EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN
ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN
ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / BEŞİNCİ MESELE:
Şeri maksatlara uygun olarak işlenen bir amel ya asli maksatlar
dikkate alınarak işlenmiştir ya da tabi maksatlar. Bu iki ihtimalden her biri
üzerinde durmak ve ayrıntıları hakkında söz etmek gerekir. Her bir kısım
üzerinde ayrı ayrı duralım:
Eğer amel, asli
maksatlar gözönüne alınarak işlenmişse, o amelin
mutlak surette sahihliği ve noksanlıklardan uzaklığı hakkında en ufak bir
problem yoktur. Bu hem hazdan soyutlanmış amellerde, hem de haz içeren
amellerde böyledir. Çünkü o amelin konuluşu sırasındaki Şari'in
gözettiği maksada uygun düşmüştür. Zira daha önce de geçtiği üzere, Şari'in teşrideki maksadı, mükellefin ihtiyari olarak da kulolabilmesi için onu arzu ve heveslerinin peşine
takılmaktan kurtarmaktı. Bu kadarı burada yeterlidir.
Bu esas üzerine kaideler
ve çok sayıda fıkhi anlayışlar kurulur:
Bunlardan bir tanesi de
şudur: Asli maksatların dikkate alınması durumunda, işlenen am
el daha ihlaslı olur ve o amelin ibadete dönüşmesi
daha kolayolur; öbür taraftan sırf kulluk vechesini değiştiren hazIarın
katılım durumundan daha da uzaklaşılmış olur.
Şöyle ki: İnsanın
hazzının, sadece onun hazzı olması açısından dikkate alınması vacip değildir.
Bu, "Şari'in o hazzı mükellefiçin
ortaya koyması ve mükellefin ona iltifatta bulunmasını mübah
kılması, Yüce Allah'ın kuluna karşı sırf bir inam ve ihsanı neticesinde
olmaktadır; zira kulların maslahatlarını gerçekleştirmek Allah üzerine vacip
değildir," görüşünü benimsediğimizde böyledir. Bu aklen vaciplik görüşüne
göre de böyledir. Emir, yasak ya da izne sırf uymuş olma kasdı,
sadece Şari'in hitabına yönelmiş olma hakkında her
amacın gerçekleşmesi için yeterlidir. Ona uygun olarak ve çağrısına icabette
bulunmuş olmak için amel eden kimse, hazdan uzak olur ve onun fiili zaruriyyat ve onu çevreleyen (tamamlayıcı unsurlar) üzere
işlenmiş olur; sonra o fiilin altında kısmen kendi hazzı da bulunur. Hatta onun
bu hazzı, şer'an başkalarının hazzından da önce
gelir.
İnsan, emre uymuş olmak
için ya da emrin illetini gözönünde bulundurarak
kazanırsa (iktisap) -ki o genelolarak nefislerin
ihyasına ve onlara dokunacak şerlerin uzaklaştırılmasına yönelik kasıt oluyor-
o takdirde kendisi: "Önce kendi nefsinden başla, sonra bakmak la yükümlü
olduğun kimselerden" hadisinde de belirtildiği gibi öne alınmış olur; ya
da kendi hayatı için gerekli olan şeyleri gerçekleştirmiş olması, mesela bir
vacibin gerçekleştirilmesi gibi kabul edilir. Sonra o vacib hakkındaki bakış
açısı, sadece bazı nefislere yönelik olabilir. Bizzat kendi hayatının ya da
bakmakla yükümlü olduğu kimselerin gereksinimlerini, onları yerine getirmekle
mükellef olması açısından temin eden kimsenin durumunda olduğu gibi. Bazen
bakış açısı genişler ve Allah'ın dilediği nefislerin hayatiyetini idame
ettirebilmeleri için kazanma yoluna girer. Bu tutum, en kapsamlı, en övgüye
değer ve sevaba en elverişli yoldur. Çünkü birinci durumda herşey
kendi istediği gibi gitmez ve harcamalarından birçoğu kastetmediği yerlere
gider; kazanma amacının dışına çıkar. Bununla birlikte onun işlerin tedvir ve
tedbirini Allah'a havale etmemiş olması ona zarar vermez. İkinci tavrı gösteren
kimse ise, gerek kasdını gerekse davranışlarını tamamen
herşeye kadir olan Allah'ın eline havale etmiş ve
kendindeki az şeyle sayısız kimselerin faydalanmasına niyet etmiştir. Bu,
kulluğun ihlasla gerçekleştirilmesi konusunda
yapılabilecek son noktadır ve bu arada kişi, kendi hazIarından
da birşey kaçırmış olmayacaktır.
Amelin işlenmesi
sırasında tabi maksatların dikkate alınmış olması ise böyle değildir. O
durumda, bu belirttiğimiz şeylerin büyük çoğunluğu ya da tamamı kaybolur. Çünkü
böyle bir tavırda kişi sadece mesela, açlık ya da susuzluğun ortadan kalkmasını,
soğuktan korunmuş olmayı, şehvetinin tatmin edilmesini ya da mücerred mübahtan zevk almış
olmayı kasteder. Bu kasıt -her ne kadar caiz ise de- bir ibadet değildir ve
yaptığı bu gibi davranışlarda Şari'in asli kasdı gözetilmiş değildir. Kişi bu haliyle heva ve heveslerinden soyutlanmış olmaz. Eğer Şari'in kas dı dikkate alınmış
olsaydı, bu fiiller emre uyma (taat, imtisal) halini
alırdı ve daha öncede geçtiği gibi, hitabın gereğine yapışma mahiyetine
dönerdi. Böyle bir durum olmayınca, fiilin işlenmesine iten motifin sadece
şahsi hazIara riayet olduğu ortaya çıkar.
Bu meselenin bir yönü.
İkinci bir yönü daha
var: Asli maksatlar, başka hiçbir şeye iltifat etmeksizin sadece emir ve yasağa
riayet etme anlamına gelir. Bu tavır -hiç kuşkusuz- emre itaat ve emredilen
şeye başka bir amaç bulunmaksızın uymuş olma demektir. O bu tavrı sergilerken
şöyle düşünür: Kendisi, efendinin diğer kölelerini evirip çevirmek için
görevlendirdiği bir kölesidir ve onların ihtiyaçlarının efendinin dilediği
doğrultuda kendilerine ulaşması için kendisini bir vasıta olarak
kullanmaktadır. Bu kişi de, sadece emri dikkate almış olma noktası haricine
çıkmış olmuyor; sırf kulluğun gereği olarak amel ediyor ve kendi şahsi hazIarını düşürüyor; sanki onun kendi hazIarını
bizzat efendinin kendisi üstlenmiş oluyor. Kendi hazIarı
için hareket eden kimse ise, yaptıklarını sırf emrin gereği olarak yapmamakta;
emrin amacının değerlendirilmesi açısından da işlememektedir; aksine kendi
hazzını ya da hazIarından haz duyduğu kimselerin hazIarını gerçekleştirmek açısından hareket etmektedir. Bu
durumda olan bir kimse, emre uymuş olsa bile, kendi nefsi yönünden uymakta,
dolayısıyla onun hakkında tam anlamıyla ihlas
bulunmamakta; neticede işlenen bu amelin ibadet görünümü alması mümkün
olmamaktadır. Emre uymuş olma durumunun bulunmaması halinde bu, kulluk
görevinde ihlaslı olma bir tarafa, açıkça onun ifasına
yönelik bir kasdın dahi bulunmaması anlamına gelir.
Bazen emir ya da yasak, bir ibadet şeklinde değil de adet şeklinde telakki
edilir ve işlenir. Bu da, şahsi hazIara yönelik olan
talebinin baskın gelmesi durumunda olur. Bu ise bir noksanlıktır.
Üçüncü bir yön daha var:
Amellerini asli maksat doğrultusunda işleyen kimse, gerçekten ağır bir yük
altına girmiş ve büyük bir görevi sırtlamış olmaktadır. Böyle bir yük altına genelolarak hazlar peşinde koşan insanların girmesi mümkün
değildir. Onlar hazIarını daha hafifyollardan
ararlar. Bunun da sebebi şudur: Bu iş, mükellef üzerine dilese de dilemese de
gelen, Yüce Allah'ın kullarından kendisine yakın kıldığı kimselere nasip ettiği
bir haldir. Bu yüzdendir ki, nübüvvet (peygamberlik) amellerin en büyük ve en
ağırı olmuştur. Nitekim Yüce Allah bu hususu belirtmek üzere: "Doğrusu
sana, kaldırılması güç bir söz vahyedeceğiz"[Müzemmil 5] buyurmuştur. Böylesine birşey,
ancak ona ait ek bir külfetle gerçekleşir. Hazlar peşinde koşan kimse ise böyle
değildir; o kendi için çalışmış olmaktadır. Rabbi için çalışanla, kendisi için
çalışan elbette bir olmayacaktır. Birincisi, üzerine yük yüklenmiş (mahmüD kimse, ikincisi ise
kendisi için çalışan kimsedir. Bu yüzdendir ki, hazlar peşinde koşan insanların
öyle ağır yükler altına girdiğini pek göremeyiz. Eğer bu hali iddia eden birisi
çıkarsa, o makama sahip kimselerin yaptıkları şeyleri ondan iste; eğer hakikaten
onları yerine getiriyorsa, dediği gibidir. Aksi takdirde o yalan söylemektedir;
iddiasının doğruluğu çok nadir olacaktır. Asli maksatlar doğrultusunda hareket
eden kimsenin yük yüklenmiş kimse olması ihlas
görüntülerinden biri olmaktadır. Hazlar peşinde olan kişi, böyle bir yükün
altına ancak hazzını telafi ölçüsünde girebilir. Haz bulunmamakla birlikte
fiili işlemişse, onda asli maksada yönelik kasıt mevcut demektir; bu durumda ihlasının bulunduğu ortaya çıkar ve amelleri ibadet haline
dönüşür.
İTİRAZ: Biz, kendi hazIarı peşinden koşan nice kimselerin, dindar kimseler
içerisinde en yüksek mertebelere ulaştıklarını görüyoruz. Hatta bizzat bütün
peygamberlerin efendisi olan Rasulullah'ın [s.a.v.]
dahi, güzel koku, kadın, tatlı, bal gibi şeyleri sevdiğini, (koyun) budundan
hoşlandığını, kendisi için tatlı kaynak suları arandığını ve nefsin hazIarına tabi olma anlamı içeren benzeri şeylerin onda
bulunduğunu biliyoruz. Zira o, bildiğimiz kadarıyla arzuladığı helal şeylerden
geri durmuyor; aksine eğer bulursa bu gibi helal şeylerden istifade ediyordu.
Bununla birlikte o, dinde en yüce mertebede bulunmaktadır; insanlar içerisinde
en muttaki ve en temiz olanıdır; ahlakı Kur'an
ahlakıdır. Bu işin bir tarafı. Bir de öbür tarafı var:
Biz yine görüyoruz ki, bazı insanlar tamamen şahsi hazları bir tarafa bırakarak
kendilerini tamamen başkalarının hizmetlerine veriyorlar ve güçleri ölçüsünde
ve kulların maslahatlarını gerçekleştirme yolunda sıdk ile çalışıyorlar.
Bununla birlikte, onların ahirette hiçbir nasipleri
yoktur. Mesela, hıristiyan vb. ruhbanlarının
birçoğunda olduğu gibi. Bunlar, dünyadan el-etek çekiyorlar ve ona hiçbir
iltifatta bulunmuyorlar; dünyevi şeyler hatırlarından bile geçmiyor; ibadeti ve
insanlara hizmeti kendileri için bir prensip haline getiriyorlar ve hayatlarını
buna adıyorlar; öyle ki, bunun sonunda insanlar içerisinde birer aziz
oluyorlar. Bununla birlikte onların bütün bu yaptıkları, kökten batıl olan bir
temel üzerine kurulu oluyor. Bu iki uç arasında ise, onlardan birine diğerinden
daha yakın sayılamayacak kadar orta yolcu tavırlar vardır.
CEVAP: Bu itiraza iki
açıdan cevap verilecektir.
BIRINCISI: Bu sanılan
şeyler dış görünüşlerle ilgilidir. İşin içyüzü ise, bilinmeyebilir. Mesela el-İskafın, Fevaidu'l-ahbar adlı eserinde, Hz. Peygamber'in [s.a.v.]: "Bana
dünyanızdan üç şey sevdirildi. hadisi hakkındaki
yapmış olduğu açıklamalara baktığınızda, durumun ilk akla geldiği gibi sırf
şahsi haz talebi ile ilgili olmadığı, mutlak hak ve hakikatin talebiyle ilgili
bulunduğunu göreceksiniz. Bu üç şey içerisinden bir tanesinin namaz olması da,
buna bir delildir. Namaz ki, imandan sonra ibadetlerin en üstünüdür. Böylece
diğerleri hakkında da aynı şeyi söylemek mümkün olmaktadır. Sonra bir şeyin
sevilmiş olması, onun şahsi hazlar için istenilmiş olmasını gerektirmez. Çünkü
sevgi, elde olmayan bir gönül işidir. Ancak, ondan kaynaklanan amellere
bakılabilir. Hz. Peygamber'in bu şeylerden, izin açısından değil de sadece nefsani hazIarını tatmin için
istifade etti demek mümkün mü? Bir şeyin izin açısından işlenmesi ise, şahsi hazIardan soyutlanmış olmanın ta kendisidir. En büyük önder
olan Hz. Peygamber [s.a.v.] hakkında, durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığı
anlaşılınca, onun peşinden giden ve velilik mertebesine eren diğerleri hakkında
da durum açıklık kazanacaktır.
Ruhbanlar hakkında ileri
sürülenlere gelince, herşeyden önce biz onların hazIardan soyutlanmış olduklarını kabul etmiyoruz; aksine
onlar tam haz içerisinde ve nefsin heva ve hevesleri
peşinde kendilerini tüketmektedirler. Çünkü insan, bazen daha büyük hazlar elde
edebilmek için daha az derecede olan hazIarını terkedebilir. Nitekim dikkat edilecek olursa, makam elde
etmek için insanların pek çok mallar harcadıkları görülecektir. Çünkü insanın
makamdan alacağı haz, maldan alacağı hazdan daha büyüktür. Bazıları başkanlık
uğruna nice kurbanlar vermekte ve hatta bu yolda kendileri de ölmektedirler.
Ruhbanlar da aynı şekilde, baş olma ve insanların saygısını kazanma hazzına
ulaşabilmek için bazı dünyevi hazIarı terketmiş olabilirler; çünkü arzuladıkları hazlar daha
büyüktür.
Ün yapma, ululanma, baş
olma, insanlardan saygı görme, insanlar içinde makam sahibi olma yanında dünya
nimetlerinin hor görüleceği çok büyük hazlar olmaktadır. Bu, bizim konumuzda
ilk yasak edilmiş olan şeylerdendir. Dolayısıyla böyle bir durumda olan kimse
hakkında söz edemeyiz.
İşte bu yüzdendir ki,
"Riyaset (baş olma) sevdası, sıddikların
kafasından
en son çıkan şeydir" demişler ve vakıa doğru da
söylemişlerdir.
İKİNCİsİ: HazIarı talep etmek; hazIardan arındırılmış olarak yapılabileceği gibi, öyle
olmayabilir de. Aralarındaki fark şudur: Hazza yönelik talebin ilk kaynağı, ya Şari'in emridir veya değildir. Eğer talebin kaynağı Şan'in emri ise, söz konusu talep neticesinde elde edilen
haz, hazIardan arındırılmış ve uzak tutulmuş haz
olacaktır; çünkü ona göre kendi nefsi ile başkaları aynı tutulmuştur. Asli
kasıt doğrultusunda yapmış olduğu ve nefsine yönelik hazlar içeren fiilleri de
aynı şekilde olacaktır. İtirazda ileri sürülen kimsenin durumu böyle
olmaktadır. Kasıt itibarıyla, böyle bir kimsenin elde ettiği şey, haz;
koşturması da, haz peşinde koşturmak sayılmaz. Çünkü fiile iten asıl motifin,
asli kasıt olması durumunda, tabi kasıt onun dallarından biri gibi olmaktadır
ve onun (asli maksat) hükmünü almaktadır. Tabi kasdın
asli kasıtla irtibath olmaması halinde ise, işte o
zaman haz peşinde koşturmaktan söz edilir. Bizim üzerinde söz ettiğimiz konu
ise, böyle değildir.
Ruhbanların ve onlar
gibi olanların durumuna gelince, her ne kadar
konum itibarıyla fasit ise de bu netice bazen onlar için de
tesadüfen bulunabilir. Bunlar manastır ve çilehanelere çekilirler; her türlü
şehvet ve lezzetleri bırakırlar, mabudlarına teveccüh
yolunda nefsani hazIarından
feragat ederler ve bu yolda kendilerini ona yaklaştırabilecek yollardan giderek
yapabilecekleri herşeyi işlerler. (Bu gayeye
ulaştırıcı olup) esbab bildikleri şeylere sarılırlar.
Gerek kendileri ve gerekse halk içinde, dinde hak üzere bulunan birinin yaptığı
şeyleri harfiyyen yerine getirirler. Ben bunların
samimi olmadıklarını söylemiyorum; aksine bunlar kendi inandıkları mabudlarına karşı son derece samimidirler ve muamelede
bulundukları insanlarla ilişkilerinde sı dk ile
hareket etmektedirler. Ne var ki, yaptıkları bütün amelleri kendi yüzlerine
çalınacak ve Allah katında ahirette hiçbir değeri
olmayacaktır. Çünkü onlar tuttukları bu yolu, yaptıkları bu amelleri geçerli
bir temel üzerine oturtmamışlardır. Yüce Allah şöyle buyurur: "O gün
birtakım yüzler zillete bürünmüştür. Zor işler altında, bitkin düşmüştür.
(Bununla birlikte) yakıcı ateşe yaslanırlar. ''[Ğaşiye
2-4] Böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız.
Onların bir mertebe
berisinde, bu ümmetten olup da bid'at ve sapık
mezheplere saplananlar yer alır. Zi'l-Huvaysıra ile ilgili Hariciler hakkında gelen Hz.
Peygamber'in şu hadisini bilirsiniz: 'Bırak onu (öldürme)! Onun öyle adamları
olacaktır ki, sizden biriniz onların namazı karşısında kendi namazını; onların
orucu karşısında kendi orucunu küçümseyecektir ...
" Bu hadislerinde Hz. Peygamber [s.a.v.], onların dış görünüşte gıp ta edilen namazlan; güzel
görülen halleri olduğunu bildirdikten sonra; bu amellerin temelsiz olduğunu
belirtmiş ve onlar hakkında: "Onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden
çıkacaklar" buyurduktan sonra onların öldürülmelerini emretmiştir. Bid'at mezhepler içerisinde bu türden olanlar pek çoktur.
Kısaca diyebiliriz ki,
amellerde ihlas, ancak nefsani hazIann
atılması ve onlardan tamamen arınılması ile mümkündür; ancak o amelin dinde
sahih, sağlam ve Allah katında makbul ve kurtarıcı bir temel üzerine oturtulmuş
olması şarttır. Fasit bir temel üzerine kurulmuş ise, tabii ki bunun aksi
olacaktır. Bu fasit temel üzerine kurulu hazIardan
feragat edilmiş fiiller, çoğu kez aşıklarda bulunur. Aşıkların hallerini inceleyen kimse, sevgililer uğruna ne hazIardan vazgeçildiğini ve onlara karşı insanın
gösterebileceği en mütekamil anlamda ihlas örnekleri verildiğini görecektir.
Şu halde sonuç olarak
diyebiliriz ki, fiillerin asli maksatlar üzerine bina edilmesi durumunda, bu ihlasa daha yakın olacaktır; tabi maksatlar üzerine
kurulması durumunda ise ihlasın yokluğuna daha yakın olunacaktır.
FASIL:
Bu esastan çıkan
kaidelerden biri de şudur: Amellerin asli maksatlar üzerine bina edilmesi,
mükellefin bütün davranışlarını ibadet haline dönüştürür; bu davranışları ister
ibadetler türünden olsun ister adetlerden bulunsun fark etmez. Çünkü mükellef, Şari'in dünya hayatının düzen ve bekasındaki muradını
anlayınca ve bu anlayışı doğrultusunda amellere girişince, o sadece kendisine yöneltile,n talep doğrultusunda amel edecek, terki istenilen
şeyi de terk edecektir. Bu haliyle o, üzerinde bulundukları masIahatların
gerçekleşmesi konusunda eliyle, diliyle ve kalbiyle devamlı halkın yardımında
olmaktadır.
El ile yardım halinde olması,
açıktır.
Dil ile yardım ise, öğüt
vermek, Allah'ı hatırlatmak, bulundukları hallerde itaat içerisinde bulunup,
isyan üzere bulunmamalarını tenbih etmek, niyetlerin
ve amellerin ıslahı gibi ihtiyaç duydukları konularda onları aydınlatmak,
iyiliği em retmek ve kötülüğü yasaklamak, iyilerine
iyilikte bulunulması, kötülerinin ise affedilmesi için duada bulunmak
... gibi yollarla olur.
Kalp ile ise, onlar için
kalbinde bir kötülük saklamaz; aksine onlar için iyi niyet besler,
İslamlıklarından başka hiçbir meziyetleri olmasa bile, onları en güzel
nitelikleri ile bilir, onlara değer verir ve onlar yanında kendi nefsini
küçümser ve benzeri kalble yapılan davranışlarda
bulunur.
Hatta bu konuda, sadece
insan cinsine yönelik kalmaz; bütün canlılara karşı da şefkat duyar ve onlara
karşı son derece yumuşak ve güzel davranır. Nitekim hadisi şeriflerde:
"Her canlıdan dolayı ecir vardır" buyrulmuş; hapsettiği bir kedinin
ölümüne sebep olduğu için azap gören bir kadından bahsedilmiş; başka bir
hadiste de: ''Allah, her müslüman üzerine iyi
davranmayı yazmıştır. Dolayısıyla eğer öldürürseniz, güzel öldürünüz (işkence
vb. çektirmeyiniz)" buyrulmuştur. Benzeri daha pek çok nass
vardır.
Asli maksatlar
doğrultusunda hareket eden bir kimse, kendi nefsi hakkında olan bu işlerde
Rabbinin emrine uymak ve peygamberine [s.a.v.] tabi olmak için amel etmektedir.
Bütün davranışlarında böyle hareket eden bir kimsenin amelleri nasıl ibadet
haline dönüşmez? HazIarı peşinde koşturan kimsenin
amelleri ise böyle değildir. Çünkü o, bütün davranışlarında kendi hazIarına ya da kendi hazIarına
ulaştıracak yollara bakmaktadır. Böyle bir insanın davranışları mutlak surette
ibadet olamaz. Olsa olsa bunun davranışlara, eğer
Allah'a ya da başka bir kula ait hakkı ihlal etmiyorsa mübah
çerçevesinde kalır. Mübah birşeyle
ise Allah'a kulluk gösterilip yaklaşılamaz. Hazzını, Şari'in
emri açısından gerçekleştirmiş olduğunu farzettiğimiz
zaman ise, o amel sadece kendisine nisbetle ibadet
şeklini alır. Böyle bir takdir durumunda, sözkonusu nisbete göre, hazIann peşine
düşmüş olma durumundan çıkmış olur.
FASIL:
Fiillerin, asli
maksatlar doğrultusunda işlenmiş olması, genelde o amelleri vaciplik hükmüne
doğru nakleder. Zira aslı maksatlar vaciplik hükmü etrafında dolaşmaktadır. çünkü bunlar dinde zarurl bulunan
ve ittifakla dikkate alınması gereken esasların korunmasına yönelik şeylerdir.
Durum böyle olunca da, hazIardan arındırılmış
ameller, genel vasıflı şeyler etrafında döneceklerdir. Daha önce de geçtiği
gibi, cüzı olarak ele alındığında vacip olmayan bir
şey, külli olarak ele alındığında vacip olmaktadır. Burada kişi, cüzı açıdan mendup ya da mübah olan bir hususta, külli bir yaklaşımla amelde
bulunmaktadır ve o şeyin ihlali durumunda düzen de bozulmaktadır. Böyle bir
durumda olan kişi, vacibi işliyor sayılır.
Tabi maksatlar üzerine
kurulması halinde ise amel, cüzı bir masIahat üzerine kurulmuş olmaktadır. Cüzı
bir masIahat vaciplik hükmü gerektirmez. Dolayısıyla
tabi maksatlar üzerine kurulu ameller, vaciplik hükmünü gerektirmezler. Bazen
amel ya cüzı açıdan, ya da aynı anda hem külli hem de
cüzı açıdan mübah olabilir;
bazen de cüzı açıdan mübah,
külli açıdan ise mekruh ya da haram olabilir. Bu konunun izahı "Hükümler
bahsi"nde geçmişti.
FASIL:
Asli kasıt, mükellef
tarafından gözönünde bulundurulması durumunda, Şari'in amelde gözetmiş olduğu masIahatın
ce Ibi ya da mefsedetin defi gibi her türlü maksatları içerir. Çünkü
aslı kasıt üzere amelde bulunan kimse, sadece Şari'in
emrine uymuş olmaktadır. Bunu da ya O'nun kasdını
anlaması sonucunda ya da sırf emre uymuş olmak için yapmaktadır. Her iki duruma
göre de, Şari'in kastetmiş olduğu şeyi gözetmektedir.
Şari'in kasdının; en kapsamlı, en öncelikli ve en uygun maksat
olduğu; safi nur olup, ona herhangi bir garaz ya da haz karışmadığı sabit
olduğuna göre, amellerini bu doğrultuda işleyen kimse, o ameli tam, eksiksiz, safve en uygun biçimde işlemiş olmakta; içerisine başka
herhangi birşey karışmamakta ve Şari'in
muradından noksan da kalmamaktadır. Bu haliyle o, yaptığı bu amel karşılığında
sevap almayı hak etmiştir.
Tabi kasıt üzerine
işlenen amellerde ise, bu saydıklarımızdan hiçbiri yoktur. Çünkü emir ya da
nehyin ya da amellerin şahsı hazlar güdüsüyle işlenmesi, onun niyetini
mutlaklıktan ve bütün insanlığı kapsayacak genellikten çıkarmıştır; dolayısıyla
birinci türden ameller gibi değerlendirilmesi mümkün değildir.
Bunun dayanağı
"Ameller ancak niyetlere göredir" kaidesi ile Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] şu buyruğu olmaktadır: ''Atlar üç kısımdır; bir kısmı sahibi için yük;
bir kısmı sahibi için örtü; bir kısmı da sahibi için ecirdir. Sahibine ecir
olan ata gelince: Bir kimsenin Allah yolunda müslümanlar
için çayır ile bahçede bağlayıp beslediği attır. At bu çayırdan veya bahçeden
ne yerse, yediği şeyler adedince sahibine hasenat yazılır. Ona atın pislikleri
ile bevlleri sayısınca dahi hasenat yazılır. At ipini
koparır da bir veya iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri
miktarınca hasenat yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken,
sulamaya niyeti olmadığı halde, o nehirden su içerse, Allah sahibine onun
içtiği su yudumları miktarınca hasenat yazar." Hadiste böyle bir atın,
asli kasıt sahibi için ecir olduğu belirtilmektedir. Çünkü o, atı beslemekle
Allah'ın rızasım kastetmiştir. Bu kasıt ise genelolup özellik arzetmez.
Dolayısıyla onun bu tasarrufuyla ilgili olmak üzere ecri (sevabı) de genelolmuş; ecir, sadece atın belli bir şeyine
hasredilmemiştir. Sonra Hz. Peygamber devamla şöyle buyurmuştur: "Sahibine
örtü olan ata gelince: Bu, bir kimsenin başkalarına muhtaç olmamak ve ondan
faydalanmak için bağlayıp beslediği; sonra onun sırtında va
boynunda Allah'ın hakkı olduğunu unutmadığı attır. Bu at onun için bir örtüdür.
" Hadisin bu kısmı da, övgüye değer bulunan şahsı hazlar hakkındadır. Bu
kişi, niyetini genel tutmayıp ?zelleştirince
-ki kendi meşru hazIarına ulaşmak oluyor- hükmü de,
sadece kastetmiş olduğu şeye yönelik olarak daraltıldı ki, o da örtü olması
oluyor. Bu, tabi kasıt sahibi kişinin durumunu temsil ediyor. Hz. Peygamber
daha sonra da: "Gelelim atı kendisine yük olan adama: Bir kimsenin
öğünmek, gösteriş yapmak ve müslümanlara düşmanlık
için bağlayıp beslediği attır. Bu at ona bir yüktür." Bu ise, heva ve heves e tabi olmadan kaynaklanan yerilmiş hazlar
peşinde olan kimseyi temsil etmektedir. Burada, böyle biri hakkında söz edecek
değiliz.
Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] fiillerine ya da sahabenin veya tabiinin yaşantısına uymak ve onların
izinden gitmek de aslı kasıt üzere am elde bulunma
yerine geçer. Çünkü, bu durumda onun kasdı, uyma konusunda onların kasdım
da kapsamış olacaktır. Bunun tamğı da, uyan kimsenin
niyetini, kendisine uyulan kimsenin niyetine havale etmesinin sahihliğidir.
Nitekim sahabeden bazıları, hac için ihrama girme sırasında "Rasulullah'ın ihrama girdiği hacca niyet ediyorum"
diye kendi niyetini Rasulullah'ın niyetine
bağlamışlardır. Bu, diğer amellerde de hükmün aynı olduğu konusunda bir delil
olur.
FASIL:
Bir diğer husus da
şudur: Amellerin asli maksatlar doğrultusunda işlenmiş olması, taati daha da yüceltir; muhalefet edilmesi durumunda da,
işlenen masiyet daha da büyük hal alır.
Birinci hükmün
doğruluğunu şu şekilde ortaya koyabiliriz: Asli maksatlar doğrultusunda amel
eden kimse, bütün insanların ıslahı ve onlara ulaşacak zararların
uzaklaştırılması için çalışmış olmaktadır. Çünkü fiillerinde, ya bunları
bilfiil kastetmiş olmaktadır ya da nefsini sadece emre uyma altına sokmakla
yetinmektedir. Emre uyma durumunda da, kasdı altına Şari'in o emirden kastettiği herşey
girmiş olmaktadır. Fiili bu durumda işlemesi halinde; ihya ettiği her nefis,
kastettiği her kamu yararı karşılığında mükafatlandırılmış
olacaktır. Böyle bir amelin büyüklüğünde ise asla şüphe yoktur. Bu yüzdendir
ki, bir insanın hayatını kurtaran, sanki bütün insanlığı hayata döndürmüş gibi
kabul edilmiştir. Alim için herşeyin,
hatta denizdeki balıkların bile istiğfar ettikleri belirtilmiştir. Asli
maksatlar doğrultusunda amel etmemesi halinde ise durum böyle değildir. Çünkü o
zaman bunların sevabı ancak kasdı ölçüsünde
olacaktır. Zira ameller niyetlere göredir. Dolayısıyla himmeti ne kadar yüce, kasdı ne kadar geniş olursa, sevabı da o ölçüde büyük
olacaktır. Kasdı genel olmadıkça da, alacağı sevap
ancak kasdı ölçüsünde bulunacaktır. Bu durum açıktır.
ikincisinin izahına gelince, amellerin genel maksatIara
muhalefetle işlenmesi durumunda fail, genel bir bozgunculuk doğrultusunda
hareket ediyor demektir. Bu haliyle o, genelolarak
halkın ıslahı için çalışan kimseye ters bir durum sergilemektedir. Genel ıslah
doğrultusunda gözetilen kasıt neticesinde sevabın büyüdüğü belirtilmişti. O
zaman onun zıddı istikamette faaliyet gösteren birinin de günahı büyüyecektir.
Bu noktadan hareketledir ki, Adem'in ilk kan döken
oğluna, daha sonra meydana gelecek her haksız katilolaylarından
bir pay (günah) ayrılacak ve üzerine yüklenecektir. Haksız yere bir insanı
öldürmek bütün insanlığı öldürmekle eşit tutulmuştur. Kötü bir çığır açan
kimsenin üzerine, o kötülüğün günahı yanında, o çığırdan yürüyenlerin günahı da
(onların günahları eksiltilmeksizin) yüklenecektir.
FASIL:
Bu noktadan bir kaide
daha ortaya çıkıyor: Taat olarak ortaya konulan ve
onları bünyelerinde toplayan esasları araştırdığımız zaman, onların asli
maksatlara yönelik olduğunu göreceğiz. Büyük günahlar üzerinde düşündüğümüzde
de, onların asli maksatlara muhalefet içerisinde oluştuklarını bulacağız. Bu
sonuç, bizzat nasslarla belirtilmiş olan büyük
günahlar ile kıyas yoluyla onlara katılan günahlar üzerinde düşünüldüğünde
-Allah'ın izniyle- gayet açık ve bi düz iye lik arzedecek şekilde
görülecektir.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: