EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN
ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN
ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / ON SEKİZİNCİ MESELE:
Mükellefe nisbetle
ibadetlerde asılolan onların taşıdıkları anlamlara (illetlere) bakmaksızın onlarla
kullukta bulunmaktır (yani taabbudiliktir); adetlerde ise asılolan onların
içerdikleri manaları esas almaktır.
Birinci tezin delilleri:
(1) İstikra: Hakikaten
ibadetlerle ilgili konuları incelediğimizde bu neticeyi görürüz. Mesela,
hadesten taharete (gusül ve abdest) bakalım: Yıkanması gereken yerler, hadesi
gerektiren mahalli öte aşmaktadır. Aynı şekilde namazlar da öyledir; belli
şekillerde belli hareketlerle yapılmaktadır ve bu belli' şekillerin dışına
çıkıldığında ibadet olmaktan çıkmaktadır. Yine ibadetlerde bazı muciblerin,
gerektirdikleri netice (muceb) farklı olmakla birlikte beraberlik
gösterdiklerini görmekteyiz. Belli bir zikir, belli bir yerde istenilir iken,
başka bir yerde istenilmemektedir. Hadesten taharet sadece temiz ve temizleyici
olan su ile yapılabilmektedir; halbuki başka
maddelerle de temizlik yapmak mümkündür. Teyemmüm -aslında maddi anlamda bir
temizlik saymak mümkün değilken- temizleyici su ile yapılan taharet yerine
geçmektedir. Oruç, hac vb. gibi diğer ibadetlerde de durum aynıdır. Bizim bu
gibi taabbudi olan şeylerden genelolarak anlayabildiğimiz hikmet, bunlarla
Allah Teala'nın emirlerine teslimiyet, yalnızca O'na karşı saygı duymak, O'nu
yüceltmek ve O'na yönelmektir. Bu kadarı, belli bir hükmün anlaşılabileceği özel
bir illet ortaya koymaz. Eğer öyle olsaydı, o zaman bizim için belli kalıplar
konulmaz; aksine, belirlenmiş kalıplarla olduğu gibi belirlenmiş kalıplar
olmaksızın da sadece Allah'a tazimde bulunmakla emrolunurduk ve belirlenmiş
kalıplara muhalefet eden kimselerde kınanmazlardı. Zira,
kulun niyetine uygun olan fiiliyle tazim gerçekleşmiş olurdu. Halbuki durum -görüşbirliği ile- böyle değildir. Buradan da
anlıyoruz ki, Şari' Teala'nın ilk maksadı, bu belirlenmiş kalıplarla kullukta
bulunulmasıdır (taabbudilik) ve bu belirlenen şekillerin dışındakiler ise
şer'an amaçlanmış olmamaktadır.
(2) Eğer Allah'a kulluk
(taabbudılik) konusunda bir genişlik amaçlanarak şer'an belirlenmiş şeylerle
olduğu gibi belirlenmemiş şeylerle de kulluk icrasında bulunmak caiz olsaydı, o
zaman Şari' buna dair açık bir delil ortaya kordu. Nitekim adetler konusunda
genişlik gösterildiğine dair deliller ortaya koymuştur. Bu durumda sadece
belirlenmiş şekil ve kalıplar üzerinde durularak onların benzerleri, yakınları
ya da hakkında nass bulunan konu ile ortak yönleri bulunan diğerleri bırakılmış
olmazdı. Muamelatta caiz olan bu gibi durumlar ibadetler bahsinde de aynı
şekilde caiz olurdu. Ancak baktığımızda durumun öyle olmadığını, hiçbir zaman
belirlenmiş şekil, kalıp ve miktarların öte aşılmasının istenmediğini
görüyoruz. Bu da ibadetlerden maksadın taabbudılik olduğunu ve belirlenmiş
sınırların korunmasının gerekliliğini göstermektedir. Ancak bir nass ya da icma
ile bazı şekillerden gözetilen mana (illet) ortaya çıkmışsa, bu durumda ona
tabi olana yönelik bir kınama olmayacaktır. Ancak bu son derecede azdır ve bir
esas olacak durumda değildir. Bir şeyin asıl olabilmesi için, o konuyu tümüyle
kapsaması ve galebe çalması gerekir.
Sonra usulcülere göre,
ibadetlerde "münasib," benzeri (nazırİ) bulunmayan şeylerden sayılır.
Yolculuk sırasında namazın kısaltılması, oruç tutmama ruhsatının verilmesi, iki
namaz arasını birleştirerek kılma (cem) vb. gibi hükümlere nisbetle (illet
olmaya uygun görülen) meşakkat örneğinde olduğu gibi. Buna göre ibadetler
konusunda cins itibarıyla anlaşılabilen illetlerin çoğu, hususilik bakımından
anlaşılır değillerdir. Mesela: ''Yanıldı ve secde etti"; "Sizden
biriniz, abdestini bozduğunda abdest almadıkça Allah onun namazını kabul
etmez" hadisleri gibi. Keza Hz. Peygamber [s.a.v.] günün iki ucunda (yani
güneş doğarken ve batarken) namaz kılmayı yasaklamış ve illet olarak da,
güneşin şeytanın iki boynuzu arasında doğup battığım göstermiştir. HilM ilmiyle
uğraşanlar, niyetin gerekliliği konusunda abdesti teyemmüme kıyas ederlerken
şöyle derler: Abdest, abdest almayı gerektiren şeyin çıktığı mahalli öte aşarak
gerçekleştirilen bir temizliktir. Dolayısıyla teyemmüme kıyasla abdestte de
niyet vacib olur. İhtilafsız açık, munzabıt ve hükmü n bağlanmasına uygun
(münasib) bir illeti bulunmayan, üzerinde ittifak edilmeyen "şebeh"
diye adlandırılan ve kabul edenler tarafından da ancak kıyas edebilecek başka
birşey bulamadıkları zaman kullanılan tür de böyledir. Bizim için illeti
belirleme yollarından biri ile ortaya konulan açık bir illet gerçekleşmediği
zaman, mutlaka yapılması gereken şey, belirlenmiş sınırlar yanında durmak ve
öte aşmamak olacaktır. Çünkü biz istikra neticesinde şeriatın ibadetler
konusunda taabbudilik esası etrafında dönüp dolaştığını görmekteyiz. Dolayısıyla
taabbudilik, ibadetler konusunda asıl prensip olacaktır.
(3) Fetret dönemlerinde
Allah'a kulluk şekilleri (taabbudi konular) akıllı insanlarca -adetlerle ilgili
konularda olduğu gibi- bulunamamıştır. Genelde onların sapıklık içerisinde
bulundukları ve doğru bir yol üzere olmadıkları görülmektedir. Bundan dolayı
da, daha önceki şeriatlardan kalan hükümlerde değiştirmeler olmuştur. Bu husus,
açıkça göstermektedir ki, akıl yalnız başına taabbudi konuları kavramak ya da
onları belirlemek ve koymak kudretine asla sahip değildir. Bunları koyacak ve
belirleyecek mutlaka bir şeriata ihtiyaç vardır. Durum böyle olduğu için de
Yüce Allah, fetret devri insanlarını taabbudi konularda doğruyu
bulamadıklarından dolayı mazur görmüştür: "Biz bir kavme peygamber göndermedik
çe onlara azap etmeyiz"[İsra 15]; "Peygamberlerden sonra, insanların
AZZah'a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı
peygamberlerden bir kısmını daha önce sana anlatmıştık ...
"[Nisa 165] Bu son ayette bahsedilen hüccet, şeriatın takat üstü
yükümlülüğün kaldırıldığı konusunda ortaya koyduğu hüccet olmaktadır. Allahu
a'lem! Durum böyle olunca bu gibi konularda, mutlak surette Şarİ'İn belirlediği
hususlara başvurmak mecburiyeti kendisini gösterecektir. Taabbudiliğin anlamı
da işte budur. Bu yüzdendir ki, bu gibi konularda sadece emre uyma durumunda
olan kimseler, doğruya isabet konusunda daha avantajlı olacaklar, selef-i
salihin yolu üzere yürümeye daha layık bulunacaklardır. Bu İmam Malik'in görüşü
olmaktadır.
Zira o, hadesin
kaldırılması konusunda sadece temizliğin gerçekleşmesi noktasına bakmamış,
temizlik başka bir vasıta ile gerçekleşse de mutlak suyun kullanılması gereğini
ve niyyeti şart koşmuştur. Namazda tekbir yerine başka bir lafzın
kullanılmasını caiz görmemiştir. Keza selam için de aynı görüştedir. Zekat bahsinde, kıymet ödenmesini engellemiş, keffaretler
bahsinde sadece belirlenen adedlerle yetinmiştir. İbadetler konusunda buna
benzer aşırı bir tavır göstermiş ve sadece nass ile belirlenen ya da onlara tam
bir benzerlik arzeden konularla yetinmiş ve onları öte aşmamıştır. Sonuç
olarak, bu kısımdan olan hükümlerde, taşıdıkları manalar dikkate alınmaksızın
taabbudilik bir esas olarak alınacak; başvurulacak bir rükün şeklinde kabul
edilecektir.
FASIL:
.Adetler konusunda
asılolan, taşıdıkları manalardır, şeklindeki ikinci tezin isbatına gelince; bu
hususta da aşağıdaki deliller kullanılacaktır:
(1) İstikra. Biz,
Şari'in koymuş olduğu hükümlerde kulların maslahatlarını gözetmiş olduğunu,
adetlerle ilgili bütün hükümlerin masIahat etrafında dönüp dolaştıklarını
görmekteyiz. Mesela aynı şey, masIahat bulunmayan bir ortamda yasak olurken,
masIahat bulunduğu zaman caiz olmaktadır. Örneğin, karşılıklı mübadelelerde
dirhemi dirhem karşılığında veresiye olarak vermek haram kılınmış iken, aynı
şey karzda (ödünç akdi) caiz olmaktadır. Yaş hurmanın kuru hurma karşılığında
satılması bir masIahat bulunmadığı zaman tam anlamıyla garar içerdiği ve riba
anlamına geldiği için haram olurken, ağır basan bir masIahattan dolayı caiz 0lmaktadır.
Biz akılla kavrayabildiğimiz bu durumu ibadetler bahsinde anlaşılır
bulamıyoruz. Yüce Allah şöyle buyurur: "Eyakıl sahipleri! Kısasta sizin
için hayat vardır"[Bakara 179]; "Aranızda mallarını haksız yollarla
yemeyin. "[Bakara 188] Hadislerde de şöyle buyrulur: "Kadı öfkeli
iken hükümde bulunamaz"; "Zarar ve zararla mukabele yoktur";
"Katil, vdris olamaz"; "Hz. Peygamber garar satışını
yasakladı"; "Sarhoş edici herşey haramdır. " Kur'an'da ise: "Şeytan
şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı
anmaktan, namazdan alıkoymak ister"[Maide 91] buyrulur. Bunlar gibi
sayılamayacak kadar çok nass bulunmaktadır ve hepsi de kulların maslahatlarının
dikkate alındığına, illeti belirleme yollarının gösterdiği üzere masIahatın
bulunduğu her yerde şer'i iznin de bulunduğuna işaret etmekte, hatta açıkça
belirtmektedir. Bütün bunlar, adetlerin Şari' Teala'nın taşıdıkları manayı
dikkate alarak teşride bulunduğu' türden hükümler olduğunu göstermektedir.
(2) Daha önce misalleri
de geçtiği gibi, Şari' Teala adetlerle ilgili teşri kısmında illetlerin ve
hikmetlerin açıklanmasına büyük önem vermiştir. Adetler hakkında illet olarak
gösterilenlerin büyük çoğunluğu akılla kavranılabilecek türde hükme münasib
olan şeylerdir. Bundan da, Şari' Teala'nın adetlerle ilgili konularda onların
taşıdıkları manalara tabi olunmasını amaçladığını; ibadetlerde olduğu gibi
nassların getirdiği sınırlarda durulması olmadığını anlamaktayız. Bu kısımda
İmam Malik [r.a.] çok geniş davranmış ve "mesalih-i mürsele"
prensibini bir esas olarak kabul etmiştir. Keza o, "istihsan"
prensibini de benimsemiş ve kendisinden "İstihsan, ilmin onda
dokuzudur" sözü nakledilmiştir. Bu bahisler inşaallah ileride gelecektir.
(3) Fetret devrelerinde
adetlerle ilgili konularda onların taşıdıkları manalara olan iltifat biliniyor
ve sağduyu sahibi kimseler bunları dikkate alıyorlardı. Bunun neticesinde de
masIahatları gerçekle şe biliyor ve genel anlamda da olsa külli masIahatlar
düzenli olarak icra ediliyordu. Bu konuda hikmet sahibi feylesoflarla diğer
insanlar arasında da fark bulunmuyordu. Gerçi tafsilat kısmında kusur
gösterdikleri oluyordu; ama neticede adetler tabii seyri içerisinde yürüyordu.
Şeriatlar da ahlakın güzelliklerini tamamlamak üzere gelmiş oluyordu. Bu da gösteriyor
ki, adetler bahsinde şeriatın getirmiş olduğu hususlar, insanlar arasında
bilinen şekliyle cereyan etmekte olan esasların detaylarını tamamlamak amacına
yönelik olmaktadır. Bu noktadan hareketledir ki, İslam şeriatı cahiliye
döneminde mevcut bulunan birçok hükmü benimsemiştir: Diyet, kasame, Arlibe yani
Cuma günü va'z ve irşad için toplanma, kıraz (mudarabe), Kabe'nin
örtü ile örtülmesi vb. gibi cahiliye devrinde övgü ile karşılanan, güzel ahlak
ve iyi adetlerden olup aklıselimin kabul edeceği ve İslam tarafından da
benimsenen hükümler bunlardandır. Bu türden olan adetler çoktur. Taabbudi
konulardan olup da cahiliye devri Araplarınca bilinen ve kendilerine ataları
İbrahim'in dininden intikal eden nadir de olsa bazı doğru kalıntılar da
bulunmaktaydı.
FASIL:
Bu husus açıklık
kazandığına ve adetler konusunda manaların dikkate alınması asılolduğuna göre
bakılır: Eğer adetlerle ilgili bir konuda taabbudi bir husus bulunursa, mutlak
surette ona teslim olmak ve nassla belirlenmiş olan sınırlarda durmak gerekecektir.
Nikahta mehir, eti yenen hayvanların helal olması için
belli yerden kesilmesi, miras konusunda belirlenmiş bulunan nisbetler, talak ve
vefattan dolayı beklenmesi gereken iddet sayıları vb. gibi aklen kendilerinden
beklenen Cüz'i masIahatları kavrayabilme imkanı bulunmayan örneklerde olduğu
gibi. Akıl ile izahı mümkün olmayan bu gibi konularda, bir başka meselenin
bunlara kıyas edilmesi mümkün değildir. Gerçi biz, nikahta
istenilen veli, mehir vb. gibi şartların nikahın zinadan ayrılması için arandığını,
miras ta belirlenen payların, varislerin ölüye olan yakınlığına göre olduğunu,
iddet ve istibradan gözetilen amacın, neseblerin birbirine karışmasını önlemek
olduğunu kavrayabiliyoruz; ancak bunlar genel boyutlu manalardır. Nitekim bu
manada ibadetlerden gözetilen maksadın da Allah'a tazimde bulunmak, O'na karşı
huşli ve saygı göstermek olduğunu kavrayabiliyoruz. Ancak bu kadarı, (genel
hatlarıyla kavranılabilen bu hikmetleri) üzerine başkalarını kıyas
edebileceğimiz bir asıl kılabilecek güçte değildir. Dolayısıyla, eğer nikahın zinadan ayrılması, nikahta aranan şartların dışında
başka yollarla da gerçekleşiyorsa, o zaman illa da ileri sürülen şartların
gerçekleşmesi aranmaz; rahmi n temiz olduğu herhangi bir yolla sabit olursa
kar' ya da ay hesabı ile iddet beklemesinin bir anlamı kalmaz şeklinde
yorumlara gitmek doğru olmayacaktır.
SORU: Taabbudi
konularda, Şari'in maksadını özel bir tarzda bilebileceğimiz illetler var
mıdır? Yok mudur?
CEVAP: Taabbudi
konularda istenilen şey, sadece emre uymak ve ne eksik ne de fazla, olduğu gibi
o şeyi yerine getirmektir. Bunun içindir ki Hz. Aişe'ye birisi: "Hayızlı
kadın, niçin orucunu kaza ediyor da namazını kaza etmiyor?" diye
sorduğunda, ona "Sen Harlira meşrepli misin?" demiş ve bu tip
soruların sorulmasına karşı tepkisini belirtmiştir. Zira taabbudi konular, özel
illeti anlaşılsın diye konulmuş şeyler değildir. Sonra Hz. Aişe: "Biz
orucu kaza etmekle emrolunurduk; namazı kaza etmekle emrolunmazdık"
demiştir. Onun bu sözü, konunun taabbudi oluşunun meşakkatle talili yönüne
gidilmesinden daha isabetli olacağını göstermektedir. Şari'in, parmakların
diyetini eşit kılması konusu ile ilgili olmak üzere, İbnu'l-Müseyyeb'in:
''Yeğenim! Sünnet bu şekilde" diye karşılık vermesi de bu kabildendir.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bundan da anlaşılıyor ki, taabbudi konularda
illet bulunmamaktadır.
Adetlerle ilgili kısma
gelince, bunların bir çoğunda anlaşılabilecek manalar
(illet) bulunmaktadır. Böylece masIahatların belirlenmesi ve sınırlarının tayin
edilmesi mümkün olacaktır. Zira eğer insanlar bu konuda kendi başlarına
bırakılacak olsalardı, o takdirde bir kaos olur, düzen
ve intizam tutturulamaz, şer'i bir esasa başvurma imkanı bulunmaz dı. Bir şeyin
munzabıt (belirli) olması, imkan bulunduğunda o şeyin
kabul edilmesi ve teslimiyet gösterilmesi için daha elverişli olacaktır. Bu
yüzden Şari' Teala sınırları belirleme yoluna gitmiş, aşılması mümkün olmayan
belirli miktarlar, bilinen sebebler koymuştur. Mesela kazf (iftira) için seksen
değnek, bekar bir kimsenin zina etmesi durumunda yüz
değnek ve bir yıl sürgün ceza olarak belirlenmiş; çalınan malın belirli bir
nisaba ulaşılması durumunda elin bilekten kesilmesi kaydı getirilmiş, haşefenin
girmesi birçok hükme sebep kılınmıştır. İddet bahsinde ay ve kar' sayıları; zekat bahsinde nisabın belirlenmesi ve üzerinden senenin
geçmesi de aynı şekildedir. Munzabıt (yani miktar ve evsaf bakımından belirli
olmayan) hükümler ise mükellefin diyanetine havale edilmiştir. Bu gibi
hükümlere gizli olan, içe ait bulunan anlamında "serair"
denilmektedir. Namaz için taharet, oruç, hayız; hayızdan temizlik gibi, belirli
bir esasa oturtamayacağımız şeyler de bunlara örnek olmaktadır. Bunlar Şari'
Teala tarafından zan ölçüsünde amaçlandığı bilinen hususlar olmaktadır.
Sedd-i zerai' prensibi
de bu manaya işaret etmektedir. Ancak iki bakış açısı vardır: a.
İncelediğimizde masIahatların ayrıntılarda boğulması ve iyice dağınık bir hal
alması ve sonuçta başvurulacak şer'i bir aslın bulunmaması noktasından (sedd-i
zeria prensibine yer verilmiştir). Mesela İmam Malik'in mezhebinde durum
böyledir. Halbuki yükümlülüklerden birçoğunun
mükellefin diyanetine havale edildiği sabit bulunmaktadır. Bu durumda onlardan
ancak hakkında nass bulunanlar dikkate alınacak demektir. b.
Furuu dağınık bulunsa bile hemencecik kendisine başvurulabilecek kıstasların
(zabıtların) bulunması açısından. Şeriatın bunların küllisine yönelik kasdının
bulunduğu bilinmektedir. Dolayısıyla muhtemelen bulunduğu yerlerde imkan dahilinde cereyan etmelidir. (?) Şari', yasak olan şeylere
götüreceği ve onlara vasıta edileceği gerekçesiyle birçok şeyi yasaklamıştır.
Bu genel anlamda kesin olan bir kaide olmaktadır. Selef-i salih bu kaideyi
dikkate almıştır; bizim de aynı şekilde dikkate almamız gerekmektedir. Bazıları
üçüncü bir yaklaşım daha sergileyerek üzerinde ihtilaf edilen bu kısmı zahire
has kılmışlar ve hakimleri kulların maslahatlarını
gerçekleştirmek için ancak muttali oldukları konular üzerinde yetkili
kılmışlardır; muttali olamadığı şeyleri ise kişinin diyanetine havale etmişlerdir.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: