EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN
ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN
ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / ON BİRİNCİ MESELE:
Yukarıda belirtilen
keşif vb. gibi şeylerin dikkate alınıp, onlarla amel edilebilmesi için mutlaka şer'i
bir hüküm ya da dini bir kaideye ters düşmemesi gerekmektedir. Dini bir kaide
ya da şer'i bir hükmü ihlal eden birşey haddizatında hak olan birşey değildir;
o ya hayaldir ya vehimdir ya da şeytanın ilkası (telkini) olmaktadır. Bunlar
bazen içerisinde haktan unsur da taşıyabilir; bazen de haktan hiçbir şey
taşımaz. Bu durumda bunların dikkate alınması doğru değildir; çünkü şer'an
sabit bulunan bir esasa ters düşmektedir. Şöyle ki: Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
getirmiş bulunduğu şeriat -bundan önceki meselede de geçtiği gibi- geneldir,
özel değildir. Onun esasları bozulamaz ve onun bidüziyeliği ortadan
kaldırılamaz; onun hükümleri altına girmeyen bir mükellefin olması düşünülemez.
Durum böyle olunca, şu anda üzerinde durduğumuz kabilden olan ve şeriat tarafından
konulmuş bulunan esaslara ters düşen herşey sakat ve batıl olacaktır.
Buna verilecek
misallerden biri İbn Rüşd'e sorulan şöyle bir sorudur:
Bir hakim, kendisine
gelen bir davada, adaletleriyle bilinen iki şahidin şehadette bulunmasından
sonra, rüyasında Hz. Peygamber'in kendisine "Bu şahitlikle hüküm verme;
çünkü o batıldır" dediğini görür. Bu durumda ne yapacaktır?
İşte böylesi bir rüya,
ne bir emir ve yasak; ne müjdeleme ve korkutma konusunda dikkate
alınmayacaktır; çünkü şer'i kaidelerden birisiyle ters düşmekte ve şer'i bir
hükmü ihlale uğratmaktadır. Bu türden olan diğer örneklerde de durum aynıdır.
"Hz. Ebu Bekir, bir adam öldükten sonra, görülen bir rüya üzerine onun
vasiyetini yerine getirmiştir" şeklinde yapılan rivayet özel bir uygulamadır
ve çeşitli ihtimalleri taşıdığı için genel bir kaideyi bozabilecek güçte
değildir. Çünkü bu uygulamanın muhtemelen varislerin rızası üzerine
gerçekleştirilmiş olması mümkündür ve böylece şer'i bir aslın ihlale uğraması
sözkonusu olmayacaktır.
Buna göre, bir kimse
mükaşefe yoluyla belli bir suyun gasbedilmiş ya da necis olduğunu ya da şu
şahidin yalancı olduğunu veya A'nın delil ikame ederek elde ettiği malın
aslında B'ye ait olduğunu ... vb. anlasa, açık bir gerekçe (sebep) olmadığı
sürece, bu mükaşefe doğrultusunda am el etmesi doğru olmayacaktır; dolayısıyla
böyle bir durumda asla su yok farzedilerek teyemmüm almamayacak; şahidin
şehadeti reddedilemeyecek, o malın B'ye ait olduğuna hükmedilemeyecektir. Çünkü
zahirde şeriatın getirdiği kurallar gereğince başka hükümler sabittir ve bu
hükümler sadece mükaşefe veya firaset gibi şeylere dayanılarak terkedilemez.
Nitekim aynı şekilde uykuda görülen rüyaya da itimat edilemez. Eğer bunlar caiz
olacak olsaydı, o takdirde zahirle hükmetme gerekçelerinin bulunmasına rağmen
şer'i hükümlerin bunlarla bozulması caiz olurdu. Böyle bir netice asla sahih
değildir; dolayısıyla işlemekte olduğumuz konuda da durum aym olacaktır.
Sahih'te şöyle
gelmiştir: "Siz davalarınızı bana getiriyorsunuz ve huzurumda muhakeme
oluyorsunuz. Belki içinizden bazıları kendisini daha iyi savunuyor ve ben de
sonuçta işittiğim doğrultusunda (zahire göre) hükmediyorum ... " Hz.
Peygamber [s.a.v.] bu hadislerinde hükmü, işitilen şeylerin gereğine ve diğer
şeylerin terkine bağlamıştır. Hz. Peygamber, kendisine arzedilen hükümlerin pek
çoğunun aslına vakıfbulunuyor; onların haklı ya da haksız olduklarını
biliyordu. Buna rağmen o, ancak ve ancak duyduğuna göre hükümde bulunuyor;
bilgisi doğrultusunda hüküm vermiyordu. Bu husus, hakimin kendi bilgisiyle
(subjektif olarak) hükümde bulunmasının yasaklanmasına bir dayanak olmaktadır.
İmam Malik, kendisinden
meşhur olarak nakledilen görüşüne göre, hakimin, huzurunda kesin olarak yalancı
oldukları bilinmeyen adil şahitlerin şehadette bulunması durumunda, kendi
bilgisi aksine de olsa hüküm vermek zorunda olduğunu belirtmiştir. Çünkü,
onların şehadetleri gereği hükümde bulunmazsa, kendi bilgisiyle hükmetmiş
olacaktır. Hakimin bu bilgisi başka başka şeylerin de karışabileceği
harikuladeliklerden değil, hiç kuşku içermeyen adetlerden çıkarılmıştır.
Hakimin kendi bilgisine dayanarak hükümde bulunabileceği görüşünde 0lanlar da,
nihayet görüşlerini yine harikuladeliklerden değil, adetlerden elde edilen bir
bilgi üzerine kurmaktadırlar. Bu yüzden Hz. Peygamber, kendisi en büyük hüccet
olduğu halde, şahsi bilgisine dayanarak hüküm vermede bulunmamıştır.
İbnu'l-Arabi, Maliki imam Şaşi'nin, Bağdad'da kadılkudat iken, İyas b.
Muaviye'nin kadılık yaptığı günlerdeki tutumu gibi, firasetle hükümde bulunur
olduğunu nakletmiş ve üstadı Fahru'l-İslam Ebu Bekir eş-Şaşi'nin ona reddiye
olmak üzere bir cüz (risale) yazdığım söylemiştir. O böyle diyor. Vakıa, eğer o
başka hüccet vb. aramadan mutlak olarak firaset ile hükmediyordu idiyse,
elbetteki bu tutumu reddedilmeye layıktır.
İTİRAZ: Bu vardığınız
sonuç iki açıdan müşkil gözüküyor:
(1) Mükaşefe ve keramet
sahibi kimselerden sizin bu dediğinizin aksi doğrultusunda nakiller vardır.
Bazı kimseler, keşfe ya da alışılmış olmayan bilgi edinme yollarına dayanarak,
dış görünüşü itibanyla helal olan birçok şeyden geri durmuşlardır. Baksanız a,
İmam Şibli, helalden başka bir şey yememeye azmetmişti ve badiyede bir incir
ağacı gördü; ondan yemek istedi. Bunun üzerine ağaç hemen dile gelerek:
"Benden yeme, çünkü ben bir yahudiye aidim" dedi. Abbas b. el Mühtedi
de bir kadınla evlenmişti. Gerdek gecesi, pişmanlık duydu; kadına yaklaşmak
istediğinde engellendiğini hissetti. Bunun üzerine ondan vazgeçti ve dışarı
çıktı. Üç gün sonra kadının kocası olduğu ortaya çıktı. Aynı şekilde kendilerinde,
normal ya da normalin üstünde, yediklerinin helal olup olmadığına dair bir
alamet taşıyan kimselerin durumu da böyledir. Mesela el-Hans el-Muhasibi'nin
parmaklarından birinde bir damar vardı ki, bu damar elini şüpheli bir şeye
uzattığında derhal hareket ederdi. O da o şeyden elini çekerdi. Bunun
dayanağını da Ebu Hureyre ve daha başkalarından rivayet edilen zehirlenmiş
koyunla ilgili hadis teşkil eder. Bu hadiste: "Ondan Hz. Peygamber ve
diğerleri yedi. Hz. Peygamber: 'Elinizi ondan çekin; çünkü o (koyun) bana
kendisinin zehirlenmiş olduğunu bildirdi.' buyurde. Etten yiyen Bişr b. el-Bera
öldü .... " Hz. Peygamber, burada davranışını (koyun budunun lisan-ı hal
ile ifade ettiği) sözü üzerine bina etmiş ve hem kendisi onu yemekten geri
durmuş, hem de ashabına ondan yememelerini emretmişti. Hem sonra bu, bizden
öncekilerin şeriatına da uygun düşmektedir. Zaten bizden öncekilerin şeriatı,
eğer bizim şeriatımızda naklediliyor ve neshedildiği de bildirilmiyorsa, bizim
de şeriatımız olmaktadır. Bu husus bakara (inek) olayında vardır. Bu olayda
anlatıldığı üzere, İsrailoğulları, bir inek boğazlamak [Bakara 67] ve onun bir
parçasıyla öldürülmüş bulunan birisine vurmakla emredilmişlerdi. Neticede
Allah, onu diriltmiş ve kendisini öldüren kimseyi bildirmişti. Bunun üzerine de
kısasla hükmedilmişti. Yine Kur'an'da anlatılan ve gemide delik açan ve çocuğu
öldüren Hızır [a.s.] olayında da [Kehf 66] tezimize çok açık delalet
bulunmaktadır. Bunlara benzer, gerek peygamberlerin mucizelerinde ve gerekse
evliyanın kerametlerinde etkin olan bu tür unsurlar pek çoktur.
(2) Harikuladelikler,
peygamberler ile veliler için, bize nisbetle alışılmış şeyler gibidir. Nasıl
ki, normal bir şey (delil) bize suyun pis olduğunu ya da gasbedilmiş
bulunduğunu gösterse, bizim ondan geri durmamız gerekiyorsa, burada da durum
aynıdır: Zira gayb aleminden gelen bilgilenme ile, şühlid aleminden
gelenbilgilenme arasında bir fark yoktur. Nitekim, pisliğin suya düştüğünü baş
gözü ile görmek ile gayb gözüyle görmek arasında da fark bulunmamaktadır.
Dolayısıyla hükmün, bunun üzerine bina edildiği gibi, onun üzerine de bina
edilmesi gerekir. Bu ikisi arasını ayıranlar, doğruya isabetten uzaktırlar.
CEVAP: Belirtilen şeyler
doğrultusunda amel etmenin doğru olabileceği ve bunların genelde meşrli olan
şeyle amel etmek olacağı konusunda aramızda bir tartışma bulunmamaktadır. Bu
netice iki yönden sağlanmaktadır:
(1) Hz. Peygamber'den
[s.a.v.] sadır olan şeylere kıyasta bulunmak ve onlara benzeyenleri onlara
katmak. Tabii bu durumda, bu tür harikuladeliklerin vakıa deliliyle Hz.
Peygamber'e has olduğunun sabit olmaması gerekir. Bu türden olup da sadece Hz.
Peygamber'e has olmalan onların mucize oluşları açısındandır. Bu durumda Hızır
olayı, bizim şenatımıza göre neshedilmiş olacaktır. Kaldı ki, bazı alimler
adetlerden hasıl olan bilgiye dayanarak gemiyi delmek ve kusurlu hale getirmek
şeklinde bir davranışın caiz olacağı görüşündedirler. çocuğun öldürülmesi
konusunda ise, asla böyle bir görüşe sahip olmak mümkün değildir. İki tevilden
birisine göre, Bakara (inek boğazlama) olayı da mensuh bulunmaktadır.
Mezhepdeki maktülün (ölürken) "Beni falan öldürdü" demesi durumunda
sözüne itibar edileceği şeklindeki görüşe göre ise ayet muhkem bulunmaktadır.
(2) Kıyas yapılamaması
takdiri, ilk kaidenin gereğinin aksine bir durum olmaktadır; zira onlarda cari
olan kıyasla am el etmektir. Kıyas yapma imkanının yokluğunu takdir ettiğimizde
şöyle deriz: Evliyadan nakledilen bu olaylar şer'i bir nassa müstenid
bulunmaktadır. Bu nass da günah demek olan kalbi rahatsız eden şeylerden
(hazazu'l-kulfıb) sakınma talebidir. Kalbi rahatsız eden şeyler sayısız
etkenler sebebiyle meydana gelir ve bunlar içerisine bu tarzdaki şeyler de
girer. Hz. Peygamber [s.a.v.] bir hadislerinde:
"İyilik, nefsin huzur
bulduğu şeydir. Kötülük ise, kalbini tırmalayan şeydir'' buyurmuşlardır. Şu
halde, kalbi rahatsız eden şeyleri belli birşeye münhasır olmaksızın daha geniş
manasıyla tefsir edenlere göre bu (bahis konusu) şer'i nasslara müstenid olma
dairesinden çıkmış değildir. Bu gibi şeylerin dikkate alınmasında, şer'i bir
kaidenin ihlalini gerektiren bir durum bulunmamaktadır. Bizim sözümüz, İbn
Rüşd'ün meselesi ile, o türden olan diğer konularla ilgilidir. Bu durumda,
Hızır'ın [a.s.] çocuğu öldürmesi olayını, bizim şeriatımıza da teşmil etmek ve
böyle bir şeyin bizim şeriatımızda da olabileceğini söylemek asla mümkün
olmayacaktır. O mensuh bir hükümdür. Bu arzettiğimiz hususun izahı şöyle: Eğer
bu tür anlatılan hikayeler, İbn Rüşd'e sorulan soruda bulunan durum gibi birşey
anımsatıyorsa, şeriatın esaslan onun hilafına bulunmaktadır. Çünkü zahire göre
hüküm verme esası, özellikle ahkam (hükümler) kısmında olmak üzere kesin
olmaktadır. Başkası hakkında, itikat konusuna nisbetle de genelolarak aynı
olmaktadır. Çünkü bütün insanların Efendisi [s.a.v.], kendisine vahiy ile
bildirilmesine rağmen, münafıklar vb. kimseler hakkında, işleri zahirdeki
görünüşe göre yürütüyor; onların iç hallerini bilmesine rağmen dış
görünüşlerine itibar ediyordu. Bu (yani onun onların içyüzünü bilmesi)
kendisini, onlar hakkında zevahire göre işlem görmesi hükmünden çıkarmamıştır.
İTİRAZ: Hz. Peygamber'in
bu tutumu, insanların "Muhammed adamlarını öldürüyor" demelerinden
korkması neticesinde böyle olmuştur. Dolayısıyla illet başka birşeyolup, sizin
sandığınız şey değildir. Şimdi, bu illet ortadan kalkınca, hüküm de ortadan
kalkacak ve batına göre hüküm vermede bir sakınca kalmayacaktır.
CEVAP: Bu, bizim
arzettiğimiz şeye en güçlü bir delilolmaktadır. Çünkü böyle bir kapının
açılması, zahire dayanılarak hüküm verme esasını tümden ortadan kaldırır.
Çünkü, zahir bir sebeple öldürülmesi gereken bir kimsenin durumu hakkında
gerekçe gayet açık olarak bulunacaktır. O kişiyi açık bir sebep olmadan sırf
gaybi bir duruma dayanarak öldürmek istemek ise, zihinleri karıştırabilir ve
zevahiri örter. Şeriatta böyle bir kapının açılmasına imkan verilmemiştir.
Mesela, "Beyyine davacı (müddet) üzerinedir; yemin ise inkar edene
verdirilir'' prensibine dayalı bulunan davalar bahsine bakalım. Bu prensipten hiçbir
kimse istisna edilmemiştir. Hatta Hz. Peygamber'in bizzat kendisi bile, satın
almış olduğu birşeyin karşı tarafça inkar edilmesi durumunda beyyineye ihtiyaç
duymuş ve "Kim bana şehadet eder?" buyurmuştur. Sonunda Huzeyme b.
Sabit kendisi lehine şehadette bulunmuş ve Allah, onun şahitliğini iki şahidin
şehadeti yerinde kabul etmiştir. Hz. Peygamber için durum böyle olursa, ümmetin
normal fertleri hakkında nasılolur? En büyük insan, en güvenilir bir kimseye
karşı davacı olsa bile, beyyine davacı, yemin de inkar eden kimseye (davalı)
verdirilecektir. Bu da aynı tür ve tarzdandır. Netice olarak şer'ı emirler ve
yasaklar karşısında gaybı durumlar dikkate alınmamaktadır. Bu noktadan
hareketle evliya ve diğer alimler, şeriata ters düşen her türlü keşfve hitaba
itibarda bulunmamışlar; aksine bu tür şeyleri şeytandan saymışlardır. Bu nokta
anlaşılınca, evliyadan nakledilmiş bulunan hallerle ilgili konularda aşağıdaki
gibi yorum mümkün olacaktır.
Zikredilen ağacın
konuşmuş olması, o ağaçtan incirin yenmesini, konuşulan kimseye haram kılacak
şekilde şer'i bir engel değildir. Nitekim, sahrada bir av bulunsa ve av
"Ben sahipliyim" ya da buna benzer birşey dese, yine durum aynı
olacaktır. Şibli'nin ondan yememesi (haram olduğu için değil) aksine, Allah'a
olan yakini imanı ile yiyeceğe ihtiyaç duymayacağına inandığı için ya da başka
bir yerde yiyecek bulacağını zannettiği için ya da daha başka bir sebeple
olabilir. Bu türden nakledilen diğer örneklerde de durum aynıdır. Yahut şöyle
deriz: O şeyi yemesi kendisine mübahtı; ancak bu alametten dolayı onu yemeyi
terketti. Nitekim insan, istişare, rüya ya da benzeri bir sebeple, iki mübahtan
birini terkedebilir. Bu husus -inşallah- ileride ele alınacaktır. Pis ya da
gasbedilmiş olduğu keşif yoluyla öğrenilen su hakkında da aynı şeyi
söyleyebiliriz. O şey hakkında, zahirde şer'ı bir aslın ihlaline sebebiyet
vermeyecek şekilde tercih hakkı bulunduğuna ve bir caizden başka bir caize
intikal durumu olduğuna göre, kendisine bir günah / sakınca terettüp
etmeyecektir. Bununla birlikte biz, zahirle amel ederek ve muamelesinde şer'i
esasa itimat ederek sözkonusu keşfin gereğine muhalefette bulunmasını
farzedecek olsak, bu durumda o kimse hakkında bir günah ve kınama sözkonusu
olmayacaktır. Zira keramet ve harikuladeliklerden maksat, şer'i bir hükmü
delmek veya ondan birşeyi ortadan kaldırmak değildir. Nasılolabilir ki, zaten
kerametler şeriata uymanın bir semeresidir. Dolayısıyla meşru olan birşeyin,
meşru olmayan birşeye sebebiyet vermesi veya fer'in (dal) aslı ortadan
kaldırması muhaldir ve böyle bir netice asla meydana gelmeyecektir.
Lianda bulunan eşler
hakkında gelen hadis üzerinde düşünelim. Bu hadiste Hz. Peygamber [s.a.v.]
şöyle buyurmuştu: "Bakın. Eğer kadın şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o
falandandır. Yok şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, bu kez o falandandır."
Sonunda kadın, kocanın zina iddiasını doğrular şekilde bir çocuk doğurmuştu.
Buna rağmen Hz. Peygamber kadına had tatbik etmemiş ve "Eğer lian hükmü
gereğince yapılan yeminler olmasaydı, benimle bu kadın arasında bir macera
vardı" buyurmuştur. Bu hadis, had cezasını engelleyen şeyin yeminler
olduğunu göstermektedir. Had tatbikini düşündüğü halde yapmaktan geri durması,
firaset ile ulaşılan neticenin, meşru kılınan yeminler karşılığında bir hükmü
bulunmayacağını gösterir. Ama yeminlerden sonra, kocanın isnadı ikrar ya da
beyyine ile sabit olsaydı, o zaman yeminler kadından haddi düşürmeyecekti.
İKiNCİ SORUYA CEVAP:
Harikuladelikler, her ne kadar nebiler ve veliler için diğer insanlara nisbetle
normal şeyler gibi ise de, bu durum mutlak surette onlarla amel edilmesini
gerektirmez. Zira bu şer'an kendisiyle amel edilen bir şeyolarak sabit
olmamıştır. Yine harikuladelikler eğer muhalefet etmeyi gerektirecek bir
şekilde gelmişse, o takdirde onlara, içerisinde hak olmayan şeylerle şaibeli
olarak girilmiş olur. Şeriata uygun olmayan rüya gibi. Mesela bir kimseye
rüyasında "Şunu yapma!" denilmesi, halbuki o şeyin şer'an emredilmiş
olması veya "Şunu yap!" denilmesi, fakat o şeyin yasaklanmış olması
gibi. Bu türden olan şeylerin çoğu, seyr-i sülukunu sağlam esaslar üzerine
kurmayan ya da şeyhsiz (mürşidsiz) kendi başına süluka kalkış an kimselerin
başına gelmektedir. Evliya tarihini, onların gidişatlarını inceleyenler,
onların bu türden şeylere iltifat etmeyerek hep şeriatın zevahirini dikkate
aldıklarını görecektir.
SORU: Bu izah, bunlar
üzerinde yürünemeyeceğini gerektirir. Halbuki mesele bu gibi şeylerle amel
edilebileceği şeklinde vaz' edilmişti.
CEVAP: Burada olmaz
denilen, bu tür şeylerle amel edilmesi durumunda şer'i bir kaidenin ihlale
uğraması sözkonusu olan hallerdir. Şeriata uygun olarak onlarla amel edilmesi
durumu ise, yasaklanmış değildir.
FASIL:
Bu şartın dikkate
alınması kesin olduğuna göre; harikuladeliklere uygun olarak amel etme nasıl
caiz olacaktır?
Buna şöyle cevap vermek
mümkündür: Haklarında genişlik bulunan caiz ya da işlenmesi matlup olan işler
hakkında, zikri geçen hususların gereği ile am el etmek caizdir. Bu şu
şekillerde olur:
(1) Bu mübah bir iş
hakkında olur. Mesela, mükaşefe sahibi bir kimse, falancanın, filan vakitte
kendisine geleceğini görür veya kendisine gelişindeki iyi ya da kötü maksadını
bilir ya da kalbinde bulunan hak ya da batıl olan bir düşünceye vakıf olur.
Bunun neticesinde de onun bu kasdına göre hareket eder ve kendisine gelişindeki
amacının kötü olduğunu keşfetmesine göre koruyucu önlemler alır. İşte böyle bir
davranış, yapılması caiz olan işlerdendir. Nitekim aynı şeyi gerektiren bir
rüya görmesi durumunda da durum aynıdır. Ancak -daha önce de geçtiği gibi- ona
meşru bir şekilde muamele etmek durumundadır, başka türlü hareket edemez.
(2) Bunlarla amel,
gerçekleşmesi umulan bir faydadan dolayı olur. Çünkü akıllı bir kimse
kendisini, muhtemelen sonucundan endişe ettiği birşeyin içine atmaktan çekinir.
Zira kişi, harikuladeliklere iltifattan dolayı kendisini beğenme (ucb), kibir
vb. gibi kötü neticelerle karşı karşıya kalabilir. Çünkü kerametler, bir
taraftan bir meziyet ve özellik oldukları gibi diğer taraftan da bir deneme ve
imtihan unsurudurlar ve onlarla insanların nasıl davrandıkları ortaya
çıkarılmak istenir. Nitekim bu konu üzerinde daha önce durmuştuk. Buna rağmen,
keramet gösterilmesinde bir ihtiyaç belirir veya bunun için gerektirici bir
sebep bulunursa, bu takdirde gösterilmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber
[s.a.v.] ihtiyaçtan dolayı bazen gaybi haberlerde bulunurdu. Hz. Peygamber'in
vakıf olduğu her gaybi haberi bildirmediği de bilinmektedir. Aksine sadece bazı
vakitlerde ve ihtiyaçların gerektirdiği ölçüde bildiriyordu. Kendisi, namazda
iken arkasında namaz kılanları gördüğünü söylemişti. Çünkü bunu bildirmesinde
hadiste belirtilen faydalar bulunmaktaydı. O, arkadan gördüğünü söylemeden de
onlara emir ya da yasakta bulunabilirdi. Ancak bazı faydalar mülahazasıyla öyle
yapmadı. Diğer keramet ve mucizelerinde de durum aynı olmaktadır. Aynı konumda
ümmetinin de benzeri şekilde hareket etmesi, birinci durumda olduğundan daha
uygun (evla) olacaktır. Bununla birlikte bu, yine de cevaz hükmünü öte
geçmeyecektir; çünkü kendini beğenme, kibir vb. gibi bazı arızı durumların
ortaya çıkabilme ihtimali bulunmaktadır. Hz. Peygamber'in haber vermesi ve onun
haberlerinin faydalardan uzak olmaması hakkında herhangi bir olumsuz tavır
yoktur. Bu faydalardan biri de gören ya da işiten herkesin imanının takviye
edilmesidir ve bu fayda dünya durdukça kesilmeyecek olan bir faydadır.
(3) Gerekli
hazırlıkların yapılması için uyarı ya da müjde durumlarını içerir olması. Bu da
caizdir. Mesela, "Eğer şu olmazsa şöyle bir olayolacak" veya "
Eğer şu yapılırsa şöyle birşeyolmayacak" diye haber vermek ve bu haberin
gereği ile salih rüyada olduğu gibi am el etmek gibi. Bu gibi haberlerin salih
rüya yerine konulması ve ona göre davranılması caizdir. Nitekim Cafer b.
Türkan'dan şöyle rivayet edilmiştir: Yoksullarla birlikte oturuyordum. Mükaşefe
yoluyla bana bir dinar (altın para) gösterildi. Ben o parayı onlara vermek
istedim. Sonra kendi kendime: "Belki ona ihtiyacım olur"diye
düşündüm. Derken beni bir diş ağrısı tuttu. Ben o dişi çıkardım, hemen diğeri
ağrıdı. Onu da çıkardım. Bunun üzerine gayptan bana bir ses geldi ve:
"Eğer o dinarı onlara vermezsen ağzında tek bir diş dahi
kalmayacaktır" dedi. er-Ruzbari'den de şöyle nakledilir: Taharet konusunda
bende bir aşınlık vardı. Bir gece, döktüğüm suyun çokluğundan dolayı iyice
göğsüm daralmış ve kalbimde huzur kalmamıştı. Bunun üzerine: ''Ya Rabbi! affını
isterim" dedim. Gayptan bir sesin: "M, ilimdedir" dediğini
duydum ve o durum benden artık gitti.
Kısaca,
harikuladeliklerle amel etme konusunda geçen şart mutlak surette dikkate alınmak
durumundadır. Ulaşılmak istenen sonuç budur. Benim burada bu üç durumu
zikredişimin sebebi, diğerlerini anlamada yardımcı olmak üzere bunların bir
örnek olması ve bu sahada onlara bakılması içindir. Bu durum başka bir esasa
daha işaret etmeyi gerektirmektedir:
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: