EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI) / BİRİNCİ MESELE:

 

Şeriatın konuluşunda gözetilen şer'i maksat, mükellefin heva ve hevesinden koparılarak, kendi ihtiyarı ile Allah'a kulolmasını sağlamaktır. Nitekim yaratılış itibarıyla zorunlu olarak zaten O'nun kulu idi.

 

Bu konudaki deliller:

 

(1)   Kulların, sadece Allah'a kulolmak, onun emir ve yasakları altına girmek için yaratıldığına dair açık nasslar: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır. Onlardan bir rızık istemem. Şüphesiz rızıklandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da, Allah'tır''[Zariyat 55-57]; "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren biziz"[Taha. 132]; "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, O'na karşı gelmekten korunmuş olabilesiniz."[Bakara 21] Sonra bu kulluğun esaslarını aynı sürede açıklamış ve şöyle buyurmuştur:

 

"Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; lakin iyi olan Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır."[Bakara 177] Bunlar yanında daha başka yine aynı surede getirilen yükümlülükler. "Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın ... "[İsa 36] ayeti ile benzeri mutlak surette Allah'a kulluğu emreden ve genelolarak tafsilat getiren bütün ayetler ... evet bütün bu nasslar her hal ve durumda Allah'a yönelmenin, her nasılolursa olsun onun getirdiği hükümlere boyun eğmenin gerekliliğini ortaya koyniaktadır. Allah'a kulluğun manası da işte budur.

 

(2)   Şari'in bu kasdına muhalefetin yerilmesi: Evvela Allah'ın emrine muhalefette bulunma yasaklanmış; Allah'tan yüz çevirenler yerilmiş; her çeşit muhalefete karşı olmak üzere hem dünyada verilecek özel bir ceza, hem de ahirete bırakılmış bir azap tertip edilmiş ve insanlar bununla korkutulmuştur. Muhalefetin asıl kaynağı, heva ve heveslere, peşin zevklerin çağrısına uymak ve geçici şehvetlere tabi olmaktır. Yüce Allah heva ve heveslere uymayı, hakkın karşısında yer alan ve onunla çatışan bir şey olarak kılmış ve onu hakkın karşıtı saymıştır. Mesela şu ayetlere bakalım:

 

"Ey Davud! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma, yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır''[Sad 26]; "İşte azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir."[Naziat 37-38] Bunun karşıtı durum için de: "Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendini heva ve hevesten alıkoymuş ise varacağı yer şüphesiz cennettir"[Naziat 39-40] buyurmaktadır. Başka bir ayette: "O heva ve hevesinden konuşmamaktadır; O'nun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir"[Necm 3-4] buyurur. Bu sonuncu ayette Allah, davranışların kaynağını iki şeyle sınırlamıştır: (1) Vahiy ki bu şeriat olmaktadır. (2) Reva ve heves. Bir üçüncüsü de yoktur. Durum böyle olunca, heva ve hevesle şeriat tam birbirlerinin karşıtı olmaktadırlar. Rak ve hakikatin vahiyde olduğu kesin olarak bilindiğine göre, hakkın zıddının da heva ve heves peşinde olduğu ortaya çıkacaktır. Yine Yüce Allah daha başka ayetlerde şöyle buyurur:

 

"Ey Muhammed! Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı. .. kimseyi gördün mü?"[Casiye 23]; "Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi"[Mü'minun 71]; "İşte bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu kendi heveslerine uyan kimselerdir"[Muhammed 16]; "Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen kimseye benzer mi? Bunlar heveslerine uymuşlardır."[Muhammed 14] Bu ayetlerde geçen "heva ve heves" kelimelerinin kullanılışı üzerinde durduğumuzda, onun hep yergi makamında kullanıldığını ve onun peşinden gidenlerin kötülendiğini görürüz. Bu anlamda İbn Abbas'tan da: "Yüce Allah, Kur'an'da her nerede "heva" kelimesini kullanmış sa mutlaka onu yermek makamında kullanmıştır" şeklinde bu manada bir söz rivayet edilmiştir. Bütün bunlar, Şari' Teala'nın amacının, mükellefin heva ve heves peşinde koşmaktan vazgeçerek Mevlasına kullukta bulunması olduğunu apaçık göstermektedir,

 

(3)   Şimdiye kadar edinilen tecrübeler ve adetler de göstermiştir ki, dünya ve ahiret ile ilgili maslahatlar, heva ve heveslerin peşinde başıboş bir şekilde koşturmakla gerçekleşemez. Çünkü böyle bir başıboşluk durumunda anarşi doğar, insanlar birbirlerine girer ve herşey helak olur. Böyle bir netice ise gerçekleştirilmesi istenilen maslahatların tam zıddı bir durum olmaktadır. Bu husus, tecrübe ve sürüp gelen adetler neticesinde bilinmektedir. Bu yüzden de eski ve yeni bütün insanlar, şehvetlerine uyan ve onun peşinde koşturan insanları yermişlerdir. Hatta önc'e geçen ve tabi olacakları bir şeriatları bulunmayan ya da şeriatları unutulmuş olan bazı kavimler, dünya ile ilgili maslahatlarını, akli nazarda heva ve heveslerine uyan herkesten uzak durmak suretiyle gerçekleştirmiş oluyorlardı. Onların böyle birşey üzerinde görüşbirliği etmeleri, kendilerince onun doğruluğu sabit olduğu içindi. Heva ve heveslerine uyan kimselerden uzak durma geleneğinin sürmesi neticesinde amaçları olan dünya ile ilgili maslahatlarını gerçekleştireceklerine inanıyorlardı ve buna "essiyasetu'l-medeniyye" (siyasi rejim) ismi veriyorlardı. Netice olarak diyebiliriz ki, bu konu, doğruluğunda hem aklın hem de naklin birleştiği bir husustur. Konu, delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır.

 

Durum böyle iken, hiçbir kimsenin kalkıp da, şeriatın kulların şehvetleri doğrultusunda ve onların garazlarını gerçekleştirmek için konulmuş olduğunu iddia etmesi doğru değildir. Çünkü şer'i hükümler beş kategori içerisindedir. Bunlardan vacib ve haramın, başıboş bırakılmışlığın neticesinde dilediğini yapıp, dilediğini terketme durumuyla çatışma arzedeceği açıktır Zira, emredilen ya da yasaklamlan şeyde kulun bir garazı olsun olmasın, "Şunu yap!" ya da "Şunu yapma!" denilmektedir. Bu durumda, eğer mükellefin garazı bu emir ya da nehye uygun düşer ve onda vacibin işlenmesine ya da haramdan kaçınmasına dair itici bir heves bulunursa, bu asli değil, anzi olur. Diğer kısımlara gelince -her ne kadar ilk bakışta bunların mükellefin tercihine bırakılmış olduğu gözüküyorsa da- aslında bunlar kulun tercihi dahiline Şari'in isteğiyle sokulmuştur. Dolayısıyla bunlar, onları kulun ihtiyarından çıkarmak anlamına gelir. Mesela, mübahı ele alalım. Mükellefin mübah hakkında bir ihtiyarı ve garazı bulunabileceği gibi, bulunmayabilir de. Mübah hakkında bir ihtiyan bulunmaması, aksine onun kaldırılmasına yönelik bir arzusunun bulunması durumunda, bu şekildeki bir mübahın mükellefin ihtiyarı dahilinde olduğu nasıl söylenebilir? Nice arzu ve heves sahipleri vardır ki, keşke falanca mübah haram olsaydı temennisinde bulunurlar ve eğer teşri yetkileri kendilerine verilecek olsaydı onu mutlaka haram da kılardılar. Nitekim bir hak konusunda birbiriyle çekişen iki insanın durumunda olduğu gibi. Mükellefin tercih, arzu ve hevesinin o mübahın ortaya konulması yolunda olduğu takdirine göre ise, o bu kez onun emredilmiş olmasını temenni eder ve bu iş eğer kendisine bırakılmış olsaydı, mutlaka onu vacip kılardı. Sonra bizzat aym mübah hakkındaki durum aksi hale dönüşebilir ve bugün sevdiği bir şeyden yarın nefret edebilir ya da aksi olabilir. Hiçbir meselede hiçbir hüküm mutlak surette bidüziyelik arzetmez. Bu durumda aym şey üzerinde farklı garazlar ortaya çıkar ve bu garaz, heva ve heveslere tabi olma takdirinde düzen bozulur. Yüce Kitab'ında "Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi"[Mü'minün 71] buyuran Allah, gerçekten her türlü noksanlıklardan uzaktır. Şu halde mübahın tercihe bırakılmış olması, o şeyin mutlak surette kulun ihtiyan dahilinde bulunması anlamına gelmemektedir; bu ancak Allah'ın o doğruıtuda bir hükmü olduğu için öyle olmaktadır. Bu durumda mübahı işleyen kulun iradesi, Şari' Teala'nın o hükmü koymasına tabi olmaktadır ve onun mübaha yönelik bulunan garazı, tabii başıboşluktan değil de şer'i izinden alınmış olmaktadır. Bu ise, mükellefin sırf Allah'ın kulu olabilmesi için heva ve heveslerinin peşinden gitmesinden kurtarılması manasının ta kendisi demektir.

 

SORU: Şeriatların konuluşu ya nedensizdir ya da bir hikmete dayanmaktadır. Birinci ihtimal ittifakla batıldır. Nitekim Yüce Allah: "Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?"; "Göğü ve yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık"; "Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak ve ancak gerektiği üzere (hak ile) yarattık"[Duhan 38-39] buyurmaktadır. Madem ki şeriatın konulu şu bir hikmet ve maslahata dayanmaktadır; öyle ise bu masIahat ya Allah'a yönelik olacaktır ya da kullara. MasIahatın Allah'a yönelik olması ihtimali imkansızdır; çünkü O herşeyden müstağnidir ve bir ihtiyaç neticesi kendisine bir masIahatın dönük olması muhaldir. Nitekim bu husus Kelam ilminde ortaya konulmuştur. Geriye masIahatın sadece kullara dönük olması ihtimali kalmaktadır.

 

Bu ise, onların garazlarının bir gereği olmaktadır. Çünkü her aklı başında insan, mutlaka kendi maslahatını, dünya ve ahiret hayatı için arzularına uygun düşen şeyleri ister. Şeriat, getirdiği yükümlülükler içerisinde onların bu arzularının gerçekleştirilmesini üstlenmiş ve temin etmiş olmaktadır. Bu durumda, şeriatın kulların garazları doğrultusunda ve heva

ve heveslerine uygun olarak konulmuş olduğu nasıl reddedilebilir? Sonra, şeriatın kulların garazlarına uygun olarak gelmiş olduğunu, onların hazlarını gerçekleştirdiğini ve bunun tahkik erbabına göre Allah'tan bir lütuf neticesinde olduğunu, Mutezile'ye göre ise bunun Allah'a vacip olduğunu öğrenmiştik. Bu hususun Şari'in maksatlarından ve hak olduğu sabit olunca, bunun aksi de elbette ki batıl olacaktır.

 

CEVAP: Biz şeriatın, kulların masIahatları için olduğunu kabul ediyoruz. Ancak bu, Şari'in emri neticesinde ve onun koyduğu ölçüler çerçevesinde olmaktadır; yoksa kulların bizzat kendi garazları ve heva ve hevesleri gereği olmamaktadır. Bu yüzden de şer'i yükümlülükler nefislere ağır gelmektetir. Nitekim bu husus, hem hissen hem adeten hem de tecrübelerle sabit olmaktadır. Emirler ve yasaklar, kulu kendi heva ve heveslerinin peşine düşmekten alıkoymaktadır. Başıboşluk onun arzu ettiği bir şeydir. Arzuları, ancak şeriatın koymuş olduğu ölçüler içerisinde yer aldığı zaman meşruluk kazanmakta ve gerçekleştirilmesine izin verilmektedir. Bu nokta, işte bizim varmak istediğimiz sonuçtur ve bu, heva ve heveslere muhalefetin ta kendisidir.

 

Yükümlülüklerin yerine getirilmesinden doğacak masIahatların gerek dünyada ve gerekse ahirette kullara yönelik olacağı konusu doğrudur ve bundan, kulun yükümlülüklerini yerine getirmesi sırasında kendisine yönelik masIahatları elde etmiş olmasının şer'ı çerçeve dışında kalması gibi bir anlam çıkmaz. Aynı şekilde onların, Şari'in kendisine bahşetmiş olduğu masIahatlar değil de bizzat kendisinin elde etmiş olduğu masIahatlar anlamı da çıkmaz. Bu husus açıktır. Böylece burada açıklananlada, daha önce geçenler arasında bir çelişki bulunmadığı ortaya çıkar. Çünkü daha önce geçen yerde, kulun hazIarına ve garazlarına ulaşmasının Şari'in bahşetmesi noktasından olduğu; heva, heves ve şehvetlerinin bir gereği olarak elde etmiş olmadığı belirtilmişti. Bizim buradaki amacımız da zaten bu noktanın açıklık kazanmasıdır. Dolayısıyla aralarında bir çelişki yoktur.

 

 

FASIL:

 

Açıklaması yapılan esas ışığında aşağıdaki kaideler ortaya çıkar:

 

1. Mutlak surette heva ve hevese uyularak işlenen ve bu arada hakkında mevcut bulunan emir veya yasağa ya da ibahaya itibar edilmeyen her amel kesin olarak batıldır. Çünkü bir ameli işlemeye itecek ya da ona çekecek mutlaka bir motifin bulunması gerekir. Eğer bu konuda Şari'in çağrısına icabette bulunmak gibi bir motif yoksa, o zaman o fiili n işlenmesi mutlaka heva ve heveslerin etkisi ile olmuş demektir. Böyle olan bir şey ise mutlak surette batıldır. Çünkü, kesin olarak hakkın aksine bir davranış olmaktadır. Dolayısıyla bu şekilde işlenen bir amel, geçen delillerin gereği olmak üzere kesin olarak batıl olmaktadır. Muvatta'da rivayet edilen İbn Mes'frd hadisi üzerinde düşünelim. Hadis şöyle:

"Şüphesiz sen öyle bir zamandasın ki, fukahası çok, kurrası azdır; senin bu zamanında Kur'an'ın muhtevası (hadleri, koyduğu sınırları) korunur, harflerine pek önem verilmez; isteyen azdır, veren çoktur; namazı uzatırlar, hutbeyi kısa tutarlar; heva ve heveslerinden önce amellerine başlarlar.

 

İnsanlar için öyle bir zaman gelecektir ki, o zaman fukaha az, kurra çok olacaktır; Kur'an'ın harfleri ezberlenecek, fakat içeriği (hadleri, koyduğu sınırları) ihmal edilecektir; isteyen çok, veren az olacaktır; hutbeyi uzatacak, namazı ise kısa tutacaklardır; amellerinden önce heva ve heveslerine koyulacaklardır. "

 

Bu şekilde işlenecek olan ibadetlerin batıl olacağı açıkça bellidir. Adetlerin (günlük yapılagelen işler vb.) batıllığı ise, emir ve nehyin gereği üzere onlara herhangi bir sevap bağlanmaması açısından olmaktadır; çünkü bu tür amellerin sevap açısından işlenmiş olmaları ile olmamaları arasında bir fark yoktur. Keza mübah kılınmış bir şeyin işlenmesi sırasında da durum aynıdır; çünkü kişi bu şekilde işlemesi durumunda, o şeyin kendisine nimette bulunan Allah tarafından izin verilmiş olduğu noktasından hareket etmiş olmamaktadır. Nitekim bu husus Hükümler bahsinde ve bu bölümde daha önce geçmişti.

Mutlak surette hakkında bulunan emir veya nehiy ya da izin (ibaha) dikkate alınarak ve onların gereğine uymuş olmak için işlenen her am el sahihtir ve haktır. Çünkü, bu durumda o fiili işleyen kimse, onu konulmuş olduğu şekilde işlemiş olmakta ve kasdı Şari'in kasdına uygun düşmektedir. Bütün bunlar ise doğru olan şeylerdir. Dolayısıyla durum açıktır.

 

Eğer amelin işlenmesinde her iki motif de birden varsa; bu durumda hüküm baskın gelen (galip) ve varlık bakımından önce olana aittir. Eğer önceden var olan motif, Şari'in emri ise ve mükellef, maksadına meşru yoldan ulaşmayı kastetmiş ise, bu durumda bu tür fiillerin de ikinci kısma, yani sadece Şari'in koyduğu prensiplere uyulmuş olmak için işlenmiş fiiller kısmına katılması bir problem arzetmez. Çünkü hazIarın talep edilmesi ve garazların bulunması, bu yönden şeriatın konuluşuna ters düşmez. Zira, şeriat da netice itibarıyla kulların masIahatları için konulmuştur. Şu halde hazIarın Şari'in emrine tiibi kılınmasının, fiili işleyen için bir zararı olmayacaktır.

 

Ancak bu konuda dikkate alınması gereken bir şart vardır: O da kişinin garazını gerçekleştirdiği ya da gerçekleştireceği yolun, Şari' tarafından o tür garazların gerçekleştirilmesi için konulmuş olduğunun kesin bilinmesidir. Aksi takdirde varlık bakımından önce olan, Allah'ın emri olmayacaktır. Bu şart, yeri geldiğinde açıklanacaktır.

Eğer fiilin işlenmesi sırasında baskın gelen ve varlık bakımından önce olan arzu ve hevesler ise ve Şari'in emri tabi durumuna düşmüşse, bu tür fiiller de birinci kısma katılacaklardır.

İki kısım arasındaki fark, Şari'in kasdının bulunup bulunmadığının araştırılması yoluyla ortaya çıkacaktır. Mükellefin arzu ve heveslerinin de işin içine karıştığı herhangi bir fiile bakarız: Eğer Şari'in yasağı durumunda o kişi arzu ve heveslerini gemliyor ve şehvetinin gereğinden geri duruyorsa, o zaman baskın gelen ve varlık bakımından önce olan motifin Şari'in emri olduğuna; arzu ve heveslerinin ise tabi durumunda bulunduğuna hükmederiz. Yasak bulunmasına rağmen, o fiili işlemekten geri durmuyorsa, o zamanda baskın gelen ve varlık bakımından öncelikli olanın arzu ve hevesleri olduğuna, Şari'in emrinin ise tabi durumuna düştüğüne hükmederiz. Mesela, temizlik halinde iken zevcesi ile ilişkide bulunan bir kimsenin durumunu ele alalım: Böyle bir kimsenin bu fiilini işlerken arzu ve heveslerine tabi olarak işlemesi de, Şari'in izninden hareket etmiş olması da mümkündür. Eğer kadın hayız görmeye başlar da, koca bu süre içerisinde cinsi ilişkiden geri durursa: onun bu tavrı, arzu ve heveslerinin Şari'in emrine tabi olduğunu gösterir. Aksi durum ise, fiile itici asıl motifin arzu ve hevesleri olduğunu gösterir.

 

 

FASIL:

 

2. Reva ve heveslere uymak, övgüye değer bir fiil içerisinde de kendisini gösterse, yerilen bir şeye götürebilir. Çünkü, heva ve heveslere uyma, tabiatı itibarıyla şeriatın konuluşuna ters olmaktadır. Dolayısıyla bir fiili işlerken, şeriatın gereği ile bir arada bulunması durumunda kendisinden korkulur. Çünkü:

 

Evvela, zıtlık arzetmesi sebebiyle emirlerin terkine, yasakların da işlenmesİne götürebilir.

 

İkinci olarak, heva ve heveslere uyulur ve bu tekrarlanırsa, belki de nefiste ona karşı bir alışkanlık ve ünsiyet peyda eder ve neticede bu ünsiyet duyulan heva ve heves nefisle birlikte amellere sirayet eder. Özellikle de onunla birlikte ve ondan ayrılmaz biçimde yaratılmış olduğu karışık halde bulunan şeylerde. Bu durumda, heva ve heveslere tabiIik, şer'i esaslara tabilikten önce bulunabilir ve asıl durumunu alabilir. Bu durumda ise, Allah'ın emrine uymuş olmak için işlenmesi gereken fiil, heva ve hevese tabilik durumuna düşer ve onun hükmünü alır. Bu şekilde süratle kişi Allah'ın emrine muhalefet durumuna düşer. Bu konuda edinilen tecrübeler, konuya ışık tutmak bakımından yeterlidir.

 

Üçüncü olarak, fiilleri Allah'ın şeriatına uymuş olmak için işleyen kimse, netice olarak o am elde bulunan şeylerden lezzet alır; anlayış meyvelerini dermek, ilmin gizli kapılarını aralamak suretiyle nimete kavuşur. Belki de kendisi için bazı kerametler zuhur eder veyahut onun yeryüzünde herkes tarafından sevilmesi sağlanır (hüsn-i kabule.mazhar kılınır) ve herkes ona doğru meyleder ve etrafında toplanırlar; ondan yararlanırlar; onu hem dünya hem de ahiret işlerinde kendilerine başkan seçerler. Namaz, oruç, ilim tahsili, ibadet için halvete çekilme, diğer hayır işlere yapışma gibi salih ameller yoluna sülük eden kimselerin başına gelen benzeri diğer haller gibi. Onlar bu gibi hallerle karşı karşıya geldikleri zaman, nefıs o halden bir güzellik duyar, bir haz alır; o amele ünsiyet peyda eder, başka şeylere ihtiyaç duymaz; öyle ki gözünde dünya ve dünyada bulunan herşey, o içerisinde bulunduğu halin bir anına nisbetle küçülür ve bir değer ifade etmez. Nitekim bazıları: "Eğer hükümdarlar bizim içerisinde bulunduğumuz hallerimizi bilselerdi, onu elde etmek için bizimle kılıçlarıyla savaşırlardı" demişlerdir. Durum böyle olunca, belki nefıs bu neticeleri elde etmek için, onları hazırlayan öncüllere meyleder ve bu durumda nefsin arzusu amellerden önce bulunmuş olur. Bu ise -Allah korusun- o mertebeden düşmenin kapısı olmaktadır. Her ne kadar övgüye değer bulunan şeyler içerisinde kendisini gösteren arzu ve hevesler genel anlamda yerilmemişse de, bu durum mutlak sürette yerilmiş bulunan bir neticeye dönüşebilir. Bu konuya ışık tutacak delilimiz; seyrü sülük erbabının hallerinin; faziletli ve salih kimselerin haberlerinin değerlendirilmesi netice- sinde ortaya çıkan istikraı bilgidir.

 

 

FASIL:

 

Şer'ı hükümlerde arzu ve heveslere uyma, o hükümleri kendi garazlarına ulaşmak için bir vasıta kılma gibi bir hileye başvurma ihtimalini barındırır. Bu durumda hükümler, garazların elde edilebilmesi için hazırlanmış aletler gibi olur. Mesela riyakar bir insanın durumunu ele alalım:

 

İnsanlardan çıkar elde edebilmek için salih amelleri bir basamak olarak kullanır. Bu konu açıktır. Şer'i amellerde arzu ve heveslere tabi olmanın neticeleri üzerinde düşünen ve araştırma yapan kimse, bunlardan pek çok mefsedetlerin ortaya çıktığını görür. Hükümler bahsinde, sebepler işlenirken müsebbeplerin dikkate alınması konusunda bu konuya dair biraz söz edilmişti. Belki de hadiste, sapık mezhepler olarak belirtilen fırkalarm, ortaya koydukları bidatlerin temel sebebi, şer'ı maksatları bir tarafa iterek kendi arzu ve heveslerine uymaları olmalıdır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

İKİNCİ MESELE