EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN
ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN
ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / ON BEŞİNCİ MESELE:
Geçerli olan adetlerin
şer'an dikkate aluaması zaruridir. Bunların aslında şer'i zaruretler olup
olmamaları farketmez. Yani ister şer'i delillerle emredilmek veya yasaklanmak
ya da tercihe bırakılmak suretiyle ortaya konulmuş olsunlar, ister olmasınlar
durum değişmez. Delil ile ortaya konulmuş olanların durumu açıktır. Delil ile
konulmamış olanlara gelince, onları dikkate almaksızın yükümlülüğü n ikamesi
mümkün değildir. Mesela öteden beri adet olduğu üzere zecri (köklü) tedbirler
suç işlemekten el çekmenin sebebidir. Nitekim ayette: "Kısasta sizin için
hayat vardır"[Bakara 179] buyrulmuştur. Eğer bu adet şer'an dikkate
alınmasaydı kısas kesinlik kazanmaz ve meşru kılınmazdı; zira o faydasız bir
teşri olmuş olurdu. Halbuki, durumun öyle olmadığı "Kısasta sizin için
hayat vardır" buyruğu ile reddedilmektedir. Aynı şekilde tohum ekinin
bitmesi için, nikah neslin devamı için, ticaret malın çoğalması için öteden
beri (adeten) sebeb olmaktadır. "Allah'ın sizin için yazdığı şeyi
isteyiniz"[Bakara 187]; "Allah'ın lütfundan isteyiniz"[Cum'a
10]; "Rabbinizin lütfundan istemenizde size bir günah yoktur"[Bakara
198] gibi ayetler, devamlı olarak müsebbeblerin sebeblerine bağlı olarak
meydana geldiklerini göstermektedir. Eğer müsebbebler, sebeblerin meşru
kılınması sırasında Şari'ce amaçlanmış olmasaydı, bu durum kesin delil ile ters
düşerdi. Dolayısıyla kesin delillerle ters düşecek bir neticeyi doğuracak şey
batıldır.
İkinci bir husus, daha
önce adiyyatın bilinmesi konusunda geçen izah aynen burada da geçerlidir.
Bir üçüncü husus, biz
kesin olarak biliyoruz ki, Şari', teşride maslahatları dikkate almaktadır. Bu,
mutlak surette adetlerin dikkate alınmış olmasını gerektirecektir. Çünkü madem
ki şeriat herkes için hep aynı ölçüde gelmiştir; bu maslahatların bu ölçü
üzerİnde gerçekleşeceğini gösterir. Teşriin esasını masIahatlar oluşturur.
Teşri devamlıdır; masIahatlar da öyle olacaktır. Şari'in teşride adetleri
dikkate almış olmasından kastedilen de işte budur.
Bir dördüncü husus da
şudur: Eğer adetler dikkate alınmayacak olsaydı bu durum takat üstü yükümlülüğe
sebebiyet verirdi. Takat üstü yükümlülük ise caiz değildir veya caiz olsa bile
vuku bulmamıştır. Şöyle ki, hitap esnasında yükümlü tutulan şey hakkında bilgi
ve onu yapmaya kudret ya dikkate alınmış olacaktır veya olmayacaktır.
Yükümlülüğün yönelmesi esnasında sözkonusu adetlerle (adiyyat) ilgili bir hitap
ta eğer bilgi ve kudret dikkate alınmış ise, zaten bir mesele yok ve bizim
demek istediğimiz de budur. Eğer dikkate alınmamış ise, bu şu anlama gelir:
Yükümlülük bilene ve ka dir olana olduğu kadar bilmeyene ve kadir olmayana da
yönelmiş; manii olanla olmayan aynı kefeye konulmuştur. Bu ise takat üstü
yükümlülüğün bizzat kendisidir. Bu konuya ışık tutacak deliller açık ve çoktur.
FASIL:
Adetler şer'an dikkate
alındığına göre, onların bazen olağanlığını yitirerek fevkaladelik arzetmesi,
genelde olağanlıklarını sürdürdükleri sürece onların dikkate alınması esasını
zedelemez. Burada adetlerin olağanlıklarını yitirip fevkaladelik arzetmesi
konusu üzerinde durulacaktır:
Adetlerin
olağanlıklarını yitirip fevkaladelik arzetmesi, onların özel bir duruma
(cüzıye) nisbetle ortadan kalkması demektir. Bu durumda onun yerini ya insanlar
arasında mutat olan özür hallerinden biri ya da daha başka bir hal alır. Eğer
olağanlığın ortadan kalkması bir özür sebebiyle ise, konu ruhsat konusudur.
Eğer başka bir hal almışsa bu da: (a) Olağan olan şey (adet) ya devamlı olan
başka bir adete yerini bırakacaktır; artık devamlı olarak idrarını vücudunda
açılan bir delikten dışarı atan kimsenin durumunda olduğu gibi. Bu durumda ilk
adetin hükmüne dönülecek (ve o delikten idrarın atılması normalorgandan atılma
hükmünü alacaktır), ruhsat hükmüne gidilmeyecektir. (b) Ya da geçiş, adet
olmayan başka bir hale olacaktır. (e) Veyahut da ilk adeti tamamen ortadan
kaldırmayan yeni bir adete geçilecektir. Olağandışılık yeni bir adete dönüşüm
şeklinde olur ve fakat bu ilk adeti ortadan kaldırmazsa, onun dikkate alınacağı
açıktır. Ancak bu ruhsat konusuna dönük olarak yapılacaktır. Mesela: İki namazı
birleştirerek kılmak, orucu tutmamak ve namazı kısaltarak kılmak vb. gibi
durumlara nisbetle mutat hastalık ve mutat yolculuk gibi.
Mutat olmayan başka bir
olağandışı duruma dönüşmesi halinde acaba bu halin bizzat kendisine ait bir
hükmü olur mu, yoksa ona uygun olağan adetlerin hükümlerine mi tabi olur?
Önce mutlaka
misallendirmek, sonra da o hükümlerin olağan dışı durumlardaki yerlerine bakmak
gerekir.
Bu türden örnekler: Ömer
b. Abdulaziz, zekat vermeyenleri zorlama konusunda duraksamış ve kendisine bu
konuda yazan kimseye "Onu bırakınız" demiştir. Rıb'ıyy b. Hıraş olayı
da bu türdendir: Haccac öldürmek için ona oğlunun yerini sordu. O da haber
verdi. Baba oğluna yapılmak istenen şeyi bilmekteydi. Ebu Hamza el Horasani
kuyuya düştüğünde üzerine kuyunun ağzı kapanmış, buna rağmen o imdat çağrısında
bulunmamıştı. Ebu Yezid, hizmetçisiyle beraberken yanlarına Şakik el-Belhi ile
Ebu Turap en-Nahşi geldiler. Hizmetçiye: "Bizimle beraber ye"
dediler. O: "Ben oruçluyum" dedi. Ebu Turap: "Ye! Senin için bir
ay oruç sevabı vardır" dedi. Hizmetçi yanaşmadı. Şakik: "Yel Senin
için bir sene oruç sevabı vardır" dedi. Hizmetçi yine yanaşmadı. Bunun
üzerine Ebu Yezid:
"Allah'ın gözünden
düşen kimseyi bırakın" dedi. O genç bir sene sonra hırsızlık suçundan
tutuklandı ve eli kesildi. ıssız sahraya azıksız girmek, vahşi bölgelere dalmak
da bu türden olup her ikisi de kendi kendini tehlikeye atmak kabilinden
gözükmektedir.
Şeriata muhalefet
etmenin doğru olmadığı bilindikten sonra bu konuda denilecek söz şöyle
olmalıdır: Bu gibi şeyler asla şeriata muhalefet şeklinde yorulmamalıdır. Zira
bu işleri yapanlar dindar, takva ve fazilet sahibi, iyi halli kimselerdir.
Dolayısıyla bu gibiler hakkında iyi zan beslemek gerekir. Nitekim biz gerek
ashab ve gerekse takva konusunda onların yollarını takip eden selef-i
salihimize karşı bu gibi düşüncelerimizden dolayı sorumluyuz. Netice olarak bu
olağan dışı hallerin şeran caiz olan şeyler doğrultusunda cereyan ettiği
düşünülmelidir.
Bu takdirde onların
düşüncelerini üzerine bina ettikleri şey: a. Ya olağan cinsinden garip bir
şeyolacaktır. b. Ya da olağan cinsinden olmayacaktır.
Eğer birinci kısımdansa,
o takdirde onlar olağan şeylerin hükümlerine katılacaktır. Mesela, orucu bozma
emri. Çünkü böyle bir emir, belki de nafile olarak oruç tutanın nefsinin emiri
olduğunu gören birinin görüşü üzerine bina edilmiş olabilir. Bu gibiler de
çoktur. Bu durumda müridin (öğrencinin) kabülden kaçınması, inat ve nefse uyma
olur. Böyle birisinin akibetinden korkulur. Özellikle de fazileti ve Allah'ın
veli kulu olduğu herkesçe bilinen kimselere uyma konusunda. Ömer b.
Abdulaziz'in zekatı vermeyen kimseyi bırakmayı emretmesi de aynı şekildedir.
Belki de onun bu tavrı bir tür ictihad idi. Zira o, onu dini kurallardan gaflet
içerisinde bulunan bir kimse gibi kabul etmiş ve onun bizzat kendi kendine o
durumdan vazgeçmesini ve halini düzeltmesini beklemiştir. Nitekim öyle de
olmuştur. O kişi kendi kendisine düşünmüş ve kendisine vacip olan zekatı
ödemiştir. Ömer bu tavrıyla o kimsenin tümden bırakılmasını kastetmiş değildir.
Aksine o, bu şekilde onu uyarmış ya da onu denemiştir. Eğer o kişi böyle bir davranıştan
sonra vermemekte ısrar edecek olsaydı, zekat vermemekte direnenlere ne lazım
geliyorsa, o kişi hakkında da onu uygulayacaktı.
Rib'iyy b. Hıraş olayı
da aynı. O hayatında asla yalan söylememiş bir kimsedir. Haccac, bu yüzden
oğlunun yerini kendisinden sormuştur. Bu gibi yerlerde doğruluk azimettir,
yalan söylemek ise sadece bir ruhsattır ve gereği ile amel etmemek caizdir.
Hatta azimetle amel etmek daha sevaplı olmaktadır. Nitekim küfrü gerektirecek
bir söz söyleme konusunda durum böyledir. Küfür söz ise yalanın başıdır. Yüce
Allah: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber
olun"[Tevbe 119] buyurmuştur. Bu ayet sefere katılmayıp geride kalan üç
kişinin haberi anlatıldıktan sonra sevkedilmiştir. Bu üç kişi, yalan söylediklerinde
yalanları kabul edilebilecek bir konumda iken yalan söylememişler ve doğruluğu
benimsemişlerdir.
Bu yüzden de Allah
onları övmüş ve böylece onlar "Korku yolunda emniyet umulur" sözünün
gereğince doğruluk yolunda işlerini düzene koymuşlardır. Nitekim ariflerden
birisi şöyle demiştir: "Doğruluğa yapış! Onun sana zarar vereceğinden
korktuğun yerde o sana fayda verir. Yalanı da bırak! Onun sana fayda vereceğini
düşündüğün yerde o sana zarar verir." Bu, doğru ve yerinde şer'i bir esas
olmaktadır.
