EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İKİNCİ NEvİ YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ) /

YEDİNCİ MESELE:

 

Başkasının maslahatlarını teminle yükümlü olan her bir kimse, ya aynı anda kendi maslahatlarını da temine kadirdir ya da değildir. Tabii sözü edilen maslahatlardan ihtiyaç duyulan dünyevi masIahatları kastetmekteyiz.

 

Eğer meşakkatsiz buna gücü yetiyorsa, bu durumda bir başkasının onun maslahatlarını gerçekleştirme yükümlülüğü diye birşey yoktur.

 

Delili: Mükellefin hepsine kadir olması durumunda -ki yükümlülük bu şekilde üzerine binmiş olmaktadır- bu yükümlülükle gerçekleştirilmesi istenilen masIahatlar, sözü edilen mükellef tarafından meydana getirilmektedir; bu durumda aynı şeyin bir başkası tarafından gerçekleştirilmesini istemek sahih olmaz; çünkü bu tahsilü'l-hasıl yani zaten mevcut bulunan bir şeyin meydana getirilmesini istemek olur ki bu muhal olmaktadır. Aynı şekilde bir önceki meselede geçerli olan durum burada da sözkonusudur. Bunun örneği de cariye, köle, hanım ve çocuklara nisbetle efendi, koca ve babanın durumu olmaktadır. Çünkü bunlar, kendi masIahatları ile birlikte eli altında bulunan bu kimselerin maslahatlarını da gerçekleştirmeye kadir oldukları sürece, bir başkasının sözü geçen kişinin yükümlülüklerini yerine getirmesi gibi bir durumdan sözedilemez. Eğer biz bu kimselerin eli altında bulunan kimselerin maslahatlarını temine ka dir olmadığını farzedecek olursak, o zaman onların maslahatlarını gerçekleştirmeye yönelik talep kendisinden düşecektir. Bu durumda diğer taraftan hanım, köle ve cariyeye dokunacak zarar üzerinde durmak gerekecektir.

 

Ancak bu bakışın yönü farklı olacaktır ve yükümlülüğün düşmesine bir etkisi olmayacaktır.

 

Eğer buna asla güç yetiremezse yahut da yükümlülüğü düşürebilecek ölçüde bir meşakkat altına girmesi sözkonusu olacaksa, bu durumda bakılır: Yerine getirmek zorunda kaldığı başkasına ait masIahat ya özeldir ya da geneldir: MasIahat eğer özel ise, düşer ve bizzat kendi masIahatları öncelikli olur. Çünkü kişinin kendi hakkı başkalarının hakkından daha önce gelir. Nitekim beşinci meselenin dördüncü kısmında geçmişti. Çünkü o kısmında sözü edilen husus aynen burada da geçerli olmaktadır. Ancak kişi kendi hakkından feragat edecek olursa o zaman başka bir bakış açısından sözedilir, onun izahı da daha önce geçmişti.

 

Eğer kişinin yerine getirme durumunda olduğu masIahat genel ise, bu durumda İnaslahatla ilgili olan kimselerin, onun maslahatını gerçekleştirmeleri gerekecektir. Ancak bu, kendi maslahatlarının ihlaline sebebiyet vermeyecek, onları söz konusu maslahata denk düşecek ya da daha baskın gelecek bir mefsedet içerisine düşürmeyecek şekilde olacaktır. Şöyle ki, mükellefe ''Ya hem kendini hem de toplumu ilgilendiren maslahatı gerçekleştireceksin; ya sadece kendi masIahatını gerçekleştireceksin; ya da sadece toplumu ilgilendiren maslahatı gerçekleştireceksin"; denilecektir.

 

Birincisi sahih olamaz. Çünkü biz meseleyi her ikisini birden gerçekleştirmeye gücü yetmeyeceği ya da yükümlülüğü düşürecek ölçüde bir meşakkate maruz kalacağı şeklinde ortaya koymuştuk. Dolayısıyla her ikisiyle birden asla yükümlü olmayacaktır.

İkinci ihtimal de doğru değildir. Çünkü kamu maslahatı daha önce de geçtiği gibi özel masIahattan önce gelir. Ancak masIahatın temini uğrunda mükellefin nefsine bir mefsedet peyda olacaksa, bu durumda kişi ancak kendi nefsini ilgilendiren maslahatı gerçekleştirmekle yükümlü tutulacaktır; kaldı ki bu konuda da ihtilaf bulunmaktadır.  Burada başkalarının özel maslahatı gerçekleştirmesi imkan dahilinde bulunmaktadır ve bu onlara vacip olmaktadır. Aksi takdirde özel masIahatın kamu maslahatı üzerine zaruret bulunmaksızın mutlak surette takdim edilmesi gibi bir netice lazım gelecektir. Böyle bir sonuç ise, önceden ortaya konulan delillerle batıl bulunmaktadır. Kişinin maslahatlarının temini diğer insanlar üzerine vacip olunca, bu mükellef üzerine kamu maslahatını gerçekleştirmek için kendi meşgalelerinden arınması taayyün edecektir. Ortaya konulan ihtimallerden üçüncüsü de işte budur.

 

 

FASIL:

 

Yükümlü tutulan kimse üzerine -kendi maslahatlarını başkalarının üstlenmesi şartıyla- bu üçüncü kısmın taayyün etmesi durumunda şu şart da aranacaktır: Diğerlerinin sözkonusu mükellefin maslahatlarını üstlenmesi, kendi maslahatlarının ihlal edilmemesi ve o kişiye de bir zarar dokunmaması şeklinde olacaktır.

 

Bu (şart) selef-i salih zamanında belirmiştir. Zira Şari' Teala, mallar üzerine müslümanların genel masIahatları için bir tedarik olmak üzere bir görev yüklemiştir. Beytulmal malı dediğimiz bu mallarda, belirli bir yöne tahsisat bulunmamakta, bu mallar nasılolursa olsun mutlak maslahatlar karşılığında tutulmaktadır. Bu durumda söz konusu mükellefin masIahatının gerçekleştirilmesi bizzat tahsis ciheti olarak taayyün etmektedir. Bu tür yönlere tahsis edilen vakıflar da beytulmal hükmüne katılır. Bu durumda masIahatların gerçekleştirilmesi iki ayrı yönden olur ve iki taraftan herhangi biri için zarar da sözkonusu değildir. Zira bu şeklin dışında bir başka şekilde olması farzedilecek olursa, bu durumdan kamu maslahatını gören de zarara uğrayacak; ilgili masIahat sahipleri de zarar görecektir.

 

Kamu maslahatını gören kimsenin zarar görmesi, belirli masIahatları gerçekleştirme durumunda kaldıklarında karşılaşacakları minnet yönündendir. Minnet (başa kakma), güzel adetleri benimsemiş bulunan akıl sahiplerince çekilmez birşeydir. Şeriat da bu hususu çeşitli yerlerde dikkate almış bulunmaktadır: Bu yüzdendir ki fukaha, hibenin sahih ölması için kabul şartını ileri sürmüşlerdir. Bir grup alim de şöyle demişlerdir: Suyu olmayan bir kimseye abdest alması için su hediye edilecek olsa, (minnet altında kalmaktan kaçınarak) kabul etmesi şart değildir; teyemmüm yapabilir. Benzeri daha başka örnekler de vardır. Dayanağı da Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmakla ve eza etmekle boşa çıkarmayın"[Bakara 264] buyruğu olmaktadır. Bu ayette Allah, minneti, sadakanın sevabını boşa çıkaran şeylerden saymıştır. Bu da başa kakmanın, kendisine yardım edilen kimseye eziyet verme anlamı içermesindendir. Bu nokta, bu türden olduğu kabul edilen herşeyde mevcut bulunmaktadır. Bu birinci yön. İkinci bir yön daha var: Kamu görevini gören kimsenin kendi geçimini temin için belirli bir kimseden mal kabul etmesi durumunda çeşitli sılizanlar ve töhmetler ortaya çıkar. Bu nokta gözönünde bulundurulduğu içindir ki, kadının ve diğer idarecilerin, davada tarafların her ikisinden ya da sadece birisinden dava karşılığında ücret almaları ittifakla caiz görülmemiştir; tahsildarların halkın verdiği hediyeleri kabul etmeleri yasaklanmış ve Hz. Peygamber [s.a.v.] bu tür hediye kabulünü en büyük günahlardan biri olan devlet malına ihanet (zimmet, gulıll) olarak nitelemiştir.

 

Veren tarafının zarar görmesi ise, tayin durumunda, görevlerin yerine getirilmesi külfeti açısındandır. Bu külfet vakitten vakite, halden hale, şahıstan şahısa değişiklik arzedebilir (zorlaşır ya da) kolaylaşabilir. Bu konuda başvurulabilecek bir kıstas bulunmamaktadır. Çünkü bu kÜlfet, adam başına ya da mal üzerine konulması durumunda yükümlü tutulan kimseye nisbetle belli bir dayanağı bulunmayan cizyenin bir benzeri halini almaktadır. Mükellefin bizzat yerine getirmekle yükümlü tutulduğu asıl maslahata zıdlığından dolayı karşılaşacağı zarar da buna eklenecektir. Zira bu tertip, masIahatın yerine getirilmesi konusunda kişinin ağır basan tarafa meyletmesi için bir vesile (zeria) olacaktır. Bu durumda da o, hakkın ibtali, batılın da gerçekleştirilmesi için bir sebep olacaktır. Bu ise masIahatın zıddıdır.

 

Birinci izah Kur'an'da gözönünde tutulmuş ve onu nefyeden ayetler gelmiştir: "Buna karşı sizden bi': ücret istemiyorum"[Şuara 109]; "De ki: 'Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun; Benim ecrim Allah'a aittir'" [Sebe 47]; "Ey Muhammed! De ki: 'Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden birşey iddia eden kimselerden de değilim. '"[Sad 86] Benzeri başka nasslar da mevcuttur. Davada taraf olanlardan ücret alınmasının yasaklığına dair icmaın bulunması da ikinci yön ile izah (talil) edilmiştir. Bütün bunlar son derece açıktır. Allah'u a'lem!

 

 

FASIL:

 

Bütün bunlar, kamu maslahatını üstlenmesi halinde kendisine dünyevi bir zarar ve mefsedet dokunması ve bir başkasının da onu üstlenmesinin sahih olması durumu ile ilgilidir.

 

Eğer dokunacak olan mefsedet dünyevı olur ve bir başkasının da o maslahatı üstlenmesi imkanı bulunmazsa -müslümanın kalkan yapılması ve benzeri meselelerde olduğu gibi-, o takdirde durum yukardakinin aksi olacaktır. Ancak takat üstü yükümlülüğün caiz olmaması, böyle bir yükümlülüğün olmayacağına; kamu maslahatının özel masIahat üzerine takdimi esası da böyle bir yükümlülüğün olabileceğine tanık olmaktadır. Bu durumda mükellef iki kaide arasında kalmakta ve iki ayrı yönden gelen hükümlerle karşı karşıya bulunmaktadır ve bu bir tenakuz da değildir. Bundan dolayı konu hakkında ihtilafbulunmaktadır:

Eğer bu türde hazIardan feragat edildiği farzedilecek olursa, o zaman kamu maslahatı tarafı ağır basacaktır. Buna iki şey delalet eder:

 

(a) Daha önce geçen başkalarını tercih {isar} prensibi. Bu gibi durumlar da o prensip çerçevesine girmektedir.

 

(b) Ebu Talha hadisi. Bu zat kendisini Hz. Peygamber'e [s.a.v.] kalkan yapmış ve 'Canım sana feda olsun (beni öldürmeden seni öldüremeyecekler)' demiş ve çolak olması pahasına da olsa onu korumaya çalışmıştır. Hz. Peygamber [s.a.v.] onun bu tutumunu yadırgayarak tepki göstermemiştir. Hz. Peygamber'in diğer insanlardan önce davranarak düşmanı karşılamak üzere bizzat kendisinin gitmesi ve böylece diğerlerini kendi nefsine tercih etmiş olması da bu kabildendir. Bunlar başkalarına doğacak daha büyük zararlar karşılığında kendisini meşakkat altına sokmanın örnekleri olmaktadır. Bizzat Hz. Peygamber'in herkesten önce davranarak koşturması örneğinde kamu maslahatının bulunduğu açıktır; çünkü o [s.a.v.] müslümanlar için bir kalkan mesabesinde bulunuyordu. Ebu Talha olayında ise, o kendi nefsini kalkan yapmak suretiyle, hayatı dinin ve onun müntesipleri için son derece önemli olan bir zatın vücudunu korumuş oluyordu. O zat Hz. Peygamber'di ve onun yokluğu dinin ve müslümanların bekasıyla ilgili genel bir mefsedetti. Ebu'l-Hasen en-Nuri de, bilinen olayda aynı tavrı göstermiş ve cellata doğru ilerlerken: "Bir anlık hayat karşılığında arkadaşlarımı feda edemem; onları tercihederim" demiştir.

 

Sözkonusu olan masIahatlar, ayni olarak yapılması gerekli olan ibadetler, ayni olarak kaçınılması gereken yasaklar gibi ahiret hayatı ile ilgili ise, bu durumda bu tür masIahatları ifa etmeye çalışması mutlaka şu iki ihtimalin dışında kalmayacaktır:

 

(a) Ya bunlar dini olan bu emir ya da yasakların yerine getirilmesini ihlal edecekler.

 

(b) Ya da ihlal etmeyeceklerdir.

 

Eğer (kamu görevi dini yükümlülükleri n yerine getirilmesini) ihlal edecek olurlarsa, bu durumda -eğer ihlal kendi taksirinden değilse onların altına girmek caiz olmayacaktır; çünkü dini masIahatlar mutlak olarak dünyevi maslahatlardan önce gelir. Bu kısmın bulunabileceğini zannetmiyorum. Çünkü güçlük (harec) ve takat üstü yükümlülük kaldırılmıştır; yoktur. Adetlerle ilgili konularda bu gibi iki hususun (yani hem dini, hem de dünyevi maslahatın) aynı anda bir arada karşı karşıya bulunması vaki değildir.

İhlal etmese, ancak aksi kemal kabul edilen bir noksanlığa sebebiyet verse, bu olsa olsa menduplar yönünden olacaktır; menduplar ile vacipler arasında bir tearuzdan (çelişki) söz etmek mümkün değildir. Mesela kamu görevini üstlenen kimsenin bu görevi sırasında kalbine bazı düşüncelerin doğması, onların önüne geçememesi ve böylece ibadetlerini kalbi bu gibi düşüncelerle meşgulolarak ifa etmesi gibi. Hz. Ömer'den buna benzer mesela namazda iken ordunun teçhizi ile uğraşması gibi- durumlar nakledilmiştir. Hz. Peygamber'in: "Namazda çocukların ağlamasını işitiyorum ve kalbimi meşgul ediyor" buyurmasİ da bu kabildendir.

 

Kamu görevi, dini görevlerini ihlal etmese ve bir noksanlık da doğurmasa ancak bu beklenti halinde olsa bu, başına gelen mefsedet ve karşılaşacağı engeller yerine konulur. Ancak, acaba bu dinde fiilen mevcut bulunan mefsedet kabilinden sayılır mı? Yoksa sayılmaz mı? Mesela riya, kendini beğenme ve riyaset sevgisi gibi şeyler korkusundan uzlete çekilen bir alimin durumu gibi. İdareye ve kamu görevini üstlenmeye ehil bulunan adil devİet başkanı ya da valinin durumu da böyledir. Dünya çıkarları elde etmek ya da şöhret korkusuna kapılarak cihaddan geri kalmak gibi. Bu tür görevlerin terkedilmesi kamu maslahatlarının ihlaline sebebiyet verecektir ve bu durumda kamu masIahatının öne alınması görüşü daha uygun olacaktır. Çünkü kamu maslahatlarının ortadan kaldırılmasına asla müsaade yoktur. Zira gerek din ve gerekse dünya maslahatlarının onlar olmaksızın ayakta durması mümkün değildir. Oysa ki biz, meselemizde dini masIahatları yönünden endişe duyan kimsenin bunları yerine getirmekle muhatap olduğunu farzetmiş bulunuyoruz. Bu durumda mutlak surette onları yerine getirmesi gerekecek, ancak bunu yaparken takat üstü yükümlülük ya da büyük bir meşakkat altına girmeyecektir. Fitne ve masiyetlere maruz kalmak sadece nefsin arzularına uymadan kaynaklanmaktadır. Özellikle de yasaklar konusunda bu böyledir; çünkü onlar mücerred terklerdir. Terk gerçekleştirilirken bir fiil bulunmaz. Fiiller içerisinde mükellefiçin gerekli olan sadece vaciplerdir. Vacip de azdır. Dolayısıyla boynundan kendi nefsi için tedbirli olma yükümlülüğü hiçbir zaman için düşmüş olmayacaktır. Eğer kamu maslahatını bir masiyet olmaksızın gerçekleştirmeye kadir bulunmuyorsa, bu onun terki için bir özür değildir. Çünkü o üzerine taayyün etmiş bir görevdir ve onu sadece arzu ve heveslerine tabi olması durumu ortadan kaldırmaz. Zira bu (nefs e uymamak) meşakkatlerden değildir. Nitekim kişi üzerine namazın veya zekatın ya da ayni olarak cihadın vacip olması durumunda, riyadan, kendini beğenmekten korkması onun vacipliğini -bunların meydana geleceği farzedilse bile- ortadan kaldırmaz. Aksine o kişi, aynı zamanda kendi nefsi ile cihadda bulunmakla da memurdur.

 

SORU: Bu nasılolabilir? Kişinin bundan kurtulamayacağı bilinmektedir. Bu durumda kişi kendi nefsinin helak olmasına sebebiyet veren kimse gibi olmaz mı? Halbuki, kişinin kendi helakini içeren bir fiil içerisine girmesine şer'an imkan yoktur.

 

CEVAP: Kamu masIahatını gerçekleştirmesi taayyün etmiş bir kimsenin durumu eğer öyle olsaydı, aynı durumun ayni olarak taayyün etmiş bulunan diğer vaciplerde de caiz olması gerekirdi. Bu ise ittifakla batıl olmaktadır. Evet: 'Kamu görevi altına girmesi durumunda zulüm, gasb, tecavüz gibi başka bir masiyet bulunması halinde o görevaltına girmemesi gerekir' denilebilir. Bu, konumuz dışında başka bir husustur ve bu o kişinin ortaya çıkan adaletsizliği sebebiyle onun azledilmesi için bir sebep olur; yoksa bu korku sebebiyle düşmüş bir yükümlülük değildir. Yönleri farklıdır. İşin esası şu: Böyle bir kişi şeriata muhalefet göstermiş ve adalet vasfını yitirmiştir. Bu halde iken onun kamu görevini üstlenme si ve yerine getirmesi sahih olamaz.

 

Yerine getirmemesi -mesela başka ehil kimselerin bulunması gibi hallerde- kamu maslahatını ihlal etmeyeceği farzedildiğinde ise, konu üzerinde durmak gerekecektir: Bu durumda:

 

(a) Bazen korkulan şeylerden kurtulma amacı ağır basar.

(b) Bazen de kamu maslahatı tarafı ağır basar.

 

(c) Bazen de kamu görevini üstlenmesi için varlığı ile yokluğu arasında fark bulunmayan kimse hakkında olmak üzere talebin kesinlik kazanmaması haliyle, masIahatın gerçekleştirilmesi konusunda gücü bulunan ve diğerlerinde bulunmayan bir ayrıcalığı olan ve bu yüzden de hakkındaki talebin kesinlik kazandığı ya da ağır bastığı kimse arasını ayırmak gerekecektir.

 

Bu durumda başvurulacak kıstas masIahat ve mefsedet arasındaki dengelemedir. İki taraftan hangisi ağır basarsa o taraf galip gelecektir. Her iki tarafın da eşit olması durumunda ise, konu problemliğini sürdürecek ve alimler arasında görüş ayrılıklarına sebep olacaktır. Konu münasebetin (uygunluğun) eş değerde ya da daha ağır basan bir mefsedetle ihlal edilmesi meselesine dayanmaktadır.

 

 

FASIL:

 

Bazen mefsedet, masIahatın büyüklüğü karşısında benzeri dikkate alınmayan cinsten olabilir. Bu, masIahatın mefsedet üzerine tercihine dair ittifakın bulunmasının uygun olduğu kısımdandır. Buna olmuş bir örnek verelim:

 

Kadı lyaz'ın el-Medarik'te nakline göre şöyle bir olayolur: Adudu'd-devle Fenna Husrev ed-Deylemi, Ebu Bekir b. Mücahid ile Kadı İbnu't-Tayyib'e, Mutezile ile münazarada bulunmak üzere huzuruna gelmeleri için haber gönderir. Mektubu onlara ulaştığında Üstad İbn Mücahid ve bazı arkadaşları şöyle derler: "Onlar kafir va fasık bir güruhtur. Çünkü Deylemliler rafizidirler, bizim onların yaygıları üzerine oturmamız helal

olmaz. Melikin bundan amacı da, 'Onun meclisi bütün alimleri içine almaktadır' desinler diye reklamdan başka birşey değildir. Eğer onun bu isteği gerçekten Allah için olsaydı onun bu davetini kabul ederdik." Kadı İbn Tayyib şöyle der: "Onlara dedim ki: el-Muhasibi, Falan ve onların asrında bulunanlar da aynı şekilde: 'Memun fasıktır; onun meclisinde bulunulmaz' dediler. Hatta o, Ahmed b. Hanbel'i Tarsus'a sürmüş ve başına bilinen şeyler gelmişti. Eğer onlarla münazara yapsalardı, onlar bu yaptıklarını yapmazlardı ve görüşlerinin batıl olduğu delil ile ortaya çıkardı. Ey Üstad! Sen de şimdi aynen onların yolunu takip ediyorsun. Onların tavrı sonucunda İmam Ahmed'in başına gelenler ta Kur'an'ın mahluk olduğunu ve Allah'ın görülemeyeceğini söyleyinceye kadar fukahanın da başına gelmişti. İşte ben, sen gitmesen de onun huzuruna gidiyorum." Üstad ona: "Madem ki, