EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Aslında mübah olup, sırf kula yönelik haz içeren bir fiilin, nefsı hazlardan arındırılarak, sırf Allah için işlenmiş hale getirilmesi mümkündür.

 

Çünkü bu tür fiiller ya izin verilmiş (mübah) ya da emredilmiş şeylerdir.

Eğer, verilen izin mükellef tarafından Allah'ın kendisine bir hediyesi olarak telakki edilir ve bu şekilde işlenirse; o fiil şahsi hazIardan arındırılmış olur. Aynı şekilde verilen emre, başka hiçbir şeye bakılmaksızın sırf emre uyulmuş olmak için koşulması durumunda da, fiil nefsı hazIardan arındırılmış olur. Fiil, nefsi hazIardan arındırılınca da, mükellef için bir haz içermeyen birinci kısımdan olan ve şer'an bir karşılığı bulunmayan fiillerle (kendisine yönelik kasıt açısından) eşit hale gelir.

 

Durum böyle olunca, acaba kasıt açısından birinci kısma katılan bu tür fiiller, hüküm itibarıyla da birinci kısmın hükmüne katılabilir mi? Bu konu üzerinde durmak gerekecektir ve konu ile ilgili iki bakış açısı bulunmaktadır:

 

(1)   Kasıt açısından bakıldığında, kendisine eşit olan kısma hükümde de eşit olmalı. Çünkü, burada haz kısmı kasıt ile aynen birinci kısım şekline dönüşmüştür ve o, halka yönelik ve onların yiyeceklerini ve yaşantılarını düzene koymayı amaçlayan bir çeşit ibadetin yerine getirilmesi demektir veya toplum yararlarını gözeten birisi olarak o beytülmal emini ya da kamu malları üzerinde görevli kimselere benzer bir hal almıştır. Nasıl ki, öirinci kısımdan olan fiilleri üstlenen kimselerin, üstlendikleri görevler ya da kullukta bulunduğu ibadetler karşılığında herhangi bir kimseden hediye kabul etmeleri ya da bir bedel almaları uygun değilse, burada da durum aynıdır ve kişinin elinin altında bulunan mallardan ihtiyacından fazla alması caiz değildir. Nitekim kamu velayetini üstlenen kimse (vali) de elinin altında bulunan mallardan ancak yeterli (maruf) ölçüde alabilmekte idi. (İhtiyacından) geri kalan kısmı ise, hediye, sadaka, yardım ve benzeri yollarla karşılıksız olarak dağıtır. Yahut da, alma konusunda kendisini başkalarının yerine koyar ve başkalarının aldığı yerden kendi de alır. Çünkü o, bir başkasının vekili ve onun maslahatlarını gerçekleştirmekle görevli (kayyım) gibi olunca kendi nefsini o kişinin (başkasının) yerine koymuştur. Çünkü nihayet o da, genelolarak yaşatılması istenilen

bir can taşımaktadır; (ihtiyacı kadar alır.)

 

Bu tür davranışlara gidildiği birçok üstün fazilet sahibi kimseden, hatta sahabe ve tabiin neslinden [radıyallahu anhum] nakledilmiş bulunmaktadır. Onlar kazanç elde etme konusunda becerikli, mahir ve bunun çeşitli yollarını bilen ve tatbik eden kimselerdi. Ancak onlar bu işleri, kendi nefisleri için mal biriktirmek ve servet yapmak amacı ile değil; onları hayır yollarında, erdemler uğrunda ve Şari'in teşvikte bulunduğu, İslami geleneklerce güzel bulunan hususlarda harcamak için yapıyorlardı. Onların malları üzerindeki konumları, beytülmal emininin durumu gibi idi. Onlar bu gibi konularda, kendilerinden nakledilen haberlerin belirttiği üzere derece derece idiler. Bu durum onların, kendi şahsi hazIarı için değil de, Allah rızası için çalışır olmaları sebebiyle, bu muameleleri sanki içerisinde sahibine ait asla haz içermeyen ameller gibi işlemiş olmalarını gerektirmektedir.

 

-Haz sabit olacaktır desek de- bunun genel anlamda dikkate alınabileceğine şu husus delildir. İzin verilmiş olması açısından insanın hazzını talep etmiş olması mutlaka ya Allah hakkının ya da yaratıkların hakkının dikkate alınması sonucu olacaktır. Çünkü eğer hazzın talebi, mutlak ve genelolarak şer'i şart ve sebeplerin varlığına, şer'i ecellerin bulunmamasına bağlanmış ise, bütün bunlar, şer'i talep olmaları açısından mükellef için haz içermeyen şeylerdir; dolayısıyla bu durumda kendi nefsi hakkında hazzının gereğinden çıkmış olur. Sonra nefsin hazzına ulaşma yolunda ilerlenirken başkalarıyla yapılan muameleler, muamele sırasında onlara iyilikte bulunulmasını, ölçü ve tartıda hoşgörülü olunmasını, mutlak surette samimi olunulmasını ve nasihatta bulunulmasını, hile ve desisenin her türlüsünün bırakılmasını, şer'i sınırı aşacak ölçüde aldatılmamasını, muamelenin şer'an mekruh görülen birşeye yardımcı olmamasını ve böylece günaha ve taşkınlığa bir yol haline dönüşmemesini ve hazzını talepte bulunan kimseye asla bir hazla dönmeyecek olan benzeri diğer hususların bulunmasını gerektirir. Bu durumda hazzı talep konusunda vaziyet, (genelde) hazzın bulunmaması noktasına dönmüş olur.

 

İnsan, kasıtlı olarak haz talebinde bulunduğu halde durum böyle. Ya bir de amellerinde hazIardan tümden soyutlandığı zaman durum ne olur? Sadece ibadetler ya da sadece adetler değil, her iki kısmında da nasıl ki kişinin, amellerde meşru olanı araştırmak; (ve onu işlemek) karşılığında bir bedel alması caiz olmuyorsa, -ki bu üzerinde icma edilen bir konudur- kasıt ile eşit duruma gelenin hükmü de aynı olacaktır.

 

Yine, bu kasdın bulunmadığını farzetmek, hazzın talebini farz etmeksizin düşünülmesi mümkün olmayan bir şeydir. Durum böyle olunca mesele "vacibin varlığı için gerekli olan şey"in hükmüne dahil olur. Hazzın uzaklaştırılmasını gerektirecek şeyin istenildiği sabit olunca, bu istek için zorunlu olarak bulunması gereken şey de istenilmiş olur. Onun şer'ı bir talep le istenilmiş olup olmaması arasında fark yoktur. Onun hükmü genelde, asla haz içermeyen fiillerin hükmünü aşmaz. Bu açıktır. Mesela Şari' Teala kesin bir tarzda nasihatta bulunulmasını istemiş ve Hz. Peygamber'in "Din nasihattır" buyruğu ile onu dinin esası yapmış, çeşitli yerlerde onu terkedenleri azapla korkutmuştur. Eğer biz nasihatın, bir bedel ya da peşin bir hazza bağlandığını farzedecek olursak; o zaman nasihat, nasihat edenle edilen arasında bir anlaşmanın bulunmasına bağlanmış olacaktır. Bu ise, onun talebinin kesin bir tarzda olmaması neticesine götürür. Yine mesela, başkasını tercihte bulunmak (ısar) menduptur ve onu yapan kimse övgüye layık görülmüştür. Onun bir bedel karşılığında yapılmış olması durumunda, bir başkalarını tercihten (ısar) söz edilemez. Çünkü isann anlamı, başkalarının çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutmak demektir. Bu ise, peşin bir çıkar talebiyle birlikte bir arada bulunamaz. Diğer ibadet ve adetlerle ilgili taleplerde de durum aynı şekildedir. Bu arzedilenler konu ile ilgili nazari bir bakış açısıdır ve ona katılmak mümkündür.

 

(2)   İkinci bakış açısı: Bu tür fiillerin, hükümde asla yani hazza dönük olmaları şeklindedir. Çünkü Şari', bu am eli işleyen kimse için kendisine yönelik bir haz koymuştur ve onu diğerlerinden önde tutmuştur. Dolayısıyla kişi o hakların tamamını yalnız kendi başına kullanmak istese bu caiz olmakta; onları kendi nefsi için biriktirebilmekte, kendi dünya ve ahiret çıkarları için elinden çıkarabilmektedir. Onlar, Allah'ın kendisine birer hediyesıdir; bu durumda onları nasıl kabul etmekten kaçınır? O, eğer o fiili, izin noktasından ve şeriatın koyduğu sınırlar gereğince işlese bile, içerisinde kendi hazzı bulunan birşeyi, kendisi için tahsis edilmiş olması açısından ve kendisi için ona yönelmesi mübah kılınan kasıtla işlemiş olacaktır. Sonra, şer'i sınırlar -her ne kadar onların gereği ile amel etmede bir haz bulunmasa da- hazzına ulaştıracak birer ve sil e ve yoldur. Bu meseleden önce geçen konuda nasıl ki, maksat için vesileye ait hüküm verilemiyordu; dolayısıyla kendisi için bir haz içermeyen bir amel, her ne kadar bedelli akitler gibi kendi hazzına vesile oluyorsa da, bu vesilenin hükmünü almıyordu; burada da aynı şekilde hakkında izin verilen haz için, kendisiyle ona ulaşılmak istenilen şeyin (vasıta) hükmü verilemez.

 

Biz biliyoruz ki, selef-i salihten [radıyallahu anhum] birçoğu kendi maslahatları için mal biriktiriyorlar, ticaret ve benzeri işlere giriyor ve hususiyle kendi nefisleri için ihtiyaç duyacakları ölçüde kazanıyorlardı; sonra da kendilerini Rablerine karşı ibadete veriyorlardı; kazandıkları bitinceye kadar durum böyle devam ediyordu ve sonra tekrar kazanç yollarına dönüyorlar dı. Onlar ticaret ya da zenaatı, (birinci kısımda açıklandığı şekil üzere) bir ibadet şeklinde telakki etmiyorlardı; aksine kendi hazIarını elde etme ile yetiniyorlardı. Gerçi onlar bunu sadece afif davranmak ve ibadette bulunmak için yapıyorlardı. Bununla birlikte bu durum onları, hazlarını talepte bulunanlar zümresinden çıkarmış olmuyordu.

 

Daha önce selef-i salih hakkında belirtilen şeyler, o konuda kesin değillerdir; çünkü onların sözkonusu davranışlarını, Şari'in kendilerine bir izni hasebiyle kendi hazIarı için gerçekleştirmiş olabilecekleri şeklinde yormak mümkündür. Dolayısıyla onlar, dünya hayatları hakkında, kendi hazlarının elverdiği şekilde, ahiret hayatları ile ilgili olarak da aynı şekilde muamelede bulunmuş oluyorlardı. Neticede hepsi de, hazIarın gerçekleştirilmesi (isbatı) esası üzerine kurulmuş olmaktadır. Varılmak istenen sonuç da budur. Amaç, hazIarın Şari'in belirlemiş olduğu yönden alınmış olması ve bu yolda düşmelere sebebiyet verecek taşkınlıklara girilmemesidir.

 

Sonra hazlara ulaşılması yolunda sınırların belirtilmiş olması sadece, kişinin başkalarının maslahatlarını ihlal etmemesi ve böylece neticenin kendi maslahatlarının ihlali şekline dönüşmemesi içindir. Çünkü Yüce Allah bu sınırları, her bir ferde nisbetle maslahatların en uygun biçimde gerçekleşebilmesi için koymuştur. Bu yÜzdendir ki Yüce Allah; "Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir"[Fussilet 46] buyurmuştur.

 

Bu buyruk, hem dünya hem de ahiret amelleri hakkında geneldir; hepsini kapsar. ''Verdiği sözden dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur''[Fetih 10] Bir kudsi hadiste de, zulüm ve onun haramlığından bahisten sonra: "Ey kullarım! Bunlar ancak sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılığını size tastamam veriyorum. Şimdi kim hayır bulursa Allah'a hamdetsin! Hayırdan başka bulan ancak kendini sorumlu tutsun'' buyrulmuştur. Bu gibi şeyler sadece dünya hayatına ait şeylere hasredilemez. Bu yüzdendir ki, insanların başına gelen musibetler, onların günah ve tecavüzleri yüzünden sayılmıştır: "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür"[Şura 30]; "Size tecavüz edene, size tecavüz ettikleri gibi tecavüz edin. "[Bakara 194]

 

Bu konudaki deliller sayılamayacak kadar çoktur. İnsan, hazIarına ulaşmak için normal yol kılınan bu tür fiillerde hazzını talep durumundan ayrı düşünülemez. Bu husus ortaya çıkınca, bu kısmın tümden peşin hazIardan soyutlanma noktasında birinci kısma eşit olmayacağı anlaşılmış olacaktır.

 

İki yol arasını da bulmak mümkündür. Şöyle ki: İnsanlar, nefsi hazIarını elde etme konusunda derece derecedirler:

 

Bazıları, hazIarını ancak esbabına yapıştığı yolların dışında arar.

Ameli işlerken, birşeyi kazanırken, o iş ve kazançta kendisini ve kil yerine kor ve kendisini Allah'ın takdiri doğTultusunda dağıtmakla görevli sayar. Kendisi için asla birşey biriktirmez; hatta o yaptığı şeylerden nefsi için herhangi bir hak kabul etmez. Bu ya kendi nefsini hatırlamaması ve bu yüzden kendi hazzını unuttuğu şeyler kabilinden olması şeklinde olur, ya Allah'a olan yakini imanın gücünden kaynaklanır; çünkü o, böyle bir iman sonunda bilir ki, göklerin ve yerin hükümranlığını elinde bulunduran Allah, kendisinin durumunu bilmektedir; O kendisi için yeterlidir ve asla onu ihmal etmeyecektir. Veyahut da kendi hazzına önem vermemesinden kaynaklanır. Çünkü inanır ki, rızkı Allah üzerinedir ve O, kendisini, bizzat kendisinden daha iyi kollayacaktır. Veyahut da, Allah'ın hakkı ile meşguliyetinden kendi hazzına iltifatta bulunmayı nefsine yedirememesi ve benzeri daha başka sebeplerden dolayı olur. Bunlar hal erbabının gözetmiş oldukları maksatlardır. "Kendileri fakru zaruret içerisinde bulunsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar"[Haşr 9] buyruğu işte bu tür insanlar hakkında gelmiştir.

 

Nakledildiğine göre Zübeyr, Hz. Aişe'ye iki torba içerisinde para göndermiştir. -Ravi sanıyorum yüz seksen bin (dirhem) diyor.- Bunun üzerine Hz. Aişe -ki o günde oruçlu bulunuyordu-, bir tabak getirtmiş ve gelen paraları insanlar arasında dağıtmaya başlamıştı. Akşam olduğunda beraberinde tek bir dirhem dahi kalmamıştı. Akşam olunca: "Ey cariye! Haydi, bir şeyler getir de if tar edeyim" dedi. Cariye, ekmek ve zeytinyağı getirdi. Cariyesi, kendisine: "Dağıttığın şeylerden bir dirhem ayırıp, et alıp onunla iftarını yapamaz mıydın?" dediğinde ona: "Beni zor duruma sokma! Eğer hatırlatsaydın, ben de yapardım" diye cevap vermiştir.

 

İmam Malik'in nakline göre de, yoksulun biri, oruçlu olan Hz. Aişe'den bir şeyler istemişti. Hz. Aişe'nin evinde de tek bir çörekten başka bir şey yoktu. Kendisine ait bir cariyeye: "Onu, ona ver" dedi. Cariye: "İftar edeceğin başka bir şey yok" diye hatırlattı. Hz. Aişe: "Onu, ona ver" diye tekrarladı. Cariye şöyle anlatır: Bunun üzerine ben de, çöreği o adama verdim. Akşam olunca, bir ev ya da bir adam bize hiç alışık olmadığımız biçimde (büyük) bir koyun hediye etti ve onu pişirdi. Hz. Aişe beni çağırdı ve:

 

"Bundan ye! Bu senin çöreğinden daha hayırlıdır" dedi.

Yine ondan yetmiş bin dirhem dağıttığı, fakat kendisinin elbisesini yamamada olduğu; başka bir zaman malını yüz bine sattığı ve onları dağıttığı, sonra da kendisinin arpa ekmeği ile if tar ettiği rivayet edilir.

 

Bu durumda olan bir kimsenin hali, vilayetlere tayin edilen ve hükümdardan başka hiçbir kimseden birşey beklemeyen valinin durumuna benzer. Çünkü bu tür insanlar için, yakın hasıl olmuş ve kendilerinin, kendi nefisleri için alacakları tedbirlerin yerini Allah'ın paylaştırmasının ve tedbirinin almış olduğunu görmüşlerdir. Bu makama, daha önce geçen mülahazalarla itiraz edilemez; çünkü bu makamın sahipleri, Allah'ın tedbirinin kendi tedbirinden daha hayırlı olduğunu görmektedir. Bu durumda olan kimseler, kendi nefislerini gözönünde bulundurarak tedbirler içerisine girmeye başladılar mı, bulunduğu rütbeden daha aşağı derecelere doğru düşerler. Bu birinci gruptan olan kimseler hal erbabı dediğimiz Allah'ın veli kullarıdır.

 

Bazıları da vardır ki, kendilerini yetim malı üzerindeki vası (vekil) gibi sayar; ihtiyacı bulunmadıkça afif davranır, kazancından bir şey almaz; ihtiyaçları bulunduğu zaman da marlif ölçüsünde yer, geri kalan kısmı da nasıl ki yetimin vasisi, onun (yetimin) malını menfaatleri doğrultusunda sarfederse, aynen onun gibi sarfeder. Bazen olur ki, ihtiyacı bulunmaz ve o zaman harcaması gereken yere harcar; saklaması gereken yer için de saklar; eğer ihtiyacı bulunursa kendisine verilen izin ölçüsünde davranarak israf ve pintilik etmeksizin yeterli ölçüde alır. Bu mertebedeki insanlar dahi, kazanırlarken kendi hazIarından kurtulmuş olmaktadırlar. Çünkü, bu mertebede olan insanlar, kendi hazları için almış olsalardı, o zaman başkalarını değil kendi nefislerini kayırmış olurlardı; halbuki bunlar öyle yapmamış; aksine kendi nefislerini halktan biri gibi saymışlardır. Sanki o bir taksimatçıdır ve kendi nefsini de onlardan biri gibi görmektedir.

 

Sahih'te Ebu Musa'dan şöyle rivayet edilir:

 

Resulullah [s.a.v.] şöyle buyurdu: "Eş'ariler, gazada yiyecekleri biter veya Medine'deki çoluk çocukların yiyecekleri azalırsa, ellerindeki mevcut yiyecekleri bir elbisenin içerisine toplar, sonra onu aralarında bir kap ile eşit olarak taksim ederler. Onlar bendendir; ben de onlardanım. " Aynı durum, Hz. Peygamber'in Muhacirlerle Ensar arasında uyguladığı kardeşlik olayında da yaşanmıştır. Hz. Peygamber'in gazaları sırasında bu türden uygulamalar meşhurdur. Hem şahsi hazIarın tercihte bulunulması, "Önce kendi nefsinden başla, sonra bakmakla yükümlü olduğun kimselerden" hadisine binaen övgüye değer bulunmuş ve ters görülmemiştir. Aksine, bu tutum her iki halde de doğru harekete hamledilir.

 

Bu ikinci mertebede bulunanlarla bir önceki mertebede olanlar, nefislerini peşin hazlar ile kayıtlayıp onun peşinde koşturmamışlardır ve bunların nefisleri için almış oldukları şeyler, haz peşinde koşmak sayılmaz. Şahsi haz peşinde koşulmuş olunması için açık bir belirti olması lazım ki o da, insanın kendi nefsini başkalarına tercih etmesidir. Bunlar ise bunu yapmamışlar; aksine, başkalarını kendi nefislerine tercih etmişler ya da kendilerini başkaları ile denk tutmuşlardır. Bu durum sabit olunca, onların nefsi hazIarından arınmış oldukları ortaya çıkar ve bunlar kendilerini, sanki kendileri için hiçbir haz kılınmamış kimse yerine koymuş olurlar.

 

Böyle insanlar mesela alış-verişi kira gibi akitlerde, mümkün olan en az kira ve ücret talebinde bulunurlar ve bunun neticesinde onların bu tür uğraşıları kendileri için değil, başkaları için çalışma mahiyetini alır. Bunlar, yine bu yüzdendir ki nasihat konusunda kendilerine yüklenilenden fazla görev yaparlar; çünkü onlar kendi nefislerinin değil de, insanların vekilleri durumundadırlar. Bu durumda nefsi hazdan söz etmek mümkün mü? Hatta bunlar caiz de olsa, kendi nefislerine gösterilecek müsamahayı, başkalarını aldatma gibi görüyorlardı. Hiç şüphe yoktur ki, bunlar da hüküm bakımından birinci kısma katılacaklardır. Ama bu katılma daha başlangıçta mevcut bulunan şer'i bir gereklilikle (vücup) değil de, bizzat kendilerinin kendi nefislerini icbar etmeleri neticesinde olmaktadır.

Bir kısım. daha vardır ki, onlar öncekilerin derecelerine ulaşamazlar; aksine bunlar kendilerine izin verilen şeyleri alırken, izin açısından almış olmakta, menedildikleri şeylerden geri durmakta; ihtiyaç duydukları her konuda harcamada bulunmakla yetinmektedirler. Önce geçenlere göre bunlar, haz sahipleridir; ancak bu hazlar elde edilmesi sahih olan bir yönden alınmışlardır. Eğer bu gibiler hakkında da hazIardan soyutlanmışlardır denecekse, bu hazIarını sadece heva ve heveslerine uyarak almamış olmaları ve onları işlerken emir ve nehyi dikkate almış olmaları yönünden olacaktır. Yerilmiş olan haz emir ve yasaklar dikkate alınmaksızın, heva ve heveslere tabi olunarak elde edilen hazIardır. Çünkü kişi onları elde ederken, konulan sınırlara dikkat edilmemiş; aksine şehveti peşinden koşmaktan başka bir şey bilmeyen hayvan gibi cüretkarlık göstermiştir. Biz burada bu tür hazIardan söz etmiyoruz; sözünü ettiğimiz birinci kısımla ilgilidir. Burada kişi kendi hazzı için tasarrufta bulunduğu için, müslümanların genel işlerini üstlenen amme görevlisi hükmünde sayılamaz; çünkü o kamu için değil, kendisi için çalışmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman bu kimse, kamu velayeti üstenmiş birisi gibi olmamaktadır. HazIardan soyutlanmışlık da, ancak kamu velayetlerinde oluyordu. Doğrusu -Allah daha iyi bilir ya- şöyle olmalıdır: Bu kısımdan olanlar, hüküm itibarıyla hazIarına yönelik kasıt bulunduranlar gibi muamele görürler; böyle bir kasıt bulundurmaları da onlar için caizdir; ilk iki kısma girenler ise böyle değillerdir. Onlar esbaba tevessül yoluyla almayan (sadece Allah'tan bekleyen); ya da herkese ne düşüyorsa kendisini de onlardan biri kabul ederek alan kimselerdir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

BEŞİNCİ MESELE