Ebu Hamza olayında da
durum aynıdır. O da azimetle amel etmiştir. Çünkü o kendi kendisine, Allah'tan
başkasına güvenmeme konusunda söz vermişti. Bu azmini bozarak ruhsat yoluna
başvurmadı. Bu da dinde yeri olan bir esastır. Onun bu durumuna şu ayet de
delalet etmektedir: "Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. "[Talak 3]
Allah'a tevekkül etmek başkalarına güvenmekten daha büyüktür. Hud [a.s.}
"Hepiniz bana tuzak kurun, sonra da ertelemeyin. Ben ancak benim de, sizin
de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim. "[Hud 55] Ebu Hamza kendi kendisine
azmedip Allah'tan başkasına güvenmeyeceğine dair söz verince kendisinden,
''Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin"[Nahl 91] ayeti
gereğince sözünde durması istenildi. Yine bazı imamlar ondan şöyle naklederler:
O bazı sahabilerin Hz. Peygamber'e hiçbir kimseden bir şey istememek üzere bey'
atta bulunduklarını ve bunun neticesinde binit üzerinde iken kamçısı düştüğünde
onu kimseden kendisine vermesini istemediklerini işitti ve bunun üzerine şöyle
dedi: ''Ya Rabbi! Bunlar Senin Peygamberini gördüklerinde onunla ahidleştiler.
Ben de asla hiçbir kimseden bir şey istememek üzere seninle ahidleşiyorum"
dedi. Sonra haccetmek amacıyla Şam'dan Mekke'ye doğru yola çıktı ve söz konusu
olay başına geldi. Bu da aynı şekilde azimetle amel etmek kabilinden
olmaktadır. Zira o, kendi kendisine -kendisinden daha faziletli olan insanların
(sahabe) ahdi gibi- söz vermişti. Bu haliyle o, şer'i esaslar haricinde hareket
etmiş olmuyordu. Bunun içindir ki, İbnu'l-Arabi bu olayı anlatınca: "Bu
Allah'a ahidde bulunmuş bir kimsedir ve ah de vefayı kemal üzere bulmuştur.
Uyun ona, Allah'ın izniyle doğru yolu bulursunuz" demiştir.
Vahşi hayvanların
bulunduğu tehlikeli yerlere girmek, keza azıksız ıssız çöllere dalmak da aynı
şekildedir. Hükümler bahsinde de belirtildiği üzere bazı insanlara göre
sebeblerin varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Çünkü sebebleri de
müsebbebleri de yaratan Allah'tır. Durumu böyle olan bir kimse için sebebler
yok hükmündedir. Dolayısıyla onun için bir yaratıktan korku duymaya da ondan
umut bekleme gibi bir durum olmayacaktır. Zira Allah'tan başka ne korkulacak ne
de kendisinden umut beklenecek hiçbir şey yoktur. Böyle bir anlayıştan
kaynaklanan bu tür hareketler, helake atılmak değildir. Ama yanında azık
olmadan çöle girdiği zaman ya da vahşi hayvana yaklaştığında helak olacağına
inanıyor ve buna rağmen bu tür davranışlarda bulunuyorsa, kendi kendisini
tehlikeye atmak işte o zaman gerçekleşmiş olacaktır. Kaldı ki, İmam GazziHi,
çöle girme konusunda tahammül ve sabredebilme, bitkilerle idare edebilme
alışkanlığının olmaması şartını getirir.
Bu izahtan sonra sanırız
siz, velayet mertebesine ulaşmış evliyanın ellerinde gerçekleşmiş bulunan
şeyin, olağan (normal) hükümlere dönecek şekilde bir izahının bulunduğunu
göreceksiniz. Hatta şunu da diyebiliriz, Allah'ın izniyle ancak onların böyle
olduklarını göreceksiniz.
FASIL:
(Davranışlarını) üzerine
bina ettikleri şey mükaşefe gibi olağan dışı birşey ise, bu durumda onlara
verilecek hüküm, cari bulunan adetlerin (olağan hallerin) hükmü müdür;
dolayısıyla kendilerinden diğer insanların üzerinde bulundukları durumlara tabi
olmaları istenir mi? Yoksa onlara, insanlar arasında cari bulunan olağan
hallere (zahir adetlere) ait hükümlerden farklı -dış görünüşte şeriata muhalif
de olsa- ayrıcalıklı bir muamelede mi bulunulur ve gerekçe olarak da gaybi
keşfin tahkiki neticesinde muhalefet yok, muvafakat vardır mı denilir?
On ikinci mesele ile
daha önceki bahislerden anlaşıldığına göre burada da olması gereken şey, onlara
özel bir hükmün bulunmaması ve herkes için geçerli bulunan zahir hükümlere
onların da tabi olmalarıdır; mür'şidin bunu onlardan kesin bir tarzda istemesi
gerekir. Bu konuya delil olacak şeyler daha önce geçmişti. Ayrıca aşağıdaki
hususlar da konuyla ilgili delilolacaktır:
1. Eğer hükümler, olağandışı durumlar dikkate
alınarak konulacak olsaydı, o zaman onlarla ilgili olarak hiçbir kaide düzen
tutmaz ve hiçbir mükellef ile onların hükmü arasında irtibat meydana gelmezdi.
Çünkü o takdirde bütün fiillerin hem muvafık hem de muhalif olmaları imkan
dahilinde olacaktır. Hiçbir durum söz konusu edilemez ki, onun aynı anda hem
sahih hem de fasid olması mümkün olmasın. Bu durumda hiçbir kimse hakkında
yaptığı bir fiilin fasid ya da sahih olduğuna kesin olarak hükmetmek mümkün olmayacaktır.
Haliyle fiillere sevap ya da ceza verilemeyecek, onu işleyen için ikram ya da
aşağılama olmayacak, kanlar korunamayacak ya da heder edilemeyecek, hiçbir
hakimin yerdiği hüküm infaz edilemeyecektir. Böyle bir sonuca götürecek
birşeyin, meşru kılınması-özellikle de şeriatın temelini oluşturan masIahatlar
dikkate alınıp dururken- sahih değildir.
2. Olağandışı haller, üzerine dayanılacak bir
hüküm olabilecek kadar bidüziyelik arzetmezler. Çünkü bunlar belli bir zümreye
has özel hallerdir.
Sadece belli bir zümreye
has olduğuna göre, başkaları hakkında cari olmazlar. Bu durumda dış görünüşle
ilgili (zevahir) kaideler onları kapsamayacaktır. Keza, onlarla, onlardan
olmayan diğer insanlar arasında da cari olmayacaktır. Zira her iki grubun
ittifakı ile, olağandışı hal sahibi olmayan kimseler hakkında fevkaladelikler
doğrultusunda hükümlerde bulunmak sahih değildir. Yani normal insanlarla ilgili
hükümler verilmesi sırasında demek istiyorum. Zira hakim ya da sultanın,
velinin keşfini esas alarak onun lehinde hükümde bulunması ya da bizzat
sultanın kendi keşfine dayanarak veli olmayan bir kimse hakkında zahiren
konulmuş sebeblere dayanmaksızın hükümde bulunması, keza bir konuda iki velinin
mahkemeye başvurması durumunda hakimin keşfe dayanarak hükümde bulunması gibi
yetkileri bulunmamaktadır.
3. Olağandışı haller belli bir zümreye has olup,
herkesi kapsamadığına göre, bu şeriatın genelliği, onun hükümlerinin herkesi ve
her hali kapsadığı ilkesine -ki daha önce delillendirilmişti- ters düşecektir.
Nasıl olabilir? Onlar ''Veli bazen isyan edebilir; onun için günahlar
caizdir" diyebiliyorlar. Hiçbir fiil yoktur ki, onun zahiri şeriatın
zahirine muhalif olsun da, onun bir isyan olduğu ilk etapta ortaya çıkmasın. Bu
durumda şeriatın zahirine uymayan olağandışı bir durumun (harikuladelik) meşru
olmasının sübutu sahih değildir. Çünkü pek çok ihtimaller vardır. İşte bu husus
da konumuza delilolan üçüncü bir nokta olmaktadır.
4. Yaratıklar içerisinde fevkalade hallere en layık
olan önce Hz. Peygamber [s.a.v.], sonra da sahabedir. Şeriatın bizzat
belirlediği ve sırf kendisine özgü haller haricinde Hz. Peygamberle ilgili
olarak bu kabilden birşey meydana gelmemiştir. Kendisi: "Allah, peygamberi
için dilediğini helal kılar"; "Sen bizim gibi değilsin. Allah senin
gelmiş ve gelecek günahını affetmiştir" diyenlere karşı tepki göstermiş ve
onlara kızarak: "Muhakkak ki ben, sizin içinizde Allah'tan en çok
korkanınız ve ondan sakınılacak şeyleri en iyi bileniniz olmayı cidden ümit ederim"
buyurmuştur. Bilindiği üzere Hz. Peygamber ile tevessülde bulunulur ve onun
duasından şifa beklenirdi. Bununla birlikte zevcesi ya da cariyesi dışında onun
elinin yabancı bir kadının tenine değdiği asla sabit olmamıştır. Kadınlar ona
bey'atte bulunurlardı; buna rağmen elleri hiçbir kadının eline asla değmemişti.
Aksine o, her durumda, işin iç yüzünü bildiği halde zahire göre amel ederdi.
Daha önce bu türden örnekler geçmişti. Kaideleri koyan o idi ve onlardan hiçbir
veliyi müstesna tutmamıştı. Eğer veli ya da olağanüstü hal sahipleri bu
hükümlerden istisna tutulacak olsaydı, bu istisnaya başta kendisi layık olurdu,
sonra da sırasıyla sahabe ve tabiin nesli gelirdi. Zira onlar gerçekten
Allah'ın veli kulları, gerçek fazilet sahibi kimseler idiler.
Rübeyyi' olayında bu
husus açıklanmaktadır: Onun velisi ya da her kimse: "Allah'a yemin ederim
ki, onun dişi kırılmayacak" demiş, Hz. Peygamber [s.a.v.] de
"Allah'ın hükmü kısastır" buyurmuştu. Hz. Peygamber [s.a.v.]:
"Allah'ın kulları içerisinde öyleleri vardır ki, şayet Allah adına yemin
etseler Allah onların yeminlerini doğruya çıkarır" diyerek işi ertelemek
ve böylece yeminin sonucunu ortaya çıkarmak yoluna gitmemiş, aksine en büyük
bir sıkıntı demek olan kısas hükmünün uygulanacağını bildirmiştir. Sonunda
mağdur tarafı, karşı tarafı affederek kısas hak- . kından vazgeçmişlerdi. M
sonunda da Hz. Peygamber: ''Allah'ın kulları içerisinde öyleleri vardır ki,
şayet Allah adına yemin etseler Allah onların yeminlerini doğruya çıkarır"
buyurmuş ve Allah'ın söz konusu yemini doğruya çıkardığını haber vermiştir.
Ancak af durumu ortaya çıkıncaya kadar o böyle bir hükümde bulunmamıştı. M,
zahirde kısas hükmünü düşürmek için bir sebep olarak ortaya çıkmıştı.
5. Harikuladelikler çoğu kez şer'i kurallara
muhalif olarak meydana geldiklerinden, -şiirde vezin zarureti gibi de olsa-
onlar (bir hüküm olarak) sabit olabilecek bir durumda değillerdir. Çünkü
onların sübutu, meşru kılınmış esaslara muhalefet ve onların içermiş oldukları
masIahatları ortadan kaldırmak olur. Bilindiği üzere Hz. Peygamber münafıkların
bizzat kim olduklarını ve müslümanlar arasında nasıl fıtne ve fesat
çıkardıklarını yakinen biliyordu. Bununla birlikte onları öldürmekten
kaçınıyordu, çünkü dikkate alınması gereken ve "İnsanlar: 'Muhammed, adamlarını
öldürüyor' diye konuşmamalılar" şeklinde ifade ettikleri daha üstün bir
mani bulunmaktaydı. Olağanüstü haller gösterebilen kimseler hakkında da aynı
şekilde davranılarak onlara bu olağanüstü şeylerle ilgili hükümler uygulanmaz.
Böylece durumdan haberi olmayan kimseler "sufilerin ayrı bir şeriatı
olduğu" düşüncesine kapılmazlar. Bu noktadan hareketledir ki, fukaha Ebu
Yezid'in hizmetçisi ile ilgili davranışını tepki ile karşılamışlar ve onun
hatalı olduğunu söylemişlerdir. Olağanüstü haller gösteren kimselerin herkesle
ilgili hükümlerden ayrı özel hükümlerle ayrıcalık göstermeleri, insanların
kalplerinde şer'an kaçınılması istenilen çeşitli düşünceleri doğuracak bir
durum olur. Dolayısıyla onların diğer insanlardan ayrı hükümlerle temayüz
etmeleri yakışık almaz. Bu yüzdendir ki yine onlar içerisinde aşırı gidenlerden
birçoğu ibaha mezhebini benimsemişler ve duydukları şeylerle de kendi
görüşlerini teyit etmeye çalışmışlardır. Bu da onların kötü anılmalarına sebep
olmuştur.
Haşa, Allah'ın veli
kulları mutlak surette bu gibi olağandışı kehanetlerden uzaktırlar. Ancak söz,
bu konu üzerine dalmaya doğru kaymıştır. Onların hem zahiren hem de batınen
şeriatın koymuş olduğu sınırları korumuş oldukları bilinmektedir. Onlar,
sünneti layıkı gibi yerine getiren; ona uyma konusunda titizlik gösteren
kimselerdir. Ancak bu zamanlarda ve daha öncelerde onların anlayışlarında
meydana gelen sapma yüzünden onların hallerinde şu anda mevcut bulunan (menfi)
durumlar ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de bu meseleler üzerinde söz etmek gerekli
hal almıştır. Böylece -Allah'ın izniyle- onların örnek yollarının gereği olmak
üzere maksatları anlaşılır bir hal 'almış ve hallerini vurabileceğimiz bir
kıstas konulmuştur. Allah onları ve onlarla (bizleri) faydalandırsın!
Şimdi konuya tekrar dönelim:
N e gaybi olan şeylere vakıf olmak ne de doğru keşif, normal hükümler
doğrultusunda hareket etmeye mani değildir. Bu konuda rehber, önce Hz.
Peygamber [s.a.v.] sonra da selef-i salihinin takip ettikleri tutum olacaktır.
Adetlerin olağandışılık göstermesi durumunda, onların üzerine zahir hükümlerle
ilgili binada bulunmak da uygun düşmeyecektir. Hz. Peygamber, "Allah seni
insanlardan korur"[Maide 67] ayetinin de ifade ettiği üzere koruma altına
alınmıştı. Allah'ın koruması altında olmasından öte daha başka birşey de
olamazdı. Bununla birlikte o, zırh ve miğfer ile korunur ve adeten sakınılması
gerekli şeylerden sakınırdı. O bu haliyle bulunduğu yüce mertebesinden daha
aşağı mertebelere düşmüş olmuyor; aksine daha da yüceliyordu.
Yukarıda belirtilen ve
Allah'ın kudretine nisbetle adetlerin varlığı ile yokluğunun eşit olması da,
adetlerin hükümlerini onların gereği doğrultusunda icra etmeye engel değildir.
Daha once de geçtiği
gibi, sahabe tevekkül rütbesine ulaşmış kimselerdi ve onlar nimetlerin kendilerine
ulaşmasını sebeblerden değil inamda bulunan Allah'tan biliyorlardı. Bununla
birlikte onlar yapılması istenilen normal (adi) sebeblere tevessülde bulunmayı
terk cihetine gitmemişlerdir. Hz. Peygamber, onları sebeblerin hükümlerini
düşüren ve adetlerin (normal hallerin) ortadan kaldırılmasını gerektiren bir
hal üzere bırakmamıştır. Bu, onların (adetlerin) Şari' tarafından getirilen
azimetler olduklarını gösterir. Çünkü adetlerin olağan halini yitirdiği demler,
üzerinde durulacak bir makam değildir. Onlar olsa olsa -daha önce de geçtiği
gibi- ruhsat mahalleridirler. Dikkat edilirse Hz. Peygamber [s.a.v.] "Onu
bağla ve öyle tevekkül et!" buyurmuştur. Slifiyyeden kemal sahibi
kimseler, Hz. Peygamberin adabıyla ahlaklanmış olmak için esbaba tevessülden
geri durmazlardı ve 'Yüce Allah'ın, yaratıklarla ilgili halleri cari bulunan
belli kalıplar içerisine koyması, şer'i maksadın onların hükümleri altına
girmek olduğunu gösterir', diye düşünürlerdi ve en üstün olanı bırakarak daha
az önemli olan şeylerle asla uğraşmazlardı. Hızır [s.a.v.] olayına gelince,
"Ben onu kendiliğimden yapmadım"[Kehf 82] ayetinden anlaşıldığı üzere
o bir peygamber idi. Bir grup alim bu ayete dayanarak onun peygamber olduğu
görüşünü benimsemişlerdir. Bir peygamberin kendisine bildirilen vahye tabi
olarak hareket etmesi ise tartışmasız caiz olmaktadır. (Onun peygamber
olmadığı) bir an için kabul edilse bile, o bir ferdi olaydır; üstelik bizim
şeriatımızda cereyan etmiş bir olay da değildir. Bunun delili şudur:
Nebi dışında ne bir
veli, ne de bir başkası, ergenlik çağına ulaşmamış bir çocuğu onun kafir
tabiatlı olduğunu ve asla iman etmeyeceğini, eğer yaşarsa azgınlık yaparak ve
küfre düşerek anne ve babasına eziyet edeceğini bilse de öldürmesi caiz
değildir. Bu konuda kendisine gaybı bilen (Allah) tarafından izin verilse de
bunu yapamaz. Çünkü şeriat emir ve yasakları koymuştur ve onların dışına
çıkılamaz. Hızır'la ilgili olay, öyle anlaşılıyor ki başka bir şeriat
çerçevesinde cereyan etmiştir. Hz. Musa'yı [a.s.] azarlaması ve ona olayın içyüzünü
bildirmesine bakılırsa, ortada onun (Musa) bilmediği başka bir ilim ve daha
başka durumlar bulunmaktaydı.
Sonra velinin, gayb
aleminden öğrendiği herşey ile amel etmesi caiz değildir. Aksine bu tür gaybi
bilgiler iki kısımdır:
(a) Kendisiyle amel
edilmesi durumunda şeriatın zahirine ters düşen ve tevil edilmesi imkanı da
bulunmayan kısım. Bu tür gaybi bilgilerle amel edilmesi asla caiz değildir.
(b) Amel edildiğinde
şeriatın zahirine ters düşülmeyen, ihtilaf meydana gelse bile sağlam bir değerlendirme
ile şeriata dayandırma imkanı bulunan gaybi bilgiler. Bu kısımdan olan gaybi
bilgilerle amel etmek caizdir. Nitekim daha önce açıklanmıştı. Doğru olan yol
işte bu yoldur; mürşidin bu yol üzere irşadda bulunması gerekecek, sülük
erbabının himmetlerini bu noktaya bağlayacaktır. Böylece önderlerin efendisi
Resulullah'a [s.a.v.] uyulmuş olacaktır. Bu yol, nefsani hazIarın gereğinden
kurtulmanın en kestirme ve ayakların sabit kalıp kaymamasının en emin yoludur.
Böyle bir durumda o bilginin sahibine tabi olunması ve ona uyulması uygun
olacaktır. Allahu a'lem!
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: