EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / YEDİNCİ MESELE:

 

Şer'an talep konusu olan şeyler iki türlüdür: (a) Kazanç yolları ve diğer dünya işlerini düzene koyma konusunda insanlar arasında yapılagelmekte olan adetler türünden şeyler (adiyyat, muamelat). Bunlar acil dünyevı hazIara ulaşmanın yolları olmaktadır. Her türlü akitler, bütün çeşitleriyle mali tasarruflar bunlara girer. (b) Mükellefin Yaratıcısına yönelişi için kendisine gerekli olan ibadetler türünden şeyler (ibadat).

 

(a) MuameHit: Bu kısımda niyabet geçerlidir; bir insan başka birinin yerine geçebilir ve onun yerine o fiili işleyebilir. Ancak o fiil, bizzat kişinin kendisine has olmamalıdır. Muamelat konusunda, bir kimse başka birine ait faydaların temini, ona dokunacak zararların uzaklaştırılması gibi konularda yardımcı ya da vekil olma vb. gibi yollarla onun yerini alabilmektedir. Çünkü, burada mükelleften yerine getirilmesi istenen şeyler, bir başkası tarafından da gerçekleştirilmeye elverişli şeylerdir: Satma -satın alma, alma- verme, kiralama-kiraya verme, hizmet, teslim etme-teslim alma ... vb. gibi.

 

Bazı şeyler de vardır ki, adeten ya da şer'an sadece mükellefe has olan hikmetler için meşru kılınmışlardır: Yemek, içmek, giyinmek, barınmak gibi faydası şahsa münhasır kalan şeyler; yine nikah ve ona tabi olarak ortaya çıkan eşlerin birbirinden istifadelerinin helalliği gibi şer'an niyabetin bulunamayacağı hükümler bu kısımdandır. Bu ve benzeri şeylerde, niyılbet usulü geçerli değildir. Çünkü bu tasarrufların meşru kılınmasında gözetilen hikmet, bizzat şahsın kendisine münhasır olup, başkalarına sirayet etmez.

 

Cezalar da bu gruptandır; çünkü cezanın amacı suç işleyeni yola getirmektir ve bu amaç cezanın bir başkasına uygulanması durumunda gerçekleşmez. Ama ceza mali olursa, o zaman niyabet mümkün olabilir.

 

Bir fiilin hem bedeni, hem de mali olması durumunda ise, konu ictihadidir ve değerlendirmeye muhtaçtır: Hac ve keffaretlerde olduğu gibi. Eğer hacda ağır basan taraf onun ibadet yönüdür dersek, niyabet geçerli olmayacaktır; aksine mali yönü ağır basar dediğimizde ise niyabet geçerli olacaktır. Keffaretlere birer ceza gözüyle bakarsak, niyabet geçerli olmayacaktır; ama telafi gözüyle bakarsak niyabet geçerli olacaktır: Hacda işlenen cinayetlere keffaret olmak üzere kesilen kurban örneğinde olduğu gibi.

Kısaca diyebiliriz ki: Muamelat (adiyyat) konusunda, eğer hikmet sadece kişinin kendisine münhasır bulunuyorsa, niyabet caiz değildir; aksi takdirde ise niyabet caizdir. Bu kısım son derece açıktır ve delile ihtiyacı yoktur.

 

(b) İbadetler (İbadat): Şer'an düzenlenmiş ibadetler konusunda bir kimsenin başka birinin yerini alması mümkün değildir ve herkes kendi yaptığından sorumludur; bir başkasının onun yerine yükümlülük altına girmesi sözkonusu değildir. İbadeti işleyen kimsenin ameli, bir başkasının yükümlülüğünü yerine getirmiş olmaz, niyetle bir başkasına intikal etmez, hibe ile sabit olmaz, bir başkasının günahı gönüllü de olsa yüklenilmez. Hem naklen hem de akl en kesin olan şeriat nazarında bu böyledir.

 

Bu tezin doğruluğuna çeşitli açılardan deliller getirmek mümkündür:

 

(1) Bu konuya açıklık getiren kesin nasslar vardır: Örnekler: "Hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz"[En'am 164] Bu ifade Kur'an'ın bir çok yerinde tekrarlanır. "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır"[Necm 39]; "Hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Günah yükü ağır olan kimse, onun taşınmasını istese, yakını olsa bile, yükünden bir şey taşınmaz .... Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur"[Fatır 18]; "İnkar edenler, inananlara: 'Bizim yolumuza uyun da sizin günahlarınızı biz taşıyalım. 'derler. Oysa onların günahlarından hiçbirini yüklenecek değillerdir. Doğrusu onlar yalancıdırlar"[Ankebut 12] "Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da kendinize aittir"[Bakara 139]; "Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur; senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ... "[En'am 52]

 

Aynı şekilde, ahiretle ilgili konularda, hiçbir kimsenin bir başkasına fayda veremeyeceğini bildiren nasslar bulunmaktadır: "O gün, kimsenin kimseye fayda sağlamayacağı bir gündür."[İnfitar 19] Bu ayet hem sevapların bir başkasına nakledilmesi ve hem de bir başkasının yükünün yüklenilmesi konularını kapsamaktadır. "Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Babanın oğlu, oğulun da babası için birşey ödeyemeyeceği günden korkun"[Lokman 33]; "Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden sakının."[Bakara 48] Bu anlamda daha pek çok ayet vardır. Hadiste de Hz. Peygamber'in [s.a.v.], kendi yakın akrabalarını uyardıkça: "Ey Falanoğulları! Ben Allah katında size hiçbir fayda veremem" buyurduğu  bildirilmiştir.

 

(2) Bu işin esası bunu gerektirir. Şöyle ki: İbadetlerden maksat Allah'a yönelmek ve O'na karşı tazimde bulunmak, huzurunda boyun bükmek, hükmüne uymak, her an O'nu anmak suretiyle kalbi diri tutmaktır. Bunun sonucunda kişi, bütün kalbi ve organlarıyla Allah'la hemhalolacak, devamlı O'nun murakabesinde ve gaflet halinden uzak bulunacak, gücü yettiğince O'nun rızasını kazandıracak ve kendisini O'na yaklaştıracak amellere koyulacaktır. Niyabet usulü ise, bu manaya ters düşer ve onunla çelişir. Çünkü, bu konularda niyabetin manası, kulun kulolmaması; Allah huzurunda huşu göstermesi, O'na yönelmesi istenen kimsenin bunları yapmaması demektir. Bu gibi konularda kişinin yerine bir başkası geçtiği, naib olarak onun yerini aldığı zaman, Allah'a huşu gösteren, O'nun huzurunda kulluk icra eden kimse, bizzat vekil ya da naib olmaktadır. Huşu, yöneliş ... kısaca kulluk icrasında bulunan ameller, kulluk sıfatıyla nitelenmek anlamından başka bir mana ifade etmezler. Bir kimsede bulunan nitelik ise, bir başkasına intikal ya da sirayet etmez. Niyabet ise, aslın naib yerinde sayılmasıdır ve bunun sonucunda asıl (naib olunan kimse, menubun anh), naibin nitelendirildiği şeylerle nitelenir. Bu ise, -muamelatta olduğu gibi- ibadetler konusunda mümkün değildir. Mesela: Borcun ödenmesi konusunda naib (vekil), borçlu yerine konulmaktadır. Dolayısıyla naibin borcu ödemesi durumunda, borçlu borcunu ödemiş olma niteliğini kazanmakta, bundan böyle alacaklının asıldan borç talep hakkı kalmamaktadır. Kulluk icrasında ise, aslın, naibin haiz olduğu nitelikle nitelenmediği müddetçe bu düşünülemez. Bu da olmayacağına göre, ibadetler konusunda asla niyabet caiz değildir.

 

(3) Eğer bedeni ibadetlerde niyabet sahih olsaydı, o zaman iman, sabır, şükür, rıza, tevekkül, korku, ümit vb. gibi kalbi olan amellerde de sahih olurdu ve bu durumda niyabet caiz olacağı için teklifin mükellef üzerine ayni olarak binmesi kesinlik kazanmazdı ve daha işin başlangıcında bu kalbi fiillerin bizzat işlenilmesi ya da ,bir naib tarafından gerçekleştirilmesi arasında tercihe bırakma caiz olur; aynı durum ibadet dışı normal fiillerden olup da yemek, içmek, cinsi ilişkide bulunmak, giyinmek ... gibi faydası kişiye has olan amellerde de sahih olurdu. Keza aynı durum ceza hukukunda had, kısas ve tazir türünden cezalarda da sahih olurdu. Bütün bunlar ihtilafsız batıldır; zira bunlarda gözetilen hikmetler kişilerin bizzat kendilerine hastırlar. Dolayısıyla diğer taabbudi olan hususlarda da durum aynıdır.

 

Yukarıda arzedilen Kur'an ayetleri, hepsi de tahsise ihtimali olmayan umumi ifadeler içermektedirler. Çünkü bu ayetler, kafirleri susturmak, onların birbirlerinin günahlarını yüklenebileceği şeklindeki itikatlarını ya da kuru inatlarını reddetmek için Mekke'de gelmiş muhkem ayetlerdir. Eğer bu ayetlerin tahsis imkanları bulunsaydı, o zaman bu ayetler onların inançlarını reddetmiş olmaz, aleyhlerine getirilmiş bir hüccet olmazdı. Amm lafızların tahsis gördükten sonra, geri kalan cüzlerine delaletinin kesinlik arzetmeyeceği görüşünde olanlara göre durum açıktır. Diğerlerinin görüşüne göre de, kıyas ve daha başka yollarla tahsis ihtimalinin bulunması sebebiyle bu böyledir. Araştırıcı, Mekke'de inmiş bulunan amm nasslar üzerinde düşündüğü zaman, onların tamamının nesih, tahsis ve benzeri muarız durumlardan uzak olduğunu görecektir. Dolayısıyla aklı başında birisinin (bu Mekk!) ayetleri, şer'i külli hususlarda bir prensip edinme si ve onları bir tarafa itmemesi uygun olacaktır.

 

İTİRAZ: Bu nasılolabilir? İbadetler konusunda niyabetin bulunduğunu, kişinin başkaları yüzünden ve yapmadığı şeyler karşılığında sevap ve günah kazandığını ifade eden çeşitli deliller bulunmaktadır:

 

(1) Yukarıda arzettiklerinizle ters düşen deliller bulunmaktadır. Bunlar çoktur. Bir kısmını burada arzedelim: "Ölü, üzerine dirinin ağlaması yüzünden azap görür"; "Kim İslam'da iyi bir çığır açar da, kendinden sonrakiler onunla amel ederlerse, onunla amel edenlerin sevaplarının bir benzeri de, o çığırı açan kimseye yazılır, öbürlerinin sevaplarından da birşey eksiltilmez. Kim de kötü bir çığır açarsa ... "; "Kişi öldüğü zaman amel defteri kapanır, ancak şu üç şey dolayısıyla kendisine sevap yazılmaya devam edilir: ... "; "Haksız yere öldürülen hiçbir can yoktur ki, .Adem'in ilk oğluna onun öldürülmesi cinayetinden bir payayrılmış olmasın ... " Kur'an'da da şöyle buyrulur: "İnanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmeyiz."[Tur 21] Bu ayet, "çocuklar, kendi amelleriyle ulaşamasalar bile babalarının mertebelerine çıkarılırlar" diye tefsir edilmiştir. Hadiste şöyle gelmiştir: Birisi Hz. Peygamber'e [s.a.v.]: "Allah'ın farz kıldığı (hac), babamı iyice yaşlı bir halde yakalamıştır; onun binek üzerinde duracak gücü dahi yoktur. Onun yerine hac edeyim mi?" diye sorar. Hz. Peygamber: "Evet!" diye cevap verir. Başka bir rivayette ise: "Ne dersin? Babanın başkasına borcu olsaydı da sen onu ödeseydin. Babanın borcu ödenmiş olur muydu?" buyurmuşlar, o (kadın) da: "Evet" demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.]: ''Allah'a karşı olan borç, ödenmeye daha layıktır" buyurmuştur.; "Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi onun yerine tutar"; Hz. Peygamber'e [s.a.v.] birisi: ''Ya Rasulallah! Annem öldü, üzerinde nezir borcu vardı ve yerine getiremedi" diye sordu. Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Onun yerine sen yerine getir" buyurdu. İslam büyükleri ve alimler bu hadislerin gereği ile hüküm de bulunmuşlardır. Bunun caiz olmayacağı görüşünde olan bir grup ise, amellerin hibe edilebileceğini, bunun Allah katında kendisine hibe edilen kimseye yararı dokunacağını kabul etmiştir. Bu saydıklarımız sadece bu konuda gelen nassların bir kısmı olmakla birlikte maksadı ifadeye yeterlidir ve böylece daha önce geçen ve genel ve istisnasız oldukları ileri sürülen nassların hiç de öyle olmadıkları ortaya çıkar. Böylece iddianın doğru olmadığı belirir.

 

(2) Devamlı başvurulan ve üzerinde ihtilafbulunmayan bir kaidemiz vardır: Bu bir başkası adına sadaka vermenin sahihliğini belirten kaide olmaktadır. Bilindiği gibi sadaka ibadettir; çünkü sadaka olabilmesi için, onunla sırf Allah'ın rızasının ve emre uyulmuş olmanın kastedilmiş olması gerekir. Bir kişi, başka biri adına sadaka verdiği zaman, -özellikle de kendisi adına sadaka verilen kişinin ölü olması durumunda- bu sadaka ile o kişinin varsa üzerindeki borç düşmekte ve ondan faydalanabilmektedir. Bu bir ibadet olduğu halde, burada niyabet bulunmaktadır. Bunu şu husus da destekler. Zekat gibi farz olan sadakaların başkaları tarafından verilmesi durumunda bu caiz olmakta ve zekat yükümlüsünün adına geçerli olmaktadır. Halbuki zekat namaz ile kardeş gibidir. 

 

(3) Üzerinde ittifak edilen ya da ittifak edilmiş gibi olan bir mesele daha vardır: Hata yolu ile öldürme olaylarında akile diyeti yüklenir. Bunun anlamı, A'nın işlediği cinayetin (itIM) sorumluluğunun B tarafından üstlenilmesi demektir. Bu, illeti akılla kavranılamayan yani taabbudi olan bir konuda niyabet anlamına gelir ve başka türlü izahı da mümkün değildir. İmamın, kıraat, kıyam ve diğer bazı rükünlerin edasında, sehiv secdesinde kendisine uyanların yerine geçmiş olması da bu kabilden olup, onların yüklerini yüklenme anlamına gelir. Başkaları için yapılan dua da böyledir. Çünkü duanın aslı, Allah'a yalvarıp-yakarmak ve O'na yönelmek demektir. Halbuki, bu dua ile faydalanan gıyabında dua edilen kimse olmaktadır. Yüce Allah bazı melekler yaratmıştır. Bunların ibadetleri sırf özelolarak mü'min kullara, genelolarak da yeryüzü sakinlerine istiğfarda bulunmaktan ibarettir. Hz. Peygamber [s.a.v.] "Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek Peygamber'e ve mü'minlere yaraşmaz"[Tevbe 113] ayeti gelinceye kadar anne ve babası için istiğfarda bulunmuştur. İbn Ühey hakkında: "Yasaklanmadıkça senin için mağfiret talebinde bulunacağım" buyurmuşlar ve sonunda:

 

"Onların ister bağışlanmasını dile, ister dile me birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah onları bağışlamayacaktır"[Tevbe 80]; "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma ... "[Tevbe 84] ayetleri inmiştir. Bu ayetlerle her ne kadar onların ölüleri üzerine mağfıret talebinde bulunması yasaklanmışsa da, dirileri hakkında istiğfarda bulunması yasaklanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber [s.a.v.] müşrik kafirler hakkında "Allahım! Kavmimi affet. Çünkü onlar bilmiyorlar" diye duada bulunmuştur. Kısaca demek gerekirse, başkaları adına dua yapmanın caizliği, dinde kesin olarak bilinen hususlardandır.

 

(4) İbadetler dışında kalan bedeni amellerde niyabet usulü geçerlidir.

 

Ayni olarak herkes üzerine vacip olmakla birlikte bazı bedeni ibadetlerde de durum öyledir. Mali olanlarda cia caiz bulunmaktadır. Mali olanlar içerisinde en önemlisi cihaddır ve cihadda devlet başkanının izin vermesi durumunda, kişinin kendi yerine niyabeten ücretli ya da ücretsiz başka birisini göndermesi caizdir. Halbuki cihad bir ibadettir. Bu gibi yerlerde niyabet caiz olduğuna göre, meşru kılınmış diğer amellerde de caiz olmalıdır; çünkü hepsi de şer'an konulmuş olmak özelliğinde birleşmektedirler.

 

(5) Teklifi ameller, sonuç itibarıyla iyi ya da kötü bir karşılık getirirler.

İnsan bazen, yapmadığı birşeyden dolayı iyi ya da kötü bir karşılığa maruz kalabilir. Bu genelde üzerinde anlaşılan bir esas olmaktadır. Bunlar da iki kısımdır:

 

Birinci kısım kendi başına, ailesine, çocuğuna ve ırzına gelen musibetlerdir. Eğer bu musibetler bir başkasının işledikleri yüzünden ise, günahlarına keffaret olur ve musibete sebep olan kişinin sevabından alınır, kendisine verilir; kendi günahı da ona yüklenir. Çektiği elem bir tarafa, bu neticenin olacağını bilip bilmemesi önemli değildir. Nitekim Ebu Hureyre'nin rivayet etmiş olduğu kıyamet gününde gerçek müflisin kim olduğunu belirten hadiste bu hususa değinilmiştir. Eğer musibetler bir başkasının işledikleri yüzünden değilse o zaman da sırf keffaret ya da hem keffaret hem de sevaba vesile olurlar. Nitekim hadiste şöyle buyrulmuştur: "Bir kimse bir ağaç diker ya da ekin eker, sonunda ondan bir insan ya da başka bir canlı faydalanırsa, bu o kimse için bir ecir olur"; "Kim Allah yolunda at beslerse, bu at çayırdan ya da bahçeden yerse veya nehirden su içerse, yahut bir iki tur atarsa, bu yaptıkları şeyler adedince kendisi için hasenat yazılır. İsterse bunlara yönelik bir kasdı bulunmasın. " Bu anlamda daha pek çok hadis bulunmaktadır.

 

İkinci kısım, amel haline dönüşmeyen niyetlerdir. Bu hususta birçok hadis gelmiştir. Bazılarını arzedelim: ''Kişi, eğer kendisini bir özür alıkoymuşsa, (niyetiyle) gece ihyası ya da cihad sevabı alır." Tabii diğer ameller de aynıdır. Hatta Hz. Peygamber, "keşke malım olsa da falan gibi ben de iyilik yapsam" diye temennide bulunan kimse hakkında: "O, ameli işleyen ile sevapta aynıdır"; kötü niyet besleyen bir başkası hakkında da "O ikisi günahta aynıdır" buyurmuşlardır.; Ayrıca hadislerde: "Kim bir iyiliğe niyet eder ve onu yapmazsa, ona bir iyilik yazılır"; "Birbirini öldürmek amacıyla iki müslüman kılıçlarını çekerek karşı karşıya gelirler ve bunlardan biri diğerini öldürürse, katil de maktul de cehennemdedir ... :"

 

buyrulur. Bunlara benzer, sırf niyette bulunan kimsenin sevapta ve günahta, aynen bilfiil ameli işleyen kimse gibi olduğunu belirten daha başka deliller çokça bulunmaktadır. Bir kimse bilfiil ameli işlemeden ya da bir başkası kendi adına işlemeden, işlemiş gibi sayıldığına göre, bir başkasının kendi yerine niyabeten işlemesi durumunda, o ameli işlemiş sayılması öncelik arzetmez mi?

 

CEVAP: Bu ileri sürülen şeylere -her ne kadar onların bir kısmı hakkında bazı alimler niyabetin caiz olduğunu söylemişlerse de- daha geniş açıdan bakmak gerekmektedir:

Başkası adına verilen sadaka -her ne kadar ibadet olarak kabul etsek de- üzerinde durduğumuz kısımdan değildir. Çünkü bizim burada konu edindiğimiz nokta, Allah'a yaklaştırıcı ve O'na bir yöneliş olması açısından ibadetlerde niyabetin caiz olup olmamasıdır. Başkası adına verilen sadaka, mali tasarruflardan olmakla konumuza girmemektedir.

 

Duaya gelince, duada niyabet bulunmadığı son derece açıktır; çünkü o başkası için bir şefaat demektir ve dolayısıyla konumuzIa ilgisi yoktur.

 

Bedeni ve mali amellerde niyabet konusu ise, bunlar aklen hikmeti kavramlabilen maslahatlardan olmaktadır ve bu açıdan onlarda niyet şart koşulmamaktadır. Hatta asılın (kendisine naip olunan kimse) sebep olduğu şey hakkında kurbete niyet etmesi durumunda, kendisine bunun sevabı dahi olacaktır. Çünkü ibadet (kurbet niyeti) naipden değil kendisinden sadır olmuştur. Sadece dağıtma üzerine yapılan niyabet, malı çıkarmak suretiyle icra edilen Allah'a yaklaşma fiilinin dışında ayrı birşeydir. Cihad, her ne kadar ibadet sayılan amellerden ise de, aslında dünyevi masIahatların temini için gerçekleştirilmesi gereken diğer kifili farzlar gibi- aklen hikmeti kavranabilen amellerden olmaktadır. Ancak bu gibi fiillerden ahirette bir karşılık alınabilmesi için mutlaka Allah'ın rızasının gözetilmiş olması; O'nun dininin yüceltilmesinin amaçlanmış olması gerekecektir. Eğer dünya menfaatleri kastedilirse, cihad maslahatı gerçekleşmiş olmakla birlikte, sadece kastedilen şeyler elde edilmiş olur; ahiret sevabı olmaz. Aynen iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama prensibinde olduğu gibi. Zaten cihad da bu genel prensibin bir dalı olmaktadır. Kaldı ki, ücretle bir başkasının yerine niyabeten cihada katılma, nefsin dünyevi menfaatler karşılığında tehlikeye atılması anlamı içerdiği için, bazı alimlerce mekruh görülmüştür. Eğer burada amelle Allah'a yaklaşma kasdının bulunması farzedilecek olsa, bu açıdan bakıldığında bu konuda niyabet asla sahih olmayacaktır. Bu prensibe karşı yöneltilmiş bir itiraz da bulunmamaktadır.

 

Kulun başına gelen musibetlere gelince, bu konu ibadetlerde niyabet konusu ile ilgili değildir. Orada sözkonusu olan ecir ve keffaret olma durumu, kula isabet eden (elem vb. gibi) şeyler karşılığında olmakta, başka birşey karşılığında olmamaktadır. Zalimin hasenatının mazluma verilmesi, yetmeyince mazlumun günahlarının zalimin üstüne yüklenmesi ise borçların kapatılması ile ilgilidir. Bu ise bedelli (muvazaalı) şeylerdendir. Başka türlü de olamazdı, çünkü ahirette bedeller ancak sevap ve günahlarla ödenir; zira orada ne dinar (altın para) ne de dirhem (gümüş para) hiçbir şey yoktur. Dünyada ödeme imkanı ise geçmiştir.

 

Ağaç dikme ve ekin ekme ile ilgili itiraz ise, mallara gelen musibetlerle ilgilidir. Sahibinin, insan ya da hayvanların onlardan istifadesine yönelik bir niyetinin bulunması durumunda da ihsan ve iyilikte bulunma kısmına girer.

 

Amelleri işlemeden aciz kalan kimseler hakkındaki meseleye gelince, bu, niyabet olmadan sadece işleyene has olan amellere karşılık verme anlamına gelir. Zira, böyle aciz bir kimse niyeti sebebiyle Allah'tan bir lütuf olarak sanki o ameli işlemiş gibi sayılır. Kaldı ki, hükümler dünyada zahiri üzere işlem görür. Bu yüzdendir ki, vacip olan bir ibadeti ifadan aciz kalan ve eğer gücü yetecek olsa mutlaka işleyecekti şeklinde de niyeti bulunan bir kimsenin, o ameli işlemiş gibi sevap alacağı söylenmiştir. Bununla birlikte, o ibadetin -eğer kaza edilebilen amellerden ise-, Allah ile kendisi arasında kazası düşmüş olmamaktadır. Nitekim, bir müslümanı öldürme ya da hırsızlık yapma ya da kötü bir iş yapma niyetinde bulunan ve fakat gücü yetmediği için işleyemeyen kimse de, sanki onu işlemiş gibi günahkar olmaktadır. Bununla birlikte dünyada sanki bu fiilleri işlemiş gibi kabul edilip gerçek faile verilen cezaya çarptırılmamaktadır. Dolayısıyla bu meselede de niyabetle ilgili birşey yoktur. Niyabetin bulunduğu farzedilse bile, naib bizzat fiili işleyen kimsedir (müktesib); dolayısıyla ameli ya lehine ya da aleyhine olacaktır. Neticede diyebiliriz ki, ileri sürülen bu meseleler bizim ortaya koyduğumuz esasla çelişmemektedir.

 

Şimdi itirazın başında ileri sürülen delillere dönelim. Çünkü meselemize karşı çıkanların esas dayanakları bunlar olmaktadır.

 

Dirinin ağlaması yüzünden ölünün azap görmesi hadisinin, Arap adetlerine yorulacağı açıktır. Zira onlar, öleceklerini anladıkları zaman ailelerini kendi üzerlerine ağlamaya teşvik ederlerdi. "Kim güzel bir çığır açarsa: .. "; "Her haksız öldürme cinayetinden Hz. Adem'in ilk oğluna bir payayrılacağı ... "; "Üç şey hariç öldükten sonra amel defterinin kapatılacağı ... "vb. hadislere gelince, bunlarda sözü edilen sevap ya da günah, ecir verilen ya da günah terettüp eden şeyin işlenmesi anlamına gelmektedir. Çünkü bu amellerin ortaya konulmasına ilk defa kişi kendisi sebebiyet vermiştir. Müsebbebler, sebeblerin ortaya konması neticesinde doğarlar. Sebebiyet vermeye karşılık olarak tutulan sevap ya da günah, kendi amelinden kaynaklanmış olup, ikinci mütesebbibin yani sebebi ortaya koyanın amelinden doğmuş değildir. "İnanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız"[Tur 21] ayetini de işte bu manaya yormak gerekir. Çünkü, kişinin çocuğu da, onun bir kazancı (kesbi) sayılır; ona dokunan bir hayır sanki babaya nisbet edilmiş gibi olur. "Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi"[Leheb 2] ayeti de aynı şekilde tefsir edilmiş ve çocuğunun onun (Ebu Leheb'in) kazancından (kesb) olduğu belirtilmiştir. Bu durumda, çocuğun babanın mertebesine çıkması ve babanın diğer salih amelleriyle nasıl seviniyorsa onunla da gözünün aydın olması hususunda şaşılacak bir durum yoktur. Ayetin "Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmeyiz"[Tur 21] kısmı da bunu ifade eder.

 

Bütün problem, zikredilen diğer hadislerde. Çünkü onlar ispatlanmaya çalışılan kaideye ters düşmekte sanki nass gibidirler. İşte bu yüzden de özellikle bu hadislerde belirtilen -ki bunlar oruç ve hac oluyor; nezir (adak) ise oruçla ilgili olduğundan, o da oruç içerisinde mütalaa ediliyorkonularda niyabetin bulunup bulunmayacağı konusunda ihtilaf meydana gelmiştir.

 

Bu hadislerle ileri sürülen itiraza çeşitli şekillerde karşılık verilebilir: (1) Bu konudaki hadisler muztaribtir. Buhari ve Müslim onların muztaripliğine işaret etmişlerdir. İkmal'e bakınız. Hadislerin muztaripliği, kesin bir asılla tearuz (çelişme, ters düşme) halinde olmaması durumunda onların delilliğini zayıflatır. Kesin bir asıl ile tearuzları durumunda ise durum nasıl olur? Hem sonra Tahavi, "Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi onun yerine tutar" hadisi hakkında onun sadece Hz. Aişe yoluyla rivayet edildiğini, Hz. Aişe'nin ise bu hadisi terkedip onunla am el etmediğini ve aksi doğruıtuda fetva verdiğini söylemiştir. Yine o ölüp de üzerinde nezir borcu bulunan kadın hakkındaki hadis hakkında da: "Onu sadece İbn Abbas rivayet etmiştir. O da bu hadise muhalefet etmiş ve hiçbir kimsenin başkasının yerine oruç tutamayacağına dair fetva vermiştir" der.

 

(2) Alimler bu hadisler hakkında farklı görüştedirler. Onlardan kimi -Ahmed b. Hanbel gibi- sahih olanlarını mutlak suretle kabul etmiştir. Bazıları da, hadislerin birkısmını kabul etmiş ve niyabete, oruçta değil de hacda cevaz vermiştir. Bu İmam Şafii'nin görüşü olmaktadır. Kimi de Malik b. Enes gibi mutlak surette men cihetine girmiştir. Görüldüğü gibi bazı alimler sahih olsa bile hadislerin bir kısmını almamışlardır. Bu da bu hadisler doğrultusunda görüş belirtmenin zayıflığına bir delil olmaktadır. İbnu'l-Arabi'nin naklettiği üzere alimlerin namaz konusunda görüş birliği içerisinde olmaları da bunu destekler. Gerçi, hacda niyabet içerisine iki rekat tavaf namazı da girmektedir; ancak bu tabi durumundadır. Diğerlerinde caiz olmayan şeyler tabide caiz olabilmektedir. Mesela, aşılanmış meyveleri ile birlikte ağacın satılması, kölenin malıyla birlikte satılması gibi. Kalbi amellerde ise niyabetin olmayacağında kesin ittifak etmişlerdir.

 

(3) Bazı alimler, mutlak suretle dikkate almamayı gerektirecek şekilde hadisleri yorumlamışlardır. Bunlar şöyle derler: Metod olarak peygamberler hiçbir kimseyi hayır işlemekten engellemezler. Bununla şunu demek istiyorlar: Hac ve orucun kazası hakkında kendilerine soru sorulunca bunların birer hayır. olması sebebiyle sorularına olumlu cevap vermişlerdir; yoksa onların bir başkası adına işlenmesinin caizliğini belirtmek istememişlerdir. Bu görüş sahipleri: Hiçbir kimse bir başkası adına amelde bulunamaz. Eğer işlerse kendisi için işlemiş olur. Nitekim yüce Allah: "İnsan için ancak çalıştığı vardır" buyurmaktadır, demektedirler.

 

(4) Bu hadislerin, o amellere sebebiyet veren kimselere has olması mümkündür. Mesela: Kendisi adına hac yapılmasını emreden veya bu şekilde vasiyette bulunan ya da bu doğrultuda bir çabası olan kimsenin durumunda olduğu gibi. Bu halde, onun durumu "İnsan için ancak çalıştığı vardır"[Necm 39] ayeti ile uygunluk arzeder.

 

(5) "Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi onun yerine tutar" hadisi mecaz anlamda, niyabetin sahih olduğu şeye yani sadakaya yoruluro Çünkü kaza, bazen kaza edilen şeyin misli ile olur, bazen de -imkansız olması durumunda- onun yerine geçecek şeyle yani bedelle olur. Bu bedel, oruç için yedirmek; hac için de, kendisi için hac yapacak kimsenin nafakası vb. olur.

 

(6) Bu hadisler azlıkları bir tarafa, şeriatta sabit bulunan kesin bir esasa da ters düşmektedirler. Lafzi ya da manevi tevatür mertebesine ulaşmamaktadırlar. Zan (kesin olmayan bilgi), kesin bilgi karşısında tutunamaz. Nitekim bilindiği üzere, vahid haberle amel edilebilmesi için, onun kesin bir esasa ters düşmemesi gerekir. Bu İmam Malik ve İmam Ebu Hanife tarafından bir prensip olarak benimsenmiş olmaktadır. İşte üzerinde durduğumuz konunun esprisi ve ondan gözetilen maksat da işte burada yatmaktadır. Verilen diğer cevaplar ise, sözü edilen hadislere yapışmanın gereğini zayıflatmaktadır. Böylece bu yerinde ve güzelolan prensibin kaynağı da ortaya çıkmış oldu. Başarı ancak Allah'tandır.

 

 

FASIL:

 

Konu ile ilgisi bulunan bir nokta üzerinde daha durmak gerekiyor. O da, sevapIarın bağışlanması konusudur. Konu üzerinde çeşitli değerlendirmeler bulunmaktadır. SevapIarın bağışlanamayacağını savunanlar, iki açıdan görüşlerini desteklemektedirler:

 

(1) Hibe, şeriatta ancak belli bir şeyde yani mal cinsinden olan şeylerde geçerli olur. Amellerin sevabı konusunda ise asla. Konu ile ilgili delil bulunmadığına göre, amellerin sevabının hibe edilebileceğini söylemek asla doğru olmayacaktır.

 

(2) Şari'in koyması açısından sevap ve azap, sebeplere nisbetle müsebbebler gibidir. Bu hususu bizzat Kur'an ifade etmektedir: "Bunlar Allah'ın yasalarıdır, Allah'a ve peygamberine kim itaat ederse, onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada temellidirler, büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberine baş kaldırır ve yasalarını aşarsa, onu temelli kalacağı cehenneme sokar; alçaltıcı azap onadır"[Nisa 13-14]; "Yaptıklarının bir karşılığı olarak ... "[Vakıa 24]; "Yaptıklarınıza bir karşılık olmak üzere cennete girin. "[Nahl 32] Bu manada pek çok ayet vardır. Sonra sevap ve azap aynen bir fiile tabi durumunda bulunan şeyler (tevabi) gibidir. Mesela satış akdi yapılır; bunun üzerine satın alınan şeyden istifade hakkı doğar; nikah akdi yapılır ve buna tabi olarak kadından istifade helal olur. Bu neticeleri ortadan kaldırmak ya da değiştirmek konusunda mükellefin bir yetkisi yoktur. Kaldı ki, burada sözünü ettiğimiz ameli işleyene verilen şey, Allah'ın lütfundan başka birşey değildir. Durum böyle olunca, sevap ve günah konusunda mükellefin yapabileceği hiçbir şeyolmadığı, herhangi bir tercihi bulunmadığı ortaya çıkar. Şu halde sevap üzerinde bir tasarruf ta bulunmak mümkün değildir; çünkü tasarruf kişinin ihtiyari olarak malik olduğu şeyler üzerinde olabilir. Ahirette verilecek karşılıklar ise böyle değildir. Bu durumda amelde bulunan kimsenin, elinde olmayan böylesi bir konuda tasarruf yetkisi olmayacaktır. Nitekim bir başkasının da böyle bir yetkisi bulunmamaktadır.

 

SevapIarın bağışlanabileceğini caiz görenler ise, kendi görüşlerini şöyle delillendirmeye çalışıyorlar:

 

(1) Mal ve mala tabi konularda hibenin caiz olduğunu gösteren şer'i deliller bizzat bu hususun da delilleridir. Bunlara göre, sevapIarın hibesi konusu da, ya bu nassların genelliği ya da mutlaklığı içerisine girerler ya da kıyas yoluyla onlar da bu delillerin kapsamına sokulurlar. Çünkü mal ya da sevap takdir edilmiş bir bedel (karşılık) olmaktadır; dolayısıyla birinde caiz olan şeyin öbüründe de caiz olması gerekir. Daha önce, başkası adına verilen sadakanın, sevabın hibesi olduğu ve başka bir ihtimalin sahih olmadığı geçmişti. Durum böyle olunca, bu konuda şer'i delil vardır ve yasaklamak için bir mesnet yoktur.

 

(2) Amellerle sevap ya da günah arasındaki ilişkinin, sebeplerle müsebbebler arasındaki nisbet gibi olması ve onların bir fiile tabi durumda bulunan şeyler mesabesinde bulunması, -dünyevi işlerde olduğu gibi- o ameli işleyen için sevaba malikiyetin bulunmasını gerektirir. Mülkiyetin bulunduğu sabit olunca, onda hibe yoluyla tasarrufhakkının bulunduğu da kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

 

İTİRAZ: Sevaba, mala olduğu gibi sahip olunamaz. Çünkü sevap sadece ahiret alemine has olur ve ondan maksat orada meydana gelecek olan nimetlerdir. Şu anda ise kişi, onlardan bir şeye sahip değildir. Ya da amellerine karşılık olarak burada "Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız"[Nahl 97] ayetinde ifade olunduğu şekilde birşeyelde etmiş olacaktır. Bu ise, ahirette elde edeceği karşılık türünden olmaktadır. Yani aynen ahiretteki cennet hayatı gibi dünyada mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayacak ve onun mutluluğunu bozacak birşey bulunmayacak demektir. Dolayısıyla her iki takdirde de hibe edebileceği birşeye malik bulunmamaktadır. Hibe ise, ancak kendi eli altında ve şu anda mülkiyetinde bulunan mallarda geçerli olabilir.

 

 

CEVAP: Ameli işleyen kimse, her ne kadar bizzat sevaba malik olmasa bile, galip zanla bilinmektedir ki, o sevap Allah katında o kişi lehine olmak üzere yazılmış bulunmaktadır ve şu anda eli altında olmasa bile, (Allah'tan) te mlik ile kendi mülkü olmak üzere sabit bulunmaktadır. Birşeye malik olunması için o şeyin şu anda el altında olması gerekmez. Mal hakkında el altında olmadığı halde mülkiyetin sabit olması ve hibe vb. yollarla tasarrufta bulunulması sahih olduğuna göre, sevap hakkında da sahih olmalıdır. Nitekim kişi: "Falandan miras olarak alacağım şeyi, filana hibe ettim" veya "Eğervekilim bir köle alırsa o hür olsun ya da kardeşime hibe olsun" vb. diyebilmekte, bu şeyler kendi eli altında bulunmasa bile bu tasarrufları sahih olmaktadır. Nasıl ki, müvekkil yapmasa bile, işlenmesi vekilin elinde olan ve şu anda eli altında da bulunmayan şeylerle ilgili olan bu tür tasarrufları sahih oluyorsa, herşeye vekil olan Yüce Allah'ın elinde bulunan bir konuda benzeri bir tasarruf ta bulunma da sahih olmalıdır. Böylece, sevabın hibe si konusunda bu yaklaşımın esası da ortaya çıkmıştır. Doğruya ulaştıran ancak Allah'tır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

SEKİZİNCİ MESELE