EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN
ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN
ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / ALTINCI MESELE:
Amellerin, tabi
maksatlar doğrultusunda işlenmesi durumunda, ya asli maksatlar da beraberinde
bulunmuş olur ya da olmaz. Birincisinin, -her ne kadar nefsin hazIarı peşinde
koşma olsa da- hiç kuşkusuz, emre uyma (imtisal) anlamına geldiğinde şüphe
yoktur.
İkinci durumda ise
ameller, sadece hazlar peşinde ve heva ve hevese uyularak işlenmiş olacaktır.
Asli maksatlarla
beraberlik ya bilfiil olur -Mesela, şöyle der: Bu yenilecek şey veya bu
giyilecek şey ya da bu dokunulacak şey ... Şari' tarafından bana mübah
kılınmış; onlardan istifademe izin verilmiştir. Ben mübah şeylerden istifade
ediyorum; onları elde etmek için çalışıyorum. Çünkü izin verilmiş ve benim
tercihime bırakılmış bir şeydir- ya da bilkuvve (kuvve halinde) olur. İkinci
şıkka misal ise şudur: Kişi, mübaha ulaşabilmek için izin verilen bir şekilde
esbaba tevessülde bulunur; ancak bizzat izin aklına gelmez; onun düşündüğü
sadece o mübaha ancak bu yoldan ulaşılabileceğidir. Mübaha ulaştığı yol kendisi
açısından mübah ise, bu yolla ona ulaştığında, bu da birincinin hükmünde olur.
Ancak bilfiil olan beraberlik daha güçlüdür. Menduplar da; her iki şekilde
mübahın durumunda olurlar.
Bu anlaşıldı ise, şimdi
de, her iki şekilde de, o kimsenin hem haz peşinde hem de emre uyma durumunda
olduğunu açıklayalım. Bu iki açıdan ortaya konulacaktır:
(1) Eğer bu böyle olmayacak olursa, o zaman hiçbir
kimsenin hazIarı peşinde koşmaksızın, onlara yönelik bir kasıt bulundurmaksızın
sadece emre uymuş olma niyeti olmadan ibadet harici hiçbir amelde tasarrufa
gırışmesi caiz olmayacaktır. Hatta çaresiz durumda kalan bir kimsenin, murdar
hayvan eti yiyebilmesi için dahi bu niyeti n bulunması ve hazIardan soyutlanmış
bir kasıt ile hareket etmesi gerekir. Böyle bir sonuç ise, ittifakla batıldır.
Ne Allah, ne de Peygamberi böyle bir şeyle emir buyurmamışlar; kullardan,
ibadet dışında kalan normal amellerinde hazlar peşinde olma gibi bir ka sı tt
an uzak kalmalarını istememişlerdir; sadece bu amellerinde ihlaslı olmalarını
ve herhangi bir şirk unsuru bulundurmamalarını ve Allah'tan başka şeyleri
dikkate almamalarını talep etmişlerdir. Bu da, amellerin ibadet haricinde normal
adetlerle ilgili olması halinde, hazza yönelik kasdın bulunmasının o amellerin
esasına zıtlık göstermeyeceğine delalet eder.
SORU: Böyle bir durumda,
Şari'in amellerde ihlaslı olma ve onlarda herhangi bir şirk unsuru bulundurmama
şeklindeki maksadı nasıl gerçekleşecektir?
CEVAP: Bunun anlamı,
yapılan amelin şeriatın gereklerine uygun olarak işlenmiş olması ve o amelle
cahiliye dönemi fiilleri kastedilmemesi, şeytani bir icatta bulunulmaması;
gayrimüslim unsurlara benzemeye çalışılmamasıdır. Mesela, su ya da bal
şerbetini şarap içer gibi içmek, bir müslüman yapmış olsa bile, yahudi ya da
hıristiyan bayramlarını tazim için hazırlanmış yiyecekleri yemek; cahiliye
dönemine benzer tarzda hayvan kesmek ve bunun gibi Allah'tan başka şeylere
tazim anlamı içeren davranışlarda bulunmak gibi.
Nitekim İbn Habib şöyle
nakleder: İbrahim b. Hişam b. İsmail el-Mahzumı bir su kaynağı çıkarır. Suyun
gözükmesi sırasında kendisine mühendisler: "Keşke içerisine kan
akıtsaydın; böylece hem su çekilmez, hem kaynak yıkılmazdı; bu yüzden de onu
inşa edenleri öldürmene gerek kalmazdı" dediler. Bunun üzerine İbrahim,
suyu bıraktığı zaman develer kesti ve su, kanla karışık aktı. Onunla kendisi ve
adamları için yemek yapılmasını emretti. Hem kendisi hem de adamları o yapılan yemekten
yediler. Kalanları da işçiler arasında taksim etti. Bu olay ibn Şihab'a
ulaşınca, o şöyle dedi: "Vallahi ne kötü bir şey yapmış! Ne develeri
kesmek, ne de onlardan yemesi ona hel al değildi. Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
cinler için kurban kesmeyi yasakladığı kendisine ulaşmadı mı? Çünkü böyle bir
şey, -her ne kadar üzerine Allah'ın adı anılsa da- dikili taşlara (putlara)
takdim edilmiş ve Allah'tan başkası adına kesilmiş kurbanlara benzer."
Bedevilerin cömertlik
gösterisi için hayvan boğazlamalarıyla ilgili yasak da böyledir. Bu şöyle
olurdu: İki kişi birbirine karşı kim daha çok hayvan boğazlayacak diye
iddialaşırlar ve böylece kimin daha çok cömert olduğunu ortaya koymak
isterlerdi. Sonunda da kim daha çok boğazlamışsa, onun daha cömert olduğu kabul
edilirdi. Hz. Peygamber, işte bu
tür boğazlanmış
hayvanların etlerinden yemeyi yasaklamıştır; çünkü bu Allah'tan başkası için
kesilmiş hayvan kabul edilmektedir. Hattabi şöyle der: "Hükümdarların ya
da başkanların bir ülkeye gelmesi halinde, onların önlerinde kesilmesi adet
olan kurbanların, keza (ölünün kırkının ya da senesinin dolması gibi)
tekrarlanan olayların amsına ve benzeri durumlar için kesilen kurbanların hükmü
de böyle olmalıdır." Bu konuda
Ebu Davud'un Sünen'ine
aldığı bir hadis şöyledir: "Hz. Peygamber [s.a.v.] birbirine karşı
(cömertlik gösterisi olmak üzere) öğünen kimselerin yemeklerini yemeyi
yasaklamıştır." Burada bahsedilen kimseler, hangisi rakibine karşı daha
galip gelecek diye cömertlik gösterisi için yemek yediren kimselerdir. Hayvanlar,
sadece yemek kasdı ile ve izin verilen şekilde boğazlanmak üzere meşru
kılınmışlardı. Teşride esas alınan bu kasıda, sözü edilen maksatlar da
katılınca bu, meşru kılınan şeye bir ortak kılma ve Allah'ın emri dışında başka
şeylerin de gözönünde tutulması gibi bir sonuç doğurdu. İşte bu noktadan
hareketledir ki, İbn Attab, Nevruz günü et yenilmemesi doğrultusunda fetva
vermiş ve bu etlerin Allah adına boğazlanmamış olduğunu belirtmiştir ki bu,
geniş bir konudur.
(2) HazIara yönelik kasıt, eğer ibadet dışı
amellere ters düşerek onları iptal edecek olsaydı, o. zaman cenneti umarak,
cehennemden de korkarak işlenmiş bulunan bütün ta at ve ibadetler de batıl
olurdu. Bu ise kesin olarak doğru değildir. Dolayısıyla böyle bir sonucu
doğuracak şey de doğru olmaz.
Aralarındaki telazum
(yani birinden diğerinin de lazım gelmesi) ilişkisinin isbatı şöyle: Cennete
girmek, cehennemden de kurtulmak için çalışmak haz peşinde koşturmak demektir
ve bununla, Şari'in izin verdiği ve kendisine mübah kıldığı birşeyden istifade etmek
için istek ve çaba göstermek arasında bir fark yoktur. Çünkü her ikisi de
hazdır. Şu kadar var ki, birisi hemen ulaşılan, öbürü de ahirete ertelenen bir
haz olmaktadır. Mesele ile ilgili olmak üzere hazzın öne alınması (tacıl) ve
ertelenmesi tardidir ve aynen dünya hayatında öne almak ya da ertelemek gibi
hükme bir etkisi yoktur. (Taatlerle) öbür dünyaya ertelenmiş hazIarın talepte
bulunulması caiz olursa, (ibadet dışı amellerle) peşinen elde edilecek hazların
talepte bulunulmasının caizliği öncelikli olarak sabit olur.
Cennet umudu, cehennem
korkusu ile yapılan amellerin batıllığı sonucuna götürmesi ve bu sonucun da
batılalmasına gelince: Kur'an; "kul her ne işlerse karşılığını
görür," "amel edin ki cennete giresiniz," "şunları bırakın
ki cennete giresiniz," "şunu yapmayın sonra cehenneme
girersiniz," "kim şunu yaparsa şöyle mükafatlandırılır" ... gibi
mesajlar getirmiştir. Hiç kuşku yoktur ki, bunlar nefsani hazIarı vasıta
kılarak amellere karşı bir teşvikte bulunmaktır. Eğer hazIara yönelik talep, amelin
ihlasını zedeleyecek olsaydı o zaman Kur'an, amelleri zedeleyecek olan şeyleri
belirtirdi. Cennet umudu ve cehennem korkusu ile işlenilen amellerin batıl
olacağı sakat olduğuna göre, böyle bir sonuçtan zorunlu olarak çıkacak netice
de batıl olacaktır. Yine Hz. Peygamber'e [s.a.v.] cennete sokacak, cehennemden
uzaklaştıracak amellerin neler olduğu sorulur, O da herhangi bir çekince
olmaksızın ve böyle bir haz talebinde bulunmaktan sakındırmaksızın, o amelleri
onlara haber verirdi. Bizzat Yüce Allah: "Biz sizi ancak Allah rızası için
doyuruyoruz; bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz" diyenlerin
"Doğrusu biz, çok asık suratların bulunacağı bir günde Rabbimizden
korkarız"[İnsan 9-10] dediklerini bildirmiştir. Hadiste de şöyle buyrulur:
"Sizinle, yahudi ve hıristiyanların durumu bir grup insanı ücretle
istihdam eden kimsenin durumuna benzer ... " Bunlar, haz karşılığında
amelde bulunma konusunda nass olmaktadır. Ensar'ın Hz. Peygamber'e [s.a.v.]
bey'atları sırasında "Kendin ve Rabbin adına ne şart koşacaksan koş"
demişler. Hz. Peygamber de şartları ileri sürünce: "Peki buna karşılık
bize ne var?" diye sormuşlar. Hz. Peygamber [s.a.v.] de:
"Cennet!" diye karşılık vermiştir. Bu tür örnekler sayılamayacak
kadar çoktur. Hepsi de, her ne kadar "Şunun için amel et!"
denilmemişse de "Ame! et, senin için şunlar olsun!" gibi bir ifade
ile haz karşılığında amellere teşvik amacı gütmektedir. Böyle bir durum
ibadetler hakkında zedeleyici olmadığına göre, ibadet dışında kalan diğer
ameller hakkında zedeleyici olmayacağı öncelikli olarak sabit olur.
İTİRAZ: Hayır, aksine bu
gibi durumlar hem aklen hem de naklen amelleri zedeleyicidir.
Aklen şöyle: Haz kasdı
ile amel işleyen kimse, hazzını asıl maksat, ameli de bu hazza ulaştıracak bir
vasıta kılmış olmaktadır. Çünkü onun hazzı eğer maksat olmasaydı, o zaman
amelle istenilmiş olmazdı. Halbuki biz meseleyi bu şekilde ortaya koymuş olduk.
Bu bir çelişkidir. Yine, eğer amel vasıta olmasaydı, o yolla haz talep edilmiş
olmazdı. Halbuki meseleyi, ameli hazzına ulaşmak için işlemekte olduğu şeklinde
vaz' etmiştik. Dolayısıyla bu hazza nisbetle amel, bir vasıta olacaktır. Daha
önce de ortaya konulduğu gibi, vesail (vasıtalar, araçlar), birer araç olmaları
açısından bizzat istenilen şeyler değillerdir. Onlar maksatIara tabidirler.
Eğer maksatlar düşerlerse, vesail de düşer. Vesail olmaksızın da maksatlara
ulaşmanın mümkün olduğu takdirde, onlara tevessülde bulunulmaz. Maksatların
tümden yokluğunu varsaydığımızda, vesileler tamamen itibardan düşer ve onlarla
uğraşma abes hükmünü alır. Bu şahit olduğuna göre, teşri kılınan ameller, eğer
şahsi hazIara ulaşılmak için vasıta kılınırlarsa; onlarla ancak hazlar yönünden
kullukta bulunulmuş olacaktır ve sonuç olarak da amellerden maksat kulluk
icrası değil bizzat hazlar olacaktır. Bu haliyle bu tür ameller, makam, mevki
ve maddi çıkar elde etmek gibi dünyevi hazlar için işlenilmiş riya amacı
taşıyan amellere benzeyecektir. Şer'an izin verilmiş amellerin tamamı, meşru
şekilleri üzere işlenmeleri kaydıyla kendileri ile kulluk icrası mümkün
amellerdir. Bunların hazlar yönünden işlenilmesi durumunda ise, kulluk amacıyla
işlenmiş olma özellikleri düşmüş olacaktır. Emredilen ve kendileri ile kullukta
bulunulması istenilen namaz, oruç vb. gibi amellerin de, aynı şekilde işlenmesi
durumunda, onlarla kulluk icrası özelliğinin düşmesi gerekir. Emredilmiş
bulunan her adet ya da ibadette, mutlaka nefs e yönelik bir haz da vardır. Bu
durumda, o amel işlenirken eğer bu haz yönünden işlenecek olur ve asılolan
kendisi ile kullukta bulunma yönü ihmal edilirse, o am el ibadet olmaktan çıkar
ve ibadetler konusunda o amel asla dikkate alınmaz; onun işlenmesi ile kulluk
icra edilmiş olmaz. Amelin sahih olmamasının manası da işte budur.
Sonra, mükellefe ait haz
içeren emredilmiş ya da yasaklanılmış şeyler hiçbir haz içermeseydi, acaba bu
durumda mükellef ne yapacaktı? Acaba böyle bir emir ya da yasakla Allah'a
kulluk yapmak durumunda mı olacaktı? Yoksa öyle olmayacak mıydı? Onlarla kulluk
yapmak zorunda olacağı bilindiğine göre, emredilen ya da yasaklanılan şeylerin
birer vasıta değil, bizzat kendilerinde bulunan özelliklerden dolayı istenilen
şeyler olduğu ortadadır. İşte bu manaya işaretle şair şöyle demiştir:
Farzet ki, gelmedi
mahşeri bildiren elçiler, yok say cehennem ateşi, Gerekmez mi acep kullara,
bunca nimet sahibine övgü ve şükür işi.
Mükellef, ameli
hazIarına ulaşmak için bir vasıta kılınca, onu meşruiyetinin gereğinden
çıkarmış olmakta ve emir ya da yasak sebebiyle işlenilen amel, Şari'in kasdı
dışında cereyan etmektedir. Şari'in kasdına muhalifbulunan kula ait kasıt ise
batıldır; dolayısıyla onun üzerine kurulan amel de, aynen onun gibi,
batılalacaktır. Sonuç olarak hazlar üzerine kurulu olan am el batıldır.
Buna ilaveten şunu da
söyleyebiliriz: Kulun kendisi için Rabb üzerinde en küçük bir hakkı yoktur;
O'na karşı elinde bir hücceti de bulunmamaktadır; O'nun, kulu doyurmak,
içirmek, ona inam ve ihsanda bulunmak gibi bir görevi yoktur. Hatta yer ve gök
ehline azap edecek olsa, mutlak mülkiyet sebebiyle buna hakkı vardır. "De
ki: Üstün belge O'na aittir."[En'am 149] Şu halde kulun sadece kullukta
bulunmaktan öte başka bir hakkı bulunmayınca, bu görevini de herhangi bir nefsi
haz talebinde bulunmaksızın yerine getirmesi görevi olacaktır. Hal böyle iken,
yaptığı amellerle haz talebinde bulunursa, bu durumda Rabbine ait olan hakları
ifa uğrunda değil de, kendi nefsine yönelik hazlar peşinde koşmuş olur.
Bu görüşün doğruluğuna
delilolan nasslara gelince; bunlar amellerin ihlas ile yapılması gerektiğini,
ihlas ile yapılmayan amellerin ise kabul edilmeyeceğini belirten ayet ve
hadislerdir. Örnekler: "Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a
has kılarak O'na kulluk etmekle emrolunmuşlardır"[Beyyine 5];
"Rabbine kavuşmayı uman kimse, salih amel işlesin ve Rabbine kullukta asla
ortak koşmasın. "[Kehf 110] Kudsi bir hadiste de: "Ben, şirk
koşulmaktan en müstağni olanım" buyrulur.; Başka bir hadis de şöyledir:
"Kimin hicret niyeti Allah'a ve Rasulüne ise, onun hicreti Allah ve
Rasulünedir. Kimin de hicreti elde etmek istediği bir dünyalık ya da nikahlamak
istediği bir kadına ise, onun hicreti de hicret etmiş olduğu o şeyedir. "
Yani böyle bir kimsenin hicrette bulunması durumunda, onun hicret emriyle
Allah'a kulluk yapmış olmasından sözedilemez. Hikmeti akl en kavranılabilsin, kavranamasın
her emir ve yasakta Allah'a kullukta bulunma (tapınma) manası vardır. İnşallah
bu husus ileride gelecektir. HazIarı için amelde bulunan kimse, am elde olması
gereken onunla Allah'a tapınma yönünü düşürmüş olmaktadır. O yüzdendir ki,
selef-i salihten bir grup, sevap için amel eden kimseleri "kötü kul"
ya da "kötü hizmetçi" diye nitelemişlerdir. Bu konuya delalet eden
pek çok haber vardır. Bütün bunların içeriğini Yüce Allah'ın: "Dikkat
edin! Halis din Allah'ındır"[Zümer 3] buyruğu özetlemektedir.
Keza alimler de, bu gibi
davranışların ihlası zedeleyeceğini ve sonuçta amellerin katkısız Allah için
olma özelliğini yitireceğini belirtmişlerdir. Nitekim Gazzali şöyle der:
"Dünyada mevcut bulunan her hazza karşı az ya da çok mutlaka nefis arzu duyar,
kalp ona karşı meyleder. Bu arzu ve meylin amele ulaşması durumunda da o amel
saflığını yitirir ve bu yüzden kişinin ihlası azalır ... .İnsan hazIarı
içerisine batmış, şehvetlerine gömülmüş durumdadır. Onun fiillerinden ya da
ibadetlerinden, bunlardan tamamen tecrid edilmiş bir amel ya da ibadet bulmak
çok nadir olur. O yüzdendir ki, ömründe bir adım atacak kadar Allah için
ihlaslı bir zamanı olan kimse kurtulmuştur, denilmiştir. Bu durum, ihlasın çok
zor ve yüce oluşundan, kalbin diğer meşgalelerden arındırılmasının zorluğundan
dolayı böyledir. İhlaslı olan şey, sadece Allah Teala'ya yaklaşmak motifi ile
işlenmiş ameldir .... Gerçek ihlas, kalbin bu tür meşgalelerden azıyla çoğuyla
tamamen arındırılmış olması ve Allah'a yakın olma kasdının kalbi kaplaması,
başka bir motifin bulunmaması yoluyla olur. Böyle bir ihlas, Allah sevgisinde
kendisini kaybeden, ahiret işleri ile meşguliyetten başka kalbinde ve zihninde
dünya işlerine yer kalmayan bir kimse için mümkün olabilir. Böyle bir insan
sonuçta yeme ve içmeyi dahi sevmez ve onun yeme ve içmeye karşıdan arzusu ile
tuvalet ihtiyacını gidermeye karşı arzusu bir olur ve bu gibi ihtiyaçları hayat
için zaruri olduğu için yerine getirir. Yemeğe, yemek olduğu için bir arzu
duymaz; aksine kendisine ibadet etmek için gerekli gücü sağlayacağı için yer ve
keşke açlık şerri kendisinden kaldınlsa da yemek ihtiyacı duymasa diye
temennide bulunur. Böylece onun kalbinde, zarurl olanlar dışında başka birşeye
yer kalmaz. Ancak zaruret miktarı talepte bulunur; çünkü onu da din istemektedir.
Allah'tan başka hiçbir kaygısı bulunmaz. Böyle bir insan bütün davranışlarında;
yese, içse de hatta kaza-ı hacette bulunsa da am elinde ihlaslı, niyetinde
doğru olur. Mesela, istirahat etmek ve sonrasında ibadet için güç kazanmak için
uyusa bile, onun bu uykusu ibadet halini alır ve o haliyle ihlaslı kullar
derecesini kazanır. Böyle olmayan kimselere ise, amellerde ihlas kapısı
kapalıdır; çok nadir hallerde belki de açılabilir .... " Gazzali daha
sonra konuyu açıklamaya devam eder. İhya adlı eserinde -erbabının da bileceği
gibi- bu konuyu çeşitli yerlerde işler. Durum böyle olunca, nefsani hazIarına
iltifatla birlikte işlenen ameller, anlatılan durumda olduğu gibi ihlaslı
olmayacaktır.
CEVAP: İnsanların kulluk
icnlsında bulundukları şeyler iki türlüdür:
(1) Kendileriyle doğrudan doğruya (asaleten)
Allah'a yaklaşılan ibadetler: Bunlar iman ve İslam'ın temelleri ve diğer
ibadetler gibi onun gereklerinden olan şeylerdir.
(2) İnsanlar arasında yapılagelmekte olan
adetlerdir ki, bunlara riayette bulunulması halinde mutlak surette masIahatlar
gerçekleşmiş olacak; muhalefet durumunda da yine mutlak anlamda mefsedetler
doğacaktır. Bu kısımdan olanlar, bizzat kulların maslahatlarının temini ve
onlara ulaşacak mefsedetlerin defi için konulmuşlardır. Bunlar dünya ile ilgili
ve aklen hikmetleri kavranılabilen kısmı oluşturmaktadır. Birinci kısım ise,
Allah'ın dünyada kullar üzerindeki hakkı olmakta ve konulmalarındaki amaç da
yine bizzat onların ahiretteki maslahatlarının temini, mefsedetlerin de defi olmaktadır.
Birinci kısmı ele
alalım: İstenilen haz ya ahiretle ya da dünya ile ilgili olacaktır. Eğer ahiret
hayatı ile ilgili bir haz ise, daha önce de geçtiği üzere Şari' bunu kabulle
karşılamaktadır. Ahiretle ilgili hazIarın talepte bulunulması şer'an kabul
gördüğüne göre, Şari'in kabulü doğrultusunda onlara yönelik talepte bulunmak
sahih olacaktır. Çünkü bu haliyle kul, Şari'in koyduğu sınırları aşmamış; o
amelde Allah'a bir başkasını da ortak koşmamıştır, muhalefet kasdı da
bulunmamaktadır. Zira Şari', amellere karşılık olmak üzere bir sevap koyduğuna
göre, ameller karşılığında verilecek olan sevapIarın vukuunu kastetmiş
olmaktadır. Dolayısıyla, bu sevaba ulaşmak için amel işleyen kimse, Şari'in
ilmi doğrultusunda onu sırf Allah için işlemiş olmaktadır. Bu ise, onun
ihlasını zedelemeyecektir. Çünkü bilecektir ki, kurtarıcı ve kastettiği şeye
kendisini ulaştıracak olan amel ve ibadetler, Allah'ın rızasından başkasını
gözeterek yapacağı amel ve ibadetler değil sadece O'nun rızasını gözönünde
bulundurarak işleyeceği am el ve ibadetler olacaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: ''Ancak Allah'a içten bağlı (ihlaslı) kullar bunun dışındadır.
İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı
tahtlar üzerinde kendilerine ikram olunur. "[Saffat 40-44] Bu ayette
karşılık (mükafat), ihlaslı amele bağlanmıştır -ihlaslı olmasının anlamı,
ibadette O'na başka bir şeyi ortak koşmamasıdır- sözünü ettiğimiz kimse de buna
uygun olarak amelde bulunmuştur. Haz talebinde bulunmak ise şirk değildir. Zira
bizzat hazzın kendisine tapılmaz. Aksine tapınma, sadece istenilen hazIarı
(nimetleri) elinde bulunduran ve onları dilediğine veren kimseye olur ki, o da
Allah Teala'dır. Ancak, amellerde Allah ile birlikte, nimetleri elinde
bulundurduğu zannedilen başka şeylere de tapınılması durumunda bu bir şirk
olur; çünkü o amelle talep ettiği şey konusunda Allah'a o şeyi ortak koşmuş
olmaktadır. Yüce Allah, içerisinde şirk bulunan herhangi bir ameli kabul
etmemekte ve şirke rıza göstermemektedir. Bizim konumuz ise bu kabilden
değildir.
İbadetler yapılırken,
ahiret hayatına yönelik hazIarın da kasdedilmiş olmasının ihlasa ters düşmediği
ortaya çıkmış oldu. Hatta, kulun ahiretle ilgili hazIarına ancak Allah
tarafından ulaştırılabileceğini bilmesi, onun ihlasını artırıcı güçlü bir motif
olur. Çünkü böyle bir kişi, Allah'tan başka hiçbir şeyin kendisini o hazIara
ulaştıramayacağını bilecek ve sonuçta kendisini tamamen Allah'a verecektir.
Sonra, Ebu Hamid
(Gazzali)'in de belirttiği gibi, kulun ne dünya ile ne de ahiretle ilgili
hazIardan tümden soyutlanması mümkün değildir. Çünkü hak aşıklarının dikkate
aldıkları hazIarın en üst mertebesini, cennette sevgililerine (Allah'a) bakmak
ve O'na yakın olmak suretiyle nimetlenmek, O'nunla münacatta bulunmak ve böylece
büyük zevkler duymak arzusu oluşturur. Bu ise, çok büyük bir hazdır. Hatta her
iki alem de de olabilecek hazIarın en büyüğüdür. Bu da kulun alacağı
hazIardandır; çünkü Yüce Allah'ın böylesi hazIara ihtiyacı yoktur. O,
alemlerden müstağnidir. "Hak uğrunda cihad eden, ancak kendisi için cihad
etmiş olur. Doğrusu Allah, alemlerden müstağnidir"[Ankebut 6] buyruğu da
bu gerçeği ifade etmektedir.
Bunlara ek olarak şunu
da belirtelim ki, insanın sadece emre uymuş olma (imtisal) için amel etmiş
olması, rastlansa bile çok nadir ve azdır. Yüce Allah ise, herkese ihlaslı
olmalarını emretmiştir. Dünya ve ahiretle ilgili tüm hazIardan arındırılmış bir
ihlas şekli gerçekten çok zordur ve ona ancak seçkinler üstü seçkinler
(havassu'l-havas) ulaşabilirler. Bu ise çok az bulunur. O zaman böyle bir
istek, takat üstü yükümlülüğe yakın bir hal alır. Bu ise çok ağırdır ve dinin
ruhu ile bağdaşmaz.
Kaldı ki, bazı imamlar,
insanın haz peşinde olmaksızın hareket etmeyeceğini; hazIardan arınmışlığın
ancak Allah'a mahsus bir özellik olacağını; kimin böyle bir iddiada bulunursa
onun kafir olacağını belirtmişlerdir. Ebu Hamid şöyle der: "Bu söz
doğrudur; ancak onlar -mutasavvıfları kastediyor- bu sözle, insanların haz diye
isimlendirdikleri şeyleri murat etmişlerdir. Bunlar da, sadece cennette
gerçekleştirilecek olan şehvetlerdir. Marifetullah, münacat ve Yüce Allah'ın
vechine nazarda bulunma yoluyla lezzetlere gark olmaya gelince, bunlar da
onların hazIarı olmaktadır.
Bu gibi şeyleri insanlar
'haz' diye nitelemezler; hatta onların haz oluşunu hayretle karşılarlar. İşte
bunlar (havassu'l-havas), eğer tatmakta oldukları taat ve münacat zevkini, Yüce
Allah'ı gizli ve aşikare şühıld halinde bulunmalarından aldıkları lezzetleri,
cennet nimetleri ile değiştirilecek olsa, o nimetleri küçümserler ve onlara
karşı en ufak bir iltifat göstermezler. Onların hareketleri haz içindir,
taatleri haz içindir; ancak onların hazIarı Mabudlarıdır, başkası
değildir." Gazzali işte böyle söylüyor. Bu söz de, hazIarın en büyüğünü
ortaya koymaktadır. Ancak bu tür hazIara sahip olanlar iki grupturlar:
BİRİNCİsİ: Allah'ın
emrine uyma arzuları, haz düşüncesinden önce bulunan kimselerdir. Bunlar, bir
şeyle emredildiği ya da yasaklandığı zaman, haz bulunmadan önce derhal o aemir
ve yasağa icabette bulunurlar. Bunlar haz ile değil, emre uyma motifi ile amel
etmiş olmaktadırlar. Bu türden olan insanlar derece derecedirler. Bununla
birlikte bu türden olan insanların dahi kalplerinden hazIara karşı bir düşünce
geçmemesi hali çok nadir olur. Bunların ihlaslarının sahih ve makbulolduğu
konusunda herhangi bir söz yoktur.
İKİNCİsİ: Haz düşüncesi,
emre uyma (imtisal) düşüncesinden önce bulunan kimseler. Yani bunlar, emir ya
da yasağı işittiği zaman aklına hemen karşılık gelir; korku ve umut emre uyma
fikrinden önce bulunur ve bunun sonucunda da Allah'ın davetçisine uyarlar.
Bunlar, bir öncekilerin daha aşağısında bir derecededirler; ancak bunlar da
ihlaslı kimselerdir. Zira bunlar, ihlaslarını zedelemeyecek bir şekilce
kendilerine izin verilen şeyi talep etmişlerr, kendilerinden kaçmalarına izin
verilen şeylerden de kaçmışlardır.
FASIL:
Eğer ibadetler
işlenirken gözetilen hazIar, dünyada bulunan hazIarsa, o zaman iki kısma
ayrılır:
BİRİNCİSİ: Durumunu
düzelttiğinin bilinmesi, insanların kendisine iyi zan beslemeleri ve o ameli
işlemesinden dolayı kendisinin faziletli biri olduğunun sanılması gibi
amaçlardır.
İKİNCİsi: Dünyada maddı
bir çıkar elde etme arzusudur. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır:
(1) Ameli işlerken diğer
insanlara gösteriş yapmayı düşünmeksizin sadece kendisini ilgilendiren bir haz
talebinde bulunmuş olması.
(2) Bir mal ya da mevki
elde edebilmek için o ameli insanlara karşı mürailik yaparak işlemesi ve
böylece haz talebinde bulunması. Böylece hepsi üç kısım eder:
(1) İnsanların iyi zan
beslemelerini temin etmek ve kendisinin faziletli bir insan olduğu intibaını
verme anlamı taşıyan haz talebi.
Eğer bu kasıt esas
alınmış ise, o zaman amelin bir riya olacağında herhangi bir kuşku yoktur.
Çünkü onu o amele iten motif, insanların övgüsünü elde etmek ve kendisinin iyi
bir insan olduğu zannını vermek amacıdır. Bununla birlikte, farz ya da nafile
edasında bulunma amacı bu kasdın arkasından sürüklenmiş olur. Bu açıktır.
Eğer asıl değil de, tabi
durumunda ise, o takdirde konu üzerinde düşünmek gerekir ve konu ictihad
mahallidir. Alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. el-Utbiyye'de, bir adamın
Allah için namaza durması, sonra kendisinin namaz kılmakta olduğunun
bilinmesini arzulaması, mescide giderken insanlarla karşılaşmış olmayı sevmesi;
başka bir yolda karşılaşmış olmayı sevmemesi durumunda Rabia'nın bunu mekruh
gördüğü ve İmam Malik'in de bunu insana arız olan bir vesvese kabilinden
saydığı belirtilmiştir. Yani, insanların kendisini hayır üzerinde görmelerinden
sevindiği bir sırada şeytan gelir ve kendisine "Sen müraisin!" der.
Halbuki durum öyle değildir. Bu sadece kişinin kalbine gelen ve kendi elinde
olmayan bir düşüncedir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gözümün önünde
yetişesin diye seni sevimli kılmıştım." Hz. İbrahim'den [a.s.] nakilde
bulunurken de: "Sonrakilerin beni güzel şekilde anmalarını
sağla"[Şuara 84] buyurmuştur. İbn Ömer, rivayet ettiği hadisinde şöyle
der: "Onun hurma ağacı olduğu kalbime doğdu ve onu söylemek de istedim.
Bunun üzerine Hz. Ömer (oğluna): "Onu söylemiş olman, bana şundan şundan
daha sevimli idi" demiştir. Halbuki ilim tahsili ibadettir. İbnu'l-Arabi
şöyle der: Şeyhimiz Şirazlı Süfi İmam Ebu'l-Mansür'a, Yüce Allah'ın:
"Ancak tevbe edenler, ıslah olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna
... ayetindeki "gerçeği ortaya
koyanlar"dan maksadın ne olduğunu sordum. O:
"İnsanlara iyi hal
sahibi olduğunu, taat içerisinde bulunduğunu gösterecek fiiller izhar
etmesidir" diye cevap verdi. Kendisine: "Bu gerekir mi?" dedim.
"Evet! Emin bir insan olduğunun ortaya çıkması, imamlığının sahih,
şehadetinin de kabulolması için bu gereklidir" dedi. İbnu'l-Arabi: ''Ve
ona başkalarının da uyabilmesi için" diye eklemiştir. Bu ve benzeri
durumlar, anlatılanın durumunda sayılırlar. Gazzali, bu gibi hususları,
ibadetlerin arınamayacağı şeylerden saymıştır.
(2) Başkalarına mürailik
kasdı olmaksızın sırf kendine ait çıkar elde etmek için yapılan ameller. Bunun
örnekleri vardır: Birisi, mescidde komşularla birlikte ünsiyetkurmak amacıyla
veya insanların hallerini kontrol etmek, gözetlemek ve incelemek amacıyla namaz
kılmaktır. İkincisi, az yemek ve böylece malından tasarrufyapmış olmak için
veya yemek yapma külfetinden kurtulmuş olmak için, yahut halen mevcut bir
ağrıdan ya da beklenti halinde olan bir hastalıktan korunmuş olmak için ya da
daha önceden fazla kaçırmaktan doğan hazımsızlık ağrılarından kurtulmak için
oruç tutmaktır. Üçüncüsü, cömertlik ve insanlardan daha üstün görünme hazzını
tatmak için sadaka vermektir. Dördüncüsü, turistik amaçlı çeşitli yerleri
görmek için, iş tatili yapmak ve böylece dinlenmek için, ticaret
için, ailesinden ya da
fakirliğin yakasına yapışmasından usanıp kızması neticesinde başını alıp gitmiş
olmak için hac yapmaktır. Beşincisi, canına, ailesine ya da malına bir zarar
geleceği korkusuyla göç (hicret) etmektir. Altıncısı, zulümden korunmuş olmak
için ilim öğrenmektir. Yedincisi, serinlemek maksadıyla ab de st almaktır.
Sekizincisi, kira ödemekten kurtulmuş olmak için itikafa girmektir.
Dokuzuncusu, bilmukabele kendisi-
ne de aynısı yapılması
için, hasta ziyaretinde ve cenaze merasimlerinde bulunmak. Onuncusu,
yalnızlıktan ve sessizlikten kurtulmak, konuşacak birini bulmuş olmak amacıyla
ilim öğretmektir. On birincisi, yol parası vermemek için yürüyerek hac
etmektir.
Bu verdiğimiz
örneklerde, eğer haz kasdı ibadete tabi durumunda bulunuyorsa, o zaman bu
konuda da ihtilaf vardır. Gazzali, bu ve benzeri örneklerde -bu amaçlardan
dolayı o amelin kendisine daha hafif gelmesi şartıyla- ihlas bulunmayacağını
söylemiştir. İbnu'l-Arabi ise aksi görüştedir. Öyle gözüküyor ki, konuya bakış
alanı, bu verilen örneklerde mevcut bulunan iki niyetin birbirinden ayrılıp
ayrılamayacağı noktasıdır. İbnu'l-Arabi, bu iki niyetin birbirinden ayrı olarak
değerlendirilebileceğini kabulle, ibadetlerin sıhhatine hükmetmektedir.
Gazzali'nin sözünden anlaşılan ise, bu iki kasdın sadece bir arada bulunmuş
olması ihlası zedelemek için yeterlidir; o, onların birbirlerinden ayrı olarak
ele alınmalarının mümkün olup olmamasına bakmamaktadır. Bu bakış ayrılıkları,
gasbedilmiş bir yerde namaz kılma meselesinde mevcut bulunan ayrılıklardan
doğmaktadır. Bu meselede görüş ayrılığı olduğu bilinmektedir ve Asbağ, onun
batıl olacağı görüşündedir. Hal böyle olunca, iki bakış açısı karşı karşıya
gelmiş ve onların dayandıkları temel de ortaya çıkmış oldu.
Kaldı ki ayrı ayrı ele
almanın mümkün olması durumunda bu iki kasdı birbirinden ayırmanın gereğini
savunan görüş daha uygundur. Çünkü bu yaklaşımı destekleyen deliller
bulunmaktadır. Mesela Kur'an'da: "(Hac mevsiminde iken) Allah'ın lütfundan
istemenizde size bir günah yoktur"[Bakara 198] buyrulmaktadır.
İbnu'l-Arabi, sıkıntılardan kurtulmak için haccetmenin ya da hicrette
bulunmanın, peygamberlerin adetlerinden olduğunu söylemiştir. Nitekim
İbrahim'in [a.s.} "Doğrusu ben, Rabbime gidiyorum; O beni doğruya
eriştirecektir"[Saffat 39]; Hz. Musa'nın: "Bu yüzden sizden korkunca
aranızdan kaçtım"[Şuara 21] dediklerini Yüce Allah bildirmektedir. Hz.
Peygamber'in gözünün aydınlığı namazda kılınmıştı ve o, dünyevi yorgunlukları
üzerinden atmak için namaz kılar ve böylece dinlenirdi. Nimeti, lezzeti namazda
idi. Hal böyle iken, onun bu niyetle namaza girmiş olması, o namazın ihlasını
ortadan kaldırır denilebilir mi? Hayır, asla! Aksine bu kasıt, onda bir
kemaldir ve ihlasa götürücüdür. Sahih'te de Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Ey
gençler! Sizden gücü yetenler evlensin. Çünkü o, gözü harama bakmaktan, edep
yerini de zinaya düşmekten daha iyi koruyucudur. Kimin gücü yetmezse o da oruç
tutsun. Çünkü oruç kendisi için bir kalkandır" buyurmuştur.
İbn Beşkuval, Ebu Ali
el-Haddad'dan nakleder: Kadı Ebu Bekir b. Zerb'in huzurunda idim. Tabiblik
yapan birisine, daha önce hiç bulunmayan mide zaafından ve hazımsızlıktan
şikayette bulundu ve ilacı olup olmadığını sordu. Tabip, oruca devam etmesini
ve böylece midesinin düzeleceğini söyledi. Kadı ona: "Ey Ebu AbdiHah! Bana
başka bir şey söyle. Ben nefsime, sadece Allah rızası için olmadıkça oruç
tutmakla işkence etmek istemem. Hem benim pazartesi ve perşembe günleri oruç
tutmak adetim var ve onları bir başka güne almak da istemem" dedi. Ebu Ali
der ki: O mecliste, ona Hz. Peygamberin bu hadisini hatırlattım. (Veya o şöyle
der:) O mecliste ona bu hadisi hatırlatmaktan korktum. Sanıyorum ona bu hadisi
başka bir yerde hatırlatmıştım da, o da hadisten dolayı tabibin öğüdünü kabul
etmişti.
Hz. Peygamber [s.a.v.]
bir adamı bir geçitte gözetlemede bulunması için göndermişti. Adam gözetleme
sırasında namaz kılmaya koyuldu. Halbuki o geçitte bulunuşundan maksadı sadece
bekçilik ve gözetlemede bulunmak idi.
Bu anlamda hadisler
çoktur. Bu konuda yeterli olabilecek bir kaç tane örnek hatırlatalım: İmam,
cemaatle namaz kıldırırken, cemaatin halini kollamak durumundadır ve bu arada
hadiste belirtildiği üzere mesela sonradan gelenin rükua yetişebilmesi için onu
rükuda beklemelidir. Gerçi bu hadisle İmam Malik am el etmemiş ise de,
başkaları amel etmişlerdir. Yine, cemaat içerisinde bulunacak yaşlı, zayıfve
iş-güç sahibi kimselerden dolayı namazın hafiftutulması istenilmiştir. Hz.
Peygamber: ''Ağlayan bir çocuk sesi duyunca, annesinin sıkıntıya düşeceği
endişesi ile namazı kısa keserim" buyurmuştur. Namazda iken selamın
alınması, müezzine eşlik edilmesi ve namazın hakikatinin dışında kalan diğer
benzeri şeyler gibi. Bunlar namaz kasdından ayrı başka bir kasıtla yapılmış
şeylerdir; bununla birlikte onların bulunması namazın ihlasını
zedelememektedir.
Eğer bir ibadeti
yaparken, ona yönelik niyetimize başka herhangi bir şeye ait niyetimizi
karıştırdığımızda ihlas zedelenecek olsaydı, o ibadet işlenirken bir başka
ibadetin de bu arada işlenilmiş olması gibi bir niyetin bulundurulması dahi
ihlası ortadan kaldırmış olurdu. Mesela nafile namaz kılmak, farz namazı
beklemek, insanlara zarar vermemek ve meleklerin istiğfarına nailolmak için
mescide gelen bir kimsenin durumunu ele aldığımızda, bu kimsenin her bir kasdı,
diğeri ile karışmakta ve onu sırf o amel için olmaktan (ihlastan)
çıkarmaktadır. Böyle bir sonuç ise ittifakla doğru değildir. Aksine, amel bir
olmakla birlikte, bu niyetlerden her biri başlı başına sahihtir; çünkü hepsi de
şer'an övgüye değer şeylerdir. İbadet dışı izin verilmiş şeylerde de durum
aynıdır; çünkü şer'i izinde müştereklik göstermektedirler. Nefse ait olan
hazIarın ibadetlerle bir arada bulunmasının caiz olmaması için, o hazzın asli
konumu itibarıyla ibadete ters düşecek bir özellik arzetmemesi gerekir:
Konuşmak, yemek, içmek, uyumak, gösteriş yapmak vb. gibi. Aralarında bir
terslik bulunmayan hazIara gelince, nasılolur da ibadete yönelik ihlası ortadan
kaldırabilir? Böyle birşey söylemek uygun değildir. Şu kadar var ki, ibadet
kasdının diğer dünyevi şeylere yönelik kasıttan tamamen arındırılmasının daha
uygun olacağında herhangi bir tartışma yoktur. Bu yüzden de, dünyevi şeylere
yönelik kasdın ibadet kasdına baskın gelmesi durumunda, hükmün baskın gelene
ait olacağı ve o şeyin ibadet sayılamayacağı; ibadet kasdının daha ağır basması
durumunda da hükmün o doğrultuda olacağı belirtilmiştir. Bu durumda tercih,
mesele ile karşı karşıya kalan müdehidin takdiri doğrultusunda olacaktır.
(3) Mürailik anlamına gelen
ameller. Bunun esası şudur: Bir insan yapmış olduğu ibadetle mal ya da makam
elde etmeyi amaçlıyorsa, bu şer'an yerilmiş olan riya olmaktadır. Bu tür
ameller içerisinde en kötüsü, mallarını ve canlarını korumak için sadece dış
görünüş itibarı ile İslam'a girmiş olan münafıkların amelleridir. Bunu, sırf
dünya çıkarlarını elde etmek amacıyla ibadette bulunan mürailerin amelleri
takip eder. Bunların hükmü bellidir; dolayısıyla sözü uzatmanın bir gereği
yoktur.
FASIL:
İkinci kısma gelince, bu
amelin kullar arasında cereyan etmekte olan adetlerin düzene sokulması yönünde
işlenmesi idi. Nikah, alış-veriş, icare ve benzeri Şari' Teala'nın kendileriyle
kulların acil maslahatlarının gerçekleştirilmesini istediği bilinen ameller
gibi. Bunlar da Şari'in ortaya koyduğu ve emir ve yasaklarda gözönünde
bulundurduğu bir hazdır ve bu durum, bunlar için konulmuş bulunan kanunlardaki
kasdından anlaşılmaktadır. Durumun mutlak surette böyle olduğu bilinince, o
hazzın bu yönden talepte bulunulmuş olması, Şari'in kasdına muhalif olmaz;
aksine doğru ve yerinde bir talep olur. Bu bir yaklaşım.
İkinci bir yaklaşım daha
var: Eğer muamelat dediğimiz bu tür amellerde, haz talebi o ameli işlemeye
yönelik kasıt ve talebi zedeleyecek olsaydı, o takdirde niyetin şart koşulması
ve emre uymuş olma kasdının bulunması hususunda muamelat ile, namaz, oruç ve
benzeri ibadetlerin aynı olması gerekirdi. Halbuki bütün alimler muamelat
konusunda niyetin şart olmadığında görüş birliği içerisindedirler. Hazza
yönelik kasdın, o hazzın ortaya çıkmasına sebebiyet verecek amellerin sıhhatini
zedelemeyeceği konusunda bu kadarı yeterlidir. Hatta farzetsek ki, bir adam
evliliği ile mürailik yapmak veya iffetli kimselerden sayılmasını temin etmek
için ya da daha başka bir amaçla evlenmiş olsa; onun bu evliliği sahih
olmaktadır. Çünkü nikahta, bir nikah olması hasebiyle ibadet niyetinin
bulunması şartı koşulmamıştır ki, istenilen niyeti riya ya da benzeri amaçlarla
ihlale uğramış olsun. Kendileriyle sadece Yüce Allah'ın tazimi kastedilen
ibadetlerde ise durum farklıdır.
Bir üçüncü yaklaşım daha
var: Eğer bu gibi amellerde haz talebinde bulunma caiz olmasaydı, bunlarla
insana nimet ve ihsanda bulunulduğunu belirten ayet ve hadisler bulunmaz dı. Bu
konuda bazı örnekler şunlardır:
"İçinizden,
kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet
var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir"[Rum 21]; "Size geceyi
dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü çalışasınız diye aydınlık olarak yaratan
Allah'tır"[Yunus 67]; "O yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina
kıldı. Gökten su indirip, onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi
... "[Bakara 21]; "Allah dinlenmeniz için geceyi ve lutfedip verdiği
rızkı aramanız için gündüzü meydana getirmiştir. Bunlar O'nun rahmetinden ötürüdür"[Kasas
73]; "Geceyi bir örtü yaptık; gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık ...
"[Nebe' 10]
Bu anlamda sayılamayacak
kadar ayet vardır.
Sadece bir yükümlülük
getiren ayetlerin sevki sırasında, kullara onlarla bir ihsan ve iyilikte
bulunulmuş olduğu belirtilmez. Çünkü teklif aslında bir külfettir ve
alışılagelmiş şeylere muhalif bir özellik arzeder, heva ve hevesleri bir tarafa
iter. Namaz, oruç, hac ve cihad gibi Ancak "Savaş hoşunuza gitmediği halde
size farz kılındı" buyruğundan sonra "İhtimal ki hoşlanmadığınız şey
sizin iyiliğinizedir"[Bakara 216] gibi buyruklar bundan istisna teşkil
eder. Nefislerin meylettiği, tatmin olduğu; istifade ye nefsani lezzet
kapılarını araladığı, mevcut gıda ve deva gibi ihtiyaçlarını giderdiği;
zararları uzaklaştırdığı ... şeylere gelince, bunları zikrederken, onların
Allah'tan kullarına birer nimet ve ihsan olduğunu söylemek uygun düşer. Durum
böyle olunca, bu açıklamadan, o amellerin bize bir nimet olduğu belirtilen
açıdan işlenmiş olmalarının sahih olması gerekecektir. O amelin bu şekilde
işlenilmiş olması, kulun kulluğunu zedelemeyecek; Allah'ın Rablik hakkını da
eksiltmeyecektir. Ancak onlar, bu tür amellerin arkasından nimetin sahibi olan
Allah'a şükretmekle memurdurlar. Bu da sahih bir yaklaşımdır.
SORU: Bu durumda, bu tür
amellerin hazIardan soyutlanmış olarak işlenmiş olması da zedeleyici olur; zira
Şari'in kasdından anlaşılan bu tür amellerde hazzın ortaya konulması ve bununla
da onlara ihsanda bulunduğunu belirtmesidir. Böyle bir şey ise, daha önce geçen
değerlendirmelerden ötürü kesin olarak doğru olamaz.
CEVAP: O amelleri emre
uymuş olmak ya da izne riayet etmiş olmak açısından işlemiş olması hasebiyle,
haz onlar içerisinde zımnen ve dolaylı olarak ortaya çıkmış oldu. Çünkü, Şari'
mesela nikahı mendup kılmıştır. Şimdi kulun, mendup olma noktasından hareketle
ve eğer mendup olmasaydı işlemeyecekti şeklinde nikah yapması durumunda, onun
nikahı o noktadan hareketle yapmış olması durumunda, onu haz açısından da
işlemiş gibi olmaktadır. Çünkü Şari' Teala, nikah ile insan neslinin türemesini
istemiştir. Sonra bu kasda, şehevi yönden tatmin olma gibi lezzetlerin
varlığını, mükellefin büyük hazlar duyacağı nimetleri tabi kılmıştır. Bu
durumda helal yoldan istifade, Şari'in kastetmiş olduğu şeyler cümlesinden
olmaktadır. Dolayısıyla Şari'in bu kasdını gözönünde bulunduran bir kimse,
hazIarından (heva ve heveslerine uymuş olmaktan) uzak bulunmuş olur. Bununla
birlikte onun kasdı neticesinde hazlar da peşinden gelir. Onunla, nikahla
bizzat kadından istifadeyi kasdeden kimse arasında bir fark kalmaz ve Şari'e
karşı kasıt yönünden bir muhalefet de bulunmaz. Aksine iki yönden muvafakat
vardır:
(1) Şari'in kabul
etmelerini istediği birşeyi -ki kadından istifade oluyor- kabul etmiş olma
yönünden muvafakat vardır.
(2) Mükellefin güzel
edep bakımından da Şari'in emrini genel anlamda dikkate almış olması gerekir.
Mükellef evlenmiş olmakla, Şari'in emrine icabette bulunmuş olmakta ve böylece
O'na karşı edebini takınmaktadır. Üstelik Şari'in mükellefin hazzının meydana gelmesine
yönelik kasdı da yerine gelmiş olmaktadır. (Üçüncü bir muvafakat da) emre uymuş
olma kasdında, neslin türemesine yönelik olan asli maksada yöneliş de
bulunmaktadır. Kişi emre uymuş olmakla, Şari'in bu kasdına da icabette bulunmuş
olmaktadır. Sadece-haz talebinde bulunmanın ise bu meziyeti yoktur.
İTİRAZ: Bu şekil üzere
haz talebinde bulunan kimse kınanmıştır. Zira emirde bulunan Şari'in kasdını bu
açıdan ihmal etmiş olmaktadır.
CEVAP: Hayır, mutlak
anlamda ihmal etmemiştir. Çünkü bu hazIara ulaşma için genel anlamda işi
Allah'a havale edince, onun için Şari'in kastetmiş olduğu şeyin gereği de
zımnen kendisi için meydana gelmiş olur. Bu durumda hazIarını elde etme
konusundaki mükellefin kasdı, Şari'in asli kasdına ters düşmüş olmaz. Sonra bu
hazIarın hükmü içerisine giren, (zımnen ve sünnetüllah gereği) normal şartın
hükmü altına girmiş olacaktır. Yani nikah ile sadece kadından istifadeyi
kasteden bir kimse, bunun sonucunda çocuğun olacağını ve onun terbiyesiyle
uğraşacağını, onun ve ailenin maslahatlarını teminI e yükümlü olacağını
bilmektedir. Keza o, bu işi normal yolundan gerçekleştirdiği zaman zevceye
karşı nafaka yükümlülüğünün doğacağını ve onun ihtiyaçlarını karşılamak zorunda
olacağını da biliyordu. (Bu haliyle o zımnen de olsa, Şari'in nikahtan gözetmiş
olduğu üreme şeklindeki asli maksadı dikkate almış olmaktadır). Ancak şu iki
kasıt birbirine eşit değildir.
(a) Daha başlangıçta
emre uymuş olma kasdı ve hazIarın zımnen gerçekleşmiş olması.
(b) Daha başlangıçta
hazIarın elde edilmesi kasdı ve emre uymuş olma kasdının ise zımnen
gerçekleşmiş olması.
Bütün bunlardan sonra
ortaya çıkıyor ki, bu kısımda (muamelat) ameller işlenirken haz kasdının
bulunması, o amelin sıhhatini ortadan kaldırıcı bir etki göstermemektedir.
SORU: Farzetsek ki, haz
peşinde olan kimsenin asla emre uymuş olma gibi bir düşüncesi olmasa ve sadece
nefsi hazIarını talepte bulunsa; hatta bu hazIarın kendisine gayrimeşru
yollardan ulaşmasına dahi hiç aldırış etmeyecek bir düşüncede olsa, fakat
istediği hazza ulaşabilmesi için meşru yoldan başka da çaresi bulunmasa; acaba
bu durumda, asli kasıd bunun hakkında da bilkuvve mevcut olur mu?
CEVAP: Böyle bir kimsede
de asli kasıt bilkuvve mevcuttur. Çünkü bu kimsenin hazIarına ulaşabilmesi için
meşru yoldan başka çare bulunmayınca, onu elde edebilmek için meşru olan yola
başvurması asli kasdı gözetmek demek olur. Meşru olan yolun seçilmesi emre
uymuş olma ya da izin gereğiyle amel etmeyi de içerir. Bu ise, her ne kadar
mükellef işin farkında olmasa bile, asli ilk kasıt doğrultusunda hareket etmek
demektir. Bu konu, Şari'in kasdına muvafakat bahsinde geçmişti. Kişinin elde
etmesini istediği şeye karşı olan kasdının Şari'in kasdına uygun gelip
gelmediğine aldırış edilmeksizin heva ve hevesler peşinde nefsi hazlar elde
etmek için yapılan amellere gelince, onun hak ve hakikat ile hiçbir ilgisi
yoktur ve durumu gayet açıktır; durumunu aydınlatıcı tanıklar ise daha da
açıktır.
SORU: Kişinin muhalefet
kasdıyla amelde bulunması durumunda, onun hak ile değil de heva ve hevesler
gereği işlemekte olduğu açıktır. Muhalefet kasdı olmaksızın işlediği amelleri
ise mutlak surette heva ve heves doğrultusunda işlenmiş olmayacaktır. Daha önce
bilmeksizin işleyen ve bu yüzden Şari'in emrine muhalefet etmiş olan bir
kimsenin hükmünün, unutarak işleyen kimsenin hükmü gibi olduğu ve o kimsenin
amelinin mutlak surette heva ve hevesle işlenmiş sayılmayacağı geçmişti.
Bilmeyerek işlenen ve Şari'in emrine uygun düşmesi durumunda ise, onun amelinin
genelolarak sahih kabul edileceği ileride gelecektir ve bu halde de ameli heva
ve hevesler saiki ile işlenmiş olmayacaktır. Buna göre heva ve hevesler
doğrultusunda amel eden bir kimse şayet Şari'in emrine tesadüfen uygun hareket
etmiş olursa, ona niçin heva ve hevesle amel etmiştir diyorsunuz; oysa ki bu
adam Şari'in kasdına uygun düşmüştür ve az önce geçtiği gibi Şari'in emrine
uygun düşme, o hazzı övgüye değer kılıyordu. Bu durumda ne diyeceksiniz?
CEVAP: Kişinin amelini
muhalefet kasdı olmaksızın işlemesi durumunda bundan mutlaka Şari'in kasdına
uygun düşmüş olma gibi bir netice lazım gelmez; aksine karşımıza üç ihtimal
çıkar:
(1) Muvafakat kasdı
bulundurmuş olabilir. Bu durumda:
(a) Mutlak isabet
kaydetmiş olabilir. Mesela, ilmine uygun olarak amel eden bir alimin durumunda
olduğu gibi. Bunda bir problem yoktur.
(b) Veya tesadüfen
isabet kaydetmiş olabilir.
(c) Veya isabet edemez.
Bu son iki kısım altına bilgisizce bir amelde bulunan kimse girer. Çünkü cahil
bir kimse kendi düşüncesine göre amelin öyle olduğu, am elin kendi teşebbüs
ettiği şekilde izin verilmiş olduğu zannında bulunur ve bu haliyle o, muhalefet
kas dı taşımaz. Ancak bu durumda olan cahil, o amel konusunda ihmal göstermiş
kabul edilir ve bu yüzden sorgulanır. İhmalkar kabul edilmemesi durumunda ise
sorgulanmayabilir ve ameli uygun düşmüş ise geçerli kabul edilebilir de.
(2) Şari'in emrine
muhalefeti kastetmiş olması durumunda ibadetler konusunda ister uygun düşsün
isterse muhalif, muhalefet gösterdiği şeye asla itibar edilmez. Çünkü mutlak
surette kasda muhaliftir. Muamelat konusunda ise, asılolan muhalif düşenlerin
değil de uygun düşenlerin dikkate alınmasıdır. Çünkü sıhhati için niyet şartı
bulunmayan amellerin, şer'i kasda uygun ya da ters düşmüş olmasının bir önemi
'yoktur. ,Önemli olan meşru şekle uygun düşüp düşmemesidir. Mesela, bir
kimsenin fasit niyetiyle bir akitte bulunması veya şarap zannıyla gülşuyu
içmesi gibi. Ancak böyle bir kimsenin Şari'in kasdına muhalefet etmesinden
dolayı günah gerekecektir.
(3) Ne muvafakatın ne de
muhalefetin kastedilmemesi durumunda ise, amel sadece sırfhaz kasdı ya da
gaflet üzere işlenmiş olacaktır. Mesela, ne işlediğini bilmeyen ya da ne
işlediğini bilmekle birlikte sadece peşin hazlar arkasında olan, o şeyin meşru
olup olmadığına aldırmayan kimsenin ameli gibi. Bu gibi ameller, eğer ibadetler
kısmından ise sahih olmazlar; çünkü emre uyma niyeti bulunmamaktadır. Bu yüzden
de unutan, gafıl bulunan ve aklı başında olmayan kimseler mükellef tutulmazlar.
Eğer muamelat kısmından ise ve Şari'in kasdına da uygun düşmüşse sahih olurlar;
aksi takdirde sahih olmazlar.
Bu noktada bir başka
düşünce daha vardır: Şöyle denilir: Maksat bulunmadığına göre, uygun düşüp
düşmeme dikkate alınmaz; çünkü muhalefet hususunda başıboşluk durumu doğar. Bu
bakış açısının neticesi, çocuk, malını evirip çevirme konusunda Şari'in kasdına
uygun düşme endişesi bulunmayan sefih gibi kısıtlılık altında bulunan
kimselerin davranışlarında kendisini gösterebilir. Bu yüzden de, bu gibi
kısıtlılık altında bulunan kimselerin her türlü tasarruflarının mutlak surette
geçerli olmayacağını, kendi maslahatına uygun düşüp düşmeyeceğine
bakılmayacağını söyleyenler olduğu gibi, maslahata ters düşenlerin değil de,
uygun olan tasarruflarının geçerli olacağını söyleyenler de olmuştur. Tabii bu
görüşler, bu konudaki sözünü ettiğimiz bakış açısından kaynaklanmıştır. Buna
göre maslahata mutlak anlamda yönelmiş bulunmak yeterli değildir. Kişi bu
kasdıyla Şari'e muhalif bulunmaktadır. Şöyle de denilebilir:
Kasda ancak, onun neşet
ettiği şeye nisbetle itibar edilir. Burada ise, kasıt bulunmamakla birlikte
Şari'in kasdına muvafakat meydana gelmiştir. Öyle ise netice sahihtir.
FASIL:
Biz burada, muamelattan
olan amellerin, (meşru şekle uygun düşmek kaydıyla) Şari'in kasdına muhalif bir
niyetle işlenmiş olsa bile o sahihtir diyorsak, bunu fukahanın ıstılahına göre
sahihtir demiş oluyoruz. Ancak bu kitapta Hükümler bölümünde sıhhat ve butlan
nev'inde anlattığımız hususları gözönünde bulundurduğumuz zaman ise, Şari'in
kasdına ters düşen her şey mutlak surette batıl olmaktadır. Ancak bu batıllık
orada açıklanan anlamda 0lmaktadır. Allah en iyisini bilir.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: