yapıldıklarında bir sevap kazandırmazlar. Emre uyma niyetiyle yapılmaları durumunda ise, taabbud yani Allah'a kulluk niyeti olduğu için sevap getireceklerdir. Terklerde de durum aynıdır; eğer yapılmaması istenilen şeyler niyetle terkedilmişlerse, onlarda sevap getireceklerdir. Bu konu üzerinde ittifak vardır. Eğer bunlar katkısız kul hakları olsa ve içerisinde Allah hakkı içermeselerdi, o takdirde asla onlardan dolayı sevap bulunmayacaktı. Çünkü sevabın meydana gelmesi, o şeyin emredilmiş ve kesbedilmiş olması hasebiyle taat olması neticesini gerektirir. Emrolunan şeyler, kendisiyle Allah'a yaklaşılınan şeylerdir. Her taat, Allah'a itaat olması açısından ele alındığında ibadet olmaktadır. Her ibadet de niyete muhtaçtır. Şu halde bu işler de, taat olmaları açısından niyete muhtaçtırlar.

 

SORU: Bunlar, sade kul hakkı olmaları açısından emredilmişlerdir; sevap da niyete muhtaç olan taat olmalarından değil, kul hakkı yönünden meydana gelmektedir.

 

CEVAP: Bu doğru değildir. Eğer öyle olsaydı, o takdirde sevap niyet olmaksızın meydana gelirdi. Çünkü kul hakkı niyet olmaksızın sadece yapılan fiille gerçekleşmiş olmaktadır. Ancak sevabın gerçekleşmesi için niyete ihtiyaç bulunmaktadır. Keza, eğer sevap niyetsiz meydana gelecek olsaydı, gasbda bulunan bir kimsenin, gasbettiği malın elinden zorla alınması durumunda sevap alması gibi bir netice ortaya çıkacaktı. Halbuki durum, ittifakla -kul hakkı yerini bulmuş olsa da- böyle değildir. Doğrusu şudur: Amelin ibadet olması için niyet şarttır. Buradaki niyetten maksat, Allah Teala'nın emir ve yasağına uyma niyetidir: Bu her bir fiil ya da terkte geçerli olduğuna göre, bundan yükümlü kılınan amellerde genel anlamda taabbudi bir talep bulunduğu neticesi çıkacaktır.

Bu da mesele ile ilgili altıncı delil olmaktadır.

 

SORU: Bundan, her am elin niyete ihtiyaç göstermesi, niyeti olmayan kimsenin amelinin sahih olmaması ya da asi sayılması gibi bir netice lazım gelir.

 

CEVAP: Daha önce de geçtiği gibi, kul hakkı içeren fiiller, bazen kul hakkı ağırlıklı bazen de taabbudi yön (Allah hakkı) ağırlıklı olur. Taabbudi yön ağırlıklı olan kısımla ilgili bu itiraz yerindedir. Kul hakkı ağırlıklı kısımda ise, burada kul hakkı, niyet olmaksızın da yerini bulmaktadır. Dolayısıyla bu kısımda işlenilen fiiller niyetsiz olarak sahih olurlar, ancak Allah için işlenmiş bir ibadet halini almazlar. Ama emir yönü dikkate alınacak olursa, o fiil bu açıdan ibadet halini alır ve o zaman da niyet gerekli olur. Yani niyetsiz ibadet haline dönüşmez. Burada niyetin lazım gelmesi ya da ona ihtiyaç duyulması anlamı kastedilmemekte; aksine emre uymuş olma niyeti, o fiili ibadet haline dönüştürmüştür denilmek istenmektedir. Mesela bir kimsenin, müslüman kardeşini rahatlatmak amacıyla ya da dünyevi bir çıkar elde etmek düşüncesiyle ödünç (ikraz) vermesi durumunda niyetine göre sevap alacak ya da alamayacaktır. Alış-veriş, yeme, içme, nikah, talak vb. de aynı şekildedir. İşte bu düşünceden hareketledir ki selef-i salihin [r.a.] yaptıkları işleri niyetli yapmaya büyük gayret sarfediyorlardı ve niyet haline ulaşıncaya kadar birçok fiilden geri duruyorlardı.

 

 

FASIL:

 

Bu açıklamalardan şu netice ortaya çıkar:

 

Hiçbir şer'i hüküm Allah hakkından hali (uzak) değildir ve bu husus taabbudi yönü teşkil etmektedir. Çünkü kullar üzerindeki Allah'ın hakkı, yalnız O'na kulluk etmeleri, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaları, mutlak surette emirlerine uyarak yasaklarından da kaçınarak O'na ibadette bulunmalarıdır. Eğer ilk bakışta sırf kul hakkı olduğu sanılan bir fiil ile karşılaşılacak olursa, aslında durum hiç de öyle göründüğü gibi değildir. Aksine (o hüküm içerisinde mutlaka Allah hakkı da bulunur ancak) dünyevi hükümlerde kul hakkı tarafı ağır basar.

 

Aynı şekilde bütün şer'i hükümlerde, kullara ait olmak üzere ya dünya hayatına ya da ahiret alemine yönelik bir hak bulunmaktadır. Çünkü şeriat sadece kulların maslahatlarının temini esası üzerine kurulmuştur. Bu yüzden de hadiste: "KullarınAllah üzerindeki hakkı, O'na kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi ortak koşmamaları halinde, onlara azap etmemesidir" buyrulmuş ve kulların Allah üzerindeki haklarından bahsedilmiştir.

 

Alimler genelde Allah hakkını "şeriatta sabit olan ve akılla kavranılabilir olsun olmasın mükellef için seçenek hakkı bulunmayan şeyler" şeklinde; kul hakkını da "dünyada kulun kendi çıkarlarıyla ilgili olan şeyler" diye tarif ederler. Eğer masIahat, ahiretle ilgili maslahatlardan olursa o, Allah hakkı diye nitelenen kısımdan olmaktadır. Onlara göre taabbudun anlamı, özel bir tarzda manası (hikmeti, illeti) akıl ile kavranamayan demektir. ibadet konuları Allah hakkına, adetlerle ilgili konular da kul haklarına yönelik olmaktadır.

 

 

FASIL:

 

Fiiller, Allah ve kul haklarına nisbetle üç kısımdır:

 

(1)   Katkısız Allah hakkı bulunan fiiller. ibadetler gibi. Daha önce de geçtiği gibi bunların esasını taabbudilik oluşturur. Bu kısımdan olan fiiller, emre tam bir uygunluk gösterirlerse sahih olurlar; aksi halde sahih olmazlar.

 

Delili: Taabbudilik, illetin akılla kavranılamaması demektir ve bu gibi konularda kıyas yürütmek sahih değildir. illeti akılla kavranılamadığına göre, bu Şari'in o fiilden maksadının belirlenen şekil, kalıp ve sınırların korunması, öte aşılmaması olduğunu gösterir. Bu durumda fiil tam istenildiği şekilde meydana gelirse, Şari'in kasdına uygun düşmüş olur; aksi takdirde ise muhalefet edilmiş olur. Biz, fiilin illetinin akılla kavranamaz olmasının o şeyin taabbudiliğine, dolayısıyla belirlenen şekil ve sınırların korunması gereğine bir delilolamayacağını bir an kabul etsek bile, (istenilene tam bir uygunluk göstermeden işlenilen) o fiilden zimmetin temize çıkmaması (bu konuda delilolarak) yeterlidir. Zimmetin temize çıkmaması, sorumluluktan taleb e uygun olmayan fiille değil, tam bir uyum gösteren fiille çıkılması zaruretinin bir gereği olmaktadır.

 

Yasak (nehiy) da bu konuda aynen emir gibidir. Çünkü yasak, yasaklanılan şeyin sahih olmamasını gerektirir. Bu ya ''Yasak, yasaklanılan şeyin mutlak surette fesadını gerektirir" kaidesine binaen böyledir. Ya da yasağın, yasaklanılan fiilin Şari'in kasdına muhalif düşmesini gerektirmesinden dolayıdır. Bu muhalefet de ya fiili n aslında olur: Altıncı bir namaz eklenmesi veya namazlardan birinin terkedilmesi gibi. Ya da fiilin niteliğinde olur. Kur'an okumanın (kıraat farzının) rüküda ve secdede gerçekleştirilmesi, mekruh vakitlerde namaz kılınması gibi. Zira bunlar eğer Şfiri'in maksadına uygun düşseydi, o takdirde onları yasaklamaz; ya emreder ya da tercihe bırakır, hakkında izin verirdi. Çünkü Şfiri'in kasdı sebebiyle ilk anlaşılan şey, izin olmaktadır; dolayısıyla onu öte aşmaz.

 

Buna göre, hakkında yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini görürsen aşağıdaki ihtimallerden biri sebebiyle öyle davrandığını bilmelisin. Bunlar:

 

(a) Bu kimse, ya o konuda bulunan emir ya da yasağın sıhhatine inanmamaktadır.

 

(b) Ya ona göre bu emir ya da yasak bağlayıcı türden değildir.

 

(c) Ya da fiilin özünden ayrılması mümkün olan bitişik bir özellik vardır ve emir ya da yasak o özellikle ilgili bulunmaktadır. Ayrılması mümkündür görüşüne göre gasbedilen bir arazide kılınan namaz örneğinde olduğu gibi.

 

(d)Ya da meydana gelen olayı, hikmeti kavranılabilen ve maslahatla talil edilebilen türden saymakta ve böylece onların hükümlerine tabi tutmaktadır. Daha önce de geçtiği gibi sırf Allah hakkı içeren fiillerde bu durum son derecede azdır ve onlarda taabbudilik esas umde olmaktadır.

 

(2)   Allah hakkı ile kul hakkı karışık bulunan fakat Allah hakkı ağır basan fiiller. Bu kısım fiillerin hükmü de aynen birinci kısım fiillerin hükmü gibidir. Çünkü bu tür fiillerde kul hakkı şer'an atılmış olunca, o sanki hiç dikkate alınmamış gibi bir hal almıştır. Eğer dikkate alınsaydı, o takdirde zaten muteber olurdu. Halbuki biz bunun tersi durumdan bahsediyoruz. Cana kıymak gibi. Zira bir kimsenin fitne ve benzeri şer'i bir zaruret olmaksızın kendi nefsini ölüme teslim etmesi gibi bir hakkı bulunmamaktadır.

 

Buna göre, hakkında yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini görürsen bunun yukarıda belirtilen üç ihtimalden biri sebebiyle olduğunu bilmelisin. Bir dördüncü ihtimal daha vardır: O da, bu gibi fiillerde kul hakkının daha ağır bastığı görüşünde bulunmasıdır.

 

(3)   Her iki tür haktan da içermekle birlikte, kul hakkı ağır basan fiiller.

Bunların esasını, hikmetlerililletleri akılla kavranılabilen fiiller oluşturur. Bu tür fiiller, gelen emir ya da yasağa uygun olarak işlenirlerse, sahih olacakları konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Çünkü kulun maslahatı bu şekilde ya dünya da hemen ya da ahirette istenilen biçimde gerçekleşmiş olmaktadır. Eğer emir ya da yasağa bir muhalefet söz konusu olursa, o zaman konu üzerinde durmak gerekecektir. Burada esas nokta kulun masIahatının korunması ilkesidir. Bu tür muhalif işlenen fiillerle birlikte -fiilin vukuundan sonra da olsa- kul hakkı: (a) Ya emir veya yasağa uygun olarak işlenmesi halinde gerçekleştiği ölçüde veya daha da fazla bir düzeyde gerçekleşmiş olacaktır. (b) Ya da gerçekleşmeyecektir. Eğer kulun hakkının gerçekleşmediği farzedilecek olursa, o amel batıl olacaktır. Çünkü fiilde gözetilen Şari'in maksadı gerçekleşmemiştir. Eğer kulun hakkı gerçekleşmişse -ki bu hakkın meydana gelmesi, muhalif olarak işlenen sebebten başka bir sebebin sonucu olacaktır fiil sahih olacaktır ve yasağın gereği kul hakkına nisbetle ortadan kalkmış 0lacaktır. Bu yüzdendir ki İmam Malik, müşterinin azad etmesi durumunda müdebber kölenin satışını sahih kabul etmiştir. Çünkü bu yasak akitte gözetilen amaç, azad işinin ortadan kalkmasını engellemektir. Ona göre azad işi müşteri tarafından gerçekleştirildiğine göre, bu akdin kölenin hakkına nisbetle feshedilmesinin bir anlamı yoktur. Aynı şekilde, bir başkasının hakkı taalluk ettiği için yasak olan bir akit de, o kişinin hakkını düşürmesiyle sahih olur. Çünkü buradaki yasağın, bir başkasının hakkından dolayı olduğunu kabul ediyoruz. O kişi de kendi hakkını düşürmeye razı oluyorsa, buna hakkı vardır. Bu kısmın örnekleri çoktur. Buna göre, hakkında yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini görürsen bunun yukarıda belirtilen üç ihtimalden biri sebebiyle olduğunu bilmelisin.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

YİRMİNCİ MESELE