EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / DOKUZUNCU MESELE:

 

Şeriat, mükellefler açısından külli ve geneldir. Yani, talep içeren hükümlerle ilgili şer'i hitap" sadece bazı mükelleflere has olmaz; onun hükümleri altına girme konusunda hiçbir mükellef müstesna tutulamaz. Durum gayet açık olmakla birlikte, konumuza açıklık getiren delillerden bazılarını burada arzetmek istiyoruz:

 

(1) Birbirini destekleyen pek çok nass bulunmaktadır: "Ey Muhammed!

Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir"; "Ya Muhammed! De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. ''[A'raf 158] Risaletin özelolmayıp genelolduğunu ifade eden benzeri daha başka nasslar da bulunmaktadır. Eğer şeriat sadece bazı insanlara mahsus olsaydı, o zaman Hz. Peygamber [s.a.v.] bütün insanlar için gönderilmiş olmazdı. Zira onun bu özel hükümle yükümlü tutulmayan kimseye gönderilmiş olmadığını söylemek doğru olurdu. Neticede de, Hz. Peygamber [s.a.v.] o özel hüküm sebebiyle bütün insanlar için gönderilmiş 0lmazdı. Bu netice batıldır. Böyle bir neticeye götüren şey de batıl olacaktır. Mükellef bulunmayan çocuklar; deliler vb. hakkında ise durum farklıdır. Çünkü o, mükellef olmayan kimseye mutlak surette gönderilmiş değildir ve onlar Kur'an'da zikredilen insanlar kapsamına da girmemektedir. Dolayısıyla ileri sürülebilecek bir itiraza yer yoktur. Onların fiilleriyle ilgili bulunan vazı hükümlere gelince, bu hususta durum açıktır.

 

(2) Hükümler kulların masIahatları için konulmuştur ve onlar maslahatlar karşısında eşittirler; herkes onlara aynı oranda ihtiyaç duyar. Eğer hükümlerin, belirli insanlara has olarak konulmuş olduğunu farzedecek olursak, o zaman şer'i hükümleri n bütün insanlar için konulmuş olmadığı neticesi çıkacaktır. Oysa ki, daha önce de geçtiği gibi, hükümler kulların maslahatlarını temin için konulmuş bulunmaktadır. Böylece hükümlerin genelolarak herkes için konulmuş olduğu; özellik arzetmediği anlaşılmaktadır. Bundan, sadece Hz. Peygamber'in kendisine mahsus bulunan hükümler müstesna olmaktadır. Mesela; "Mü'minlerden ayrı sırf sana mahsus olmak üzere, kendisini peygambere hibe eden mü'min kadını almanı sana helal kılmışızdır .... Ey Muhammed! Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin. Sırasını geri bırakmış olduklarından da arzu ettiğini yanına almanda sana bir sorumluluk yoktur''[Ahzab 50-51] ayeti ile buna benzer sadece Hz. Peygamber'in kendisine has olduğu delil ile sabit olan hususlarda olduğu gibi. Hz. Peygamber'in ashabından bazılarına özel muamelesi de bu kısımdan sayılır. Bu tür uygulamalar Huzeyme'nin şehadeti gibi ya Hz. Peygamber'in özelliği ile ilgilidir; ya da Ebu Bürde b. Niyar'a özelolarak oğlak kurban etmesi hakkında izin vermesi gibi değildir. Bu örnekte Hz. Peygamber, izni sadece ona has kılmış ve "(Oğlağı kurban etmek) sendan başka hiçbir kimse içinyeterli olmayacaktır'' buyurmuştur.

 

Bu kısım üzerinde de durulmaz. Çünkü bu tahsis işi Hz. Peygamber' e dönmektedir. Bu yüzden de, bu gibi özel uygulamaların bulunduğu yerlerde aidiyet, yani bu hükmün sadece o kimseye has olduğu belirtilir. İstisnai de olsa bu şekilde şahsa özelliği belirtme, şer'i hükümlerin aslında genel olduğunu ve belirli kimse ya da kimselere has olmaktan uzak bulunduğunu gösterir.

 

(3) Bu konuda, sahabe, tabiin ve daha sonra gelen nesillerin icmaı bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle de Hz. Peygamber'in fiillerini, emsal durumlarda herkes için bağlayıcı kabul etmişlerdir. Öbür taraftan belirli olaylar üzerine getirilen ve genel (amm) ifadeleri olmayan hükümleri, ya kıyas yoluyla ya da ifadeyi manevi umumilik üzerine yormakla ya da daha başka yollarla genelleştirmeye çalışmışlar, öyle ki bunun neticesinde ilk olay için verilmiş olan hüküm hususi ve sadece o olaya has olarak kalmamıştır. Yüce Allah: "Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin"[Ahzab 37] buyurmuş ve Hz. Peygamber'le ilgili olan bir olayın hükmünü bütün insanlar için genel kılmıştır. Bu konuda icmaın sübutu üzerinde durmaya gerek yoktur. Çünkü şer'i hükümlerle yakından ilgilenen kimseler için bu son derece açıktır.

 

(4) Eğer bazı hükümlerle, sadece bazı kimselere hitap edilmiş olması sahih olsa ve böylece bazı insanlar o hükümlerin kapsamı dışında kalsaydı, o zaman aynı durum İslam'ın temel kaideleri hakkında da söz konusu olur ve mükellefiyet şartlarını taşıyan bazı kimseler bu gibi konularda da hitap dışı kalmış olurlardı. Herşeyin başı olan iman konusunda da aynı şey kaçınılmaz olurdu. Bu sonuç, icma ile batıldır. Bunun gerektireceği sonuç da batıl olacaktır. Ben bununla velayet türünden olan kaza, imamet, şehadet, yeni hadiselere verilecek fetva, kethudalık (ırafe), nakiblik (nikabe), yazı, talim ve terbiye gibi şeyleri kastetmiyorum. Çünkü bu gibi şeyler, onlarla yükümlü tutulmak için gerekli olan şartlar üzerinde durmaya yöneliktir. Yükümlülük konusunda aranılan şartların ortak yönü, mükellef olunan şeyleri yerine getirmeye ka dir olunmasıdır. Dolayısıyla belirtilen vazifeleri yerine getirmeye kadir olan kimseler, onlar karşısında mutlak surette ve genelolarak yükümlü olmaktadırlar. Bu görevlere ka dir olmayanlara gelince, onlardan yükümlülük mutlak olarak düşmektedir. Taharet, namaz vb. gibi hükümlere nisbetle çocukların ve delilerin durumunda olduğu gibi. Takat üstü yükümlülüğün caiz olmamasına binaen teklif, kudretin bulunup bulunmaması açısından has değil geneldir; ona başka yönden bakılmaz. Belirli kesime hitap edilmiş intibaını veren her konuda da durum aynıdır. Mesela, amellere daIma ve dinde ihtiyatlı davranma mertebeleriyle ilgili hitabın sadece belirli bir kesime yöneldiği intibaını veren durumlar gibi.

 

 

FASIL:

 

Bu esas, büyük faydalar içerir:

 

(1) Kıyasın isbatı konusunda, onu inkar edenlere karşı büyük destek verir. Şöyle ki: Bazı kimselere has hitap ile bazı kimselere has hüküm Hz. Peygamber zamanında çokça vuku buluyordu. Bunlarda, emsaline de uygulanacaktır diye hükmü genelleştiren bir delil de bulunmuyordu. Şeriatın genel ve mutlaklık üzere konulmuş olduğu ise belli. Bu durumda sözü edilen hususun sahih olabilmesi için, ancak mevcut özel hükümlerden hususiliğin kastedilmemiş olması gerekmektedir. Bu tür olaylarda, zikredilmeyeni zikri geçene katmayı gerektirecek bir lafzın da bulunmaması, o dönemde meydana gelmiş her olayın hükmüne, daha sonra meydana gelecek benzerlerinin katılmasının zaruri olduğunu gösterir. Zaten kıyas da, işte bu demektir. Bu husus sahabenin uygulamasıyla da güç kazanmış ve böylece kalpler onu kabule yatkın hale gelmiştir. İnşallah bu konu daha sonra gelecek olan Deliller bahsinde genişçe ele alınacaktır.

 

(2) Şeriatın maksatlarını tam olarak kavrayamayan pek çok kimse, sufiyyenin, çoğunluk müslümanların (cumhur) tuttuğu yoldan farklı başka bir yolda olduklarını; onların İslam şeriatında sabit olan hükümler dışında başka hükümlerle amelde bulunduklarını sanmışlar ve bu zanlarını desteklemek üzere de onların söz ve fiillerinden bazı hususları delilolarak kullanmışlardır. Mesela onlardan birinden naklolunan şu sözü ileri sürerler: Birisine, "Şuna ne zekat düşer?" diye sorulur. O: "Bizim mezhebimize göre mi, yoksa sizin mezhebinize göre mi?" diye sorar ve sonra şöyle cevap verir: "Bizim mezhebimize göre hepsi Allah içindir; sizin mezhebinize göre ise şu kadar vermelisiniz." İşte bu tutum karşısında insanlar sufiyye hakkında iki gruba ayrılmaktadırlar: Kimi zahiri tasdik etmekte ve sufiyyenin çoğunluk içerisinde yerleşmiş bulunandan daha üst mertebede özel bir şeriata sahip olduklarını belirtmekte; kimi de onları yalanlamakta; aleyhlerinde kıyametler koparmakta, onlara hücumda bulunmakta ve idealolan yoldan (şeriattan) çıkmış olduklarını, sünnete ters düştüklerini ifade etmektedirler. Her iki grup da karşılıklı aşırı uçtadırlar. Doğrusu, her mükellef az önce de açıklandığı gibi insanlar arasında yerleşmiş bulunan şer'i hükümler altına dahil bulunmaktadır; ancak meselenin ruhu, bu konuların açıklık kazanması için şeriatta derinleşmekte ve gerçek anlayışa ulaşmaktadır. Yardım ancak Allah'tan istenir.

 

(3) Birçokları süfiyyenin, şehvetlere saplanmış avam mertebesinden kurtuldukları ve şehevi duygu ve meyilleri bulunmayan melekler rütbesine ulaştıkları gerekçesiyle başkaları için mübah olmayan bazı şeyleri kendileri için mübah kıldıklarını zannederler. Onların itikadınca güya bunlar (süfiyye), kendi müritlerine sıradan insanlardan ayrıcalık kazandıkları için şer'an haram olan bazı şeyleri helal kılmak istemişlerdir. Buna benzer birşey mesela -eğer haramlığı görüşünü kabul edecek olursak- musiki dinleme konusunda söylenmektedir. Nitekim İslam'a müntesip bulunan bazı feylesoflar da vardır ki, eğlence kasdıyla değil de tedavi ya da ta at konusunda zindeleşmek amacıyla içki içmeyi mübah görmüşlerdir. Bu, zındıkların "Teklif avama hastır, seçkinlerden (havas) ise düşmüştür" şeklindeki sözleriyle açtıkları bir kapı olmaktadır.

 

Bütün bunlar, yukarıda verilen şeriatın genelliği ilkesini görmemek ya da ondan gaflet etmekten kaynaklanmaktadır. Konu üzerinde durulmalıdır. Başarıya ulaştıran ancak Allah'tır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ONUNCU MESELE