EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN
ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN
ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / ON İKİNCİ MESELE:
Şeriat, bütün
mükellefler hakkında genel ve onların her türlü durumlarını kapsadığı gibi, keza
her mükellefe nisbetle hem gayb hem de şühud alemleri için de geneldir;
dolayısıyla zahirde bulunan her şeyi ona vurduğumuz gibi, batınla ilgili olan
herşeyi de ona vurmak durumundayız. Delilleri:
(1) Bir önceki meselede
geçen ve harikuladeliklerin şeriatın zahirine uymaması durumunda dikkate
alınmamasını gerektiren deliller.
(2) Şeriat hakim
konumdadır; mahkum durumda değildir. Eğer meydana gelen harikuladelikler ve
gayıbla ilgili durumlar, şeriatın umumunu tahsis, mutlakını takyid, zahirini
tevil vb. edecek olursa, o zaman şeriat hakim konumunda değil, mahkum durumunda
olacaktır. Böyle bir netice ise ittifakla sakattır; dolayısıyla böyle bir
neticeyi gerektirecek olan şey de sakat olacaktır.
(3) Harikuladeliklerin
şeriata ters düşmesi, onların haddizatında batıl olduklarını gösterir. Şöyle
ki: Harikuladelikler, bazen dıştan bakıldığında keramet gibi görünebilirler;
fakat aslında keramet olmayıp şeytanın bir işi olabilirler. Nitekim Iyaz,
Maliki fakihi Ebu Meysere ile ilgili şöyle anlatır: Bu zat, bir gece namaz için
tahsis ettiği yerde ibadet, dua ve niyazda bulunurdu. Bu halde iken kalbinde
bir duygu hisseder ve o anda kıble duvarı yarılır ve oradan büyük bir ışık
çıkar. Sonra da ay gibi bir yüz belirir ve kendisine: "Ey Ebu Meysere!
Yüzüme day. Ben senin en yüce Rabbinim" der. Ebu Meysere, onun yüzüne
tükürür ve: "Ey lanetli şeytan! Defol! Allah'ın laneti üzerine
olsun!" diye karşılık verir. Abdulkadir Geylani'den de şöyle anlatılır:
Bir gün bu zat iyice susar. Bir de bakar ki, bir bulut kendisine doğru yönelmiş
ve üzerine hafif hafif çiselemeye başlamıştır. O da bundan içer. Sonra buluttan
bir ses: "Ey Falan! Ben senin Rabbinim ve muhakkak ben sana haram olan
şeyleri helal kıldım" diye nida eder. Bunun üzerine Geylani: "Lanetli
şeytan defol!" der ve bulut yok olur. Kendisine: "Onun İblis olduğunu
nasıl anladın?" diye sorduklarında da: 'Muhakkak ben sana haram olan
şeyleri helal kıldım' sözünden, diye cevap verir. Eğer şeriat hakim konumda
olmasa ve onun getirdikleri düsturlar bir kıstas olarak kullanılmasa idi, bu ve
benzeri örneklerde gösterilen harikuladeliklerin şeytani olduklarını bilme
imkanı olmayacaktı.
Vahyin ilk başlangıç
devresinde Hz. Hatice de, Hz. Peygamber'in durumunu tesbit için buna benzer bir
tutum içerisine girmiş ve ona şöyle demiştir: "Ey Amca oğlu! Bu sana gelen
adamın tekrar geldiğinde bana haber verebilir misin?" Hz. Peygamber de
"Evet" dedi. Hz. Hatice: "O geldiği zaman, bana bildir"
dedi. Hz. Peygamber, geldiğinde ona bildirdi. Hz. Hatice: "Amca oğlu! Kalk
ve sol dizim üzerine otur" dedi. Hz. Peygamber de oturdu. Hz. Hatice:
"Onu şimdi görüyor musun?" dedi. Hz. Peygamber:
"Evet" dedi.
Sonra onu sağ dizi üzerine, daha sonra da kucağına oturttu ve her defasında da
onu hala görüp görmediğini sordu. Hz. Peygamber de "Evet" cevabını
verdi. Ravi şöyle devam eder: Sonunda Hz. Hatice başını açtı ve örtüsünü
üzerinden attı; Hz. Peygamber de kucağında oturuyor idi. Sonra Hatice: ''Yine
görüyor musun?" diye sordu. Hz. Peygamber "Hayır," cevabını
verdi. Bir rivayette de: Hz. Hatice kocasını elbisesinin içerisine almıştı.
Bunun üzerine de o gözükmez olmuş gitmişti. Böyle bir denemeden sonra Hz.
Hatice kocasına: "Ey Amca oğlu! Metin ol ve sana müjdeler olsun! Çünkü
Allah'a yemin ederim ki, o muhakkak bir melektir; o asla bir şeytan değildir"
demişti.
İTİRAZ: Veli kullara has
olmak üzere daha başka bilgi vasıtaları (medarik) da vardır ve onlar, bunlar
sayesinde şer'i kıstaslara ihtiyaç duymazlar.
CEVAP: Bu itiraz yerinde
değildir. Dediğiniz gibi olduğunu kabul etsek bile, bu takdirde bu bilgi
yolları kerametler ve harikuladelikler cümlesinden olacaktır. Zira bunlar ancak
Allah'ın veli kullarına has bulunmaktadır. Bu durumda bunlarla, diğer müşahade
edilen harikuladelikler arasında bir fark bulunmayacaktır. Neticede bunların
sahih olup olmadığını kendisine vuracağımız mutlak bir kıstasın, onun sıhhatine
tanıklık edecek bir şahidin bulunması gerekecektir ve o takdirde teselsül lazım
gelecektir; teselsül ise batıldır. Bu konuda yalnız başına hissetme, duyma
(vicdan) iddiası yeterli değildir. Çünkü, hissin sadece bir his olması
açısından onun fesat ya da sıhhatini gösterecek bir delil bulunmamaktadır.
Örneğin elemler ve hazlar inkar olunamayan hislerdendir; bununla birlikte bu
onların şer'an sahih ya da fasid olduklarını göstermez. İnsanın kendi-
sini kurtaramadığı diğer
durumlar da aynı şekildedir. Mesela öfke halini ele alalım: Bir olay insanı
kızdırdığı zaman öfke hali diğer duygulardan farksız olarak ortaya çıkar ve
bunu inkar etmek de mümkün değildir. Bununla birlikte bu his, eğer Allah için
ise övgüye değer bulunur; Allah için değilse de yergiye konu olur. Bu durumda
bir duygu olarak tamamen aynı olan bu iki tür öfkenin arasını ayırabilme k için
mutlak surette şer'i bakış açısına ihtiyaç vardır. Zira şer'i kıstaslara
vurmaksızın, kişiye hakim olan şu öfke yergiden uzak ve övgüye değerdir
denilemez. Zira birşeyin övgü ya da yergiye layık olduğunun belirlenmesi aklın
değil Şari'in işidir. Bu durumda onun övgüye değer olduğu şeriat olmaksızın
nereden bilinebilecektir? Bu, şeriat olmaksızın asla bilinemez. Böyle bir
ayırımın mürebbi ya da muallime (eğitimci ya da öğretmen) nisbet edilmesi de
doğru değildir. Çünkü aynı durum burada da geçerlidir.
Konu ile ilgili asıl
problem şudur: Harikuladelikler insanın kudreti dahilinde olmayan şeylerdir.
Kullar, kendi arzularıyla onları kazanamayacakları gibi kendilerinden de
uzaklaştıramazlar. Çünkü bunlar tamamen Allah vergisidir ve O, bunları kulları
içerisinden dilediği kimselere vermektedir. Bu durumda harikuladelikler
insandan çıktığında, bunlar hakkında -onların şeriata uygun olmadığını
farzetsek bile- şeriatın bir hükmü bulunmayacaktır. Bunlar, insana kendi kesbi
olmaksızın ansızın arız olan elem ve ağrılarla, neşe ve sevinçler gibidirler.
Nasıl ki, bu şeyler şer'an güzel ya da çirkin (hüsün ve kubuh) diye
nitelenemezse, onlara şer'i bir hüküm bağlanmıyorsa burada da durum aynıdır.
Hatta bunlara en çok benzeyen şeyler bayılma, delirme vb. gibi hallerdir.
Başkalarına dokunan bir zarar söz konusu olsa bile, bu gibi hallere taalluk
eden bir hüküm bulunmamaktadır. Mesela deli bir kimse, deliliği sırasında bir
mal telef etse veya bir kimseyi öldürse ya da içki içse kendisine bir hüküm
terettüp etmemektedir. Aynen burada da durum aynı olmaktadır. Dikkat edilecek
olursa bu gibi zevatın istiğrak halleri ile nakledilen olaylar tam bir
benzerlik arzeder; onların üzerlerinden namaz vakitleri geçer de hiç haberleri
olmaz. Mükaşefe ve istiğrak hallerinde va'dlerde bulunurlar, fakat yerine
getirmezler. Başkalarının mahremiyetlerine vakıf olmak gibi yollarla insanların hallerine muttali
olurlar. Onlarda meydana gelmiş ya da onlar hakkında nakledilmiş bu ve benzeri
şeyler, onlar isteseler de istemeseler de yerini bulmuş şeylerdir. Bu durumda
bu gibi şeyler nasılolur da şer'i hükümler altına sokulmak istenir?!
CEVAP: Geçen deliller,
meselenin esasını isbat için yeterlidir. İtiraz olarak serdedilen şey yerinde
değildir. Çünkü, harikuladeliklerin elde edilmesi ya da uzaklaştırılması her ne
kadar insan kudretinde değilse de, onun kudretinin, bu neticelerin (müsebbeblerin)
sebepleriyle bir taalluku bulunmaktadır. Daha önce de geçtiği üzere, mükellefin
emredilerek ya da yasaklanılarak muhatap tutulduğu şey sebebler olmaktadır.
Müsebbebler ise, Allah'ın yaratmasıdır. Harikuladelikler de bu cümledendir.
Yine daha önce de geçtiği gibi, sebeblerden doğan müsebbebler, hüküm bakımından
sebebiyet verdiği için mükellefe nisbet edilmektedir. Çünkü müsebbebler
konusunda Allah'ın koyduğu Met-i ilahiye şöyledir: Müsebbebler, sahihlik ve
batıllık, doğruluk ve eğrilik gibi konularda sebeblere bağlanmıştır.
Harikuladelikler de, yükümlü kılınan sebebler üzerine terettüp edilen
müsebbeblerdir. Nitekim bunlar, amel konusunda sünnete sarılma ölçüsünde,
onları her türlü şaibelerden, arzu ve hevesin etkisinden arındırma oranında
gerçekleşmektedir. Normal amellerin neticesinden o amellerin doğru olup
olmadıkları sonucu çıkarılabilmektedir; dolayısıyla burada da durum aynı
olacaktır. Yüce Allah şöyle buyurur: "Ancak işlediklerinizin karşılığını
görürsünüz''[Tur 16]; "Ya siz yaptıklarınızdan başka birşey için mi
cezalandırılacaksınız?"[Neml 90] Kudsi hadiste de: "Ey kullarım!
Bunlar sizin amellerinizdir; onları sizin için sayıyorum ve sonra onları
eksiksiz olarak size veriyorum" buyrulur. Bu nasslar, hem dünyevi hem de
uhrevi amellerin karşılığını kapsamaktadır. Muamelat konusunda mevcut bulunun
fıkhi feri meseleler de -aynen adetlerin şehadeti gibi- burada konumuza tanık
olmaktadır. Bu haliyle konu, genel anlamda kesinlik arzetmektedir.
Durum böyle olunca, hak
ya da batıl şekilleriyle meydana gelen harikuladelikler, bunların öncesi
bulunan riyazete nisbet edilmiş olmaktadır. Neticeler, şüphesiz mukaddimelere
tabi olurlar. Bu durumda teklifi hüküm, mukaddimeleri açısından
harikuladeliklere de taalluk etmiş olur ve sahibi onunla mesul tutulur. Bu haliyle
de harikuladelikler şer'i bakış açısından dışarı çıkmış olmazlar. Hastalık,
delilik vb. gibi mükellef tarafından işlenmiş bir sebebi bulunmayan haller ise
böyle değildir; zira onlara herhangi bir teklifi hüküm taalluk etmez. Eğer
onlarda da mükellefin bu gibi hallere sebebiyet verdiğini farzedecek olsak, o
takdirde bu gibi haller mükellefe nisbet edilmiş olacak ve kendisine yükümlülük
hitabı taalluk edecektir. Mesela kendi iradesiyle meydana gelen sarhoşluk vb.
gibi. Bu izahtan da anlaşılacağı üzere, şeriat harikuladelikler üzerinde hakim
konumdadır ve onun çerçevesi dışına hiçbir şey çıkmamaktadır.
Allahu a'lem!
FASIL:
Buradan da
anlaşılacaktır ki, şimdiye kadar meydana gelmiş ve kıyamete kadar da gelecek olan
her türlü harikuladeliklerin şer'i hükümlere vurulmadan kabul ya da
reddedilmesi doğru olmayacaktır. Eğer şer'i kıstaslar, o şeyi caiz görüyorsa, o
sahihtir ve yerinde kabul görür; aksi takdirde ise kabul edilmez. Bundan sadece
peygamberler elinde ortaya çık-
mış olan
harikuladelikler müstesnadır. Çünkü birilerinin kalkıp da onları inceleme
altına alma yetkisi yoktur. Zira onların sahih olarak meydana geldikleri
kesindir ve başka türlü olması da imkansızdır. Bu yüzdendir ki, Hz. İbrahim
oğlunu boğazlama konusunda rüyasının gereği ile hüküm de bulunmuş ve oğlu da
kendisine: "Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap!''[Saffat 102] demiş ve
teslimiyet göstermiştir. Harikuladelikler üzerinde durma, onları şer'i
kıstaslara vurma durumu ancak masum olmayan kimseler elinde meydana gelmiş
olması halinde söz konusudur.
Harikuladeliklerin
şeriata vurulması şöyle olacaktır: Bunlar normal hallerde meydana gelmiş şeyler
olarak farzedilecektir. Eğer bu halleriyle adeten ve kesb yoluyla işlenmeleri
caiz olan şeyler ise, o harikuladelik o haliyle caiz olacak; aksi takdirde caiz
olmayacaktır. Örnekler: Mükaşefe yoluyla bir kadının durumuna ya da mahrem bir
hale vakıf olan bir kimse, eğer kendi kasdıyla olmasa bile, buna kendisine
şer'an muttali olması caiz olmayan bir şekilde vakıf olmuşsa; veya kendisini,
falanın evine karısı ile cima ederken gittiğini ve onu karısının üzerinde
bulduğunu görmüş ise; yabancı bir kadının karnındaki bir çocuğa mükaşefe
yoluyla vakıf olmuşsa ancak bu kadının hissen kendisine bakması haram olan cildine
ya da başka bir organına gözü temas edecek şekilde olmuşsa; "Ben senin
Rabbinim" diye ses ve harflerini hissettiği bir ni da işitmişse; yahut
"Ben Rabbinim!" diyen mücessem bir suret görmüşse; yahut "Sana
haram olan şeyleri hel al kıldım" diyen bir ses işitmiş ve görmüşse ...
evet bütün bu ve benzeri durumlar hiçbir şekilde şeriatın kabul etmeyeceği
harikuladeliklerdir. Bunlara benzeri diğer durumlar kıyas edilebilir. Tevfik
ancak Allah'tandır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: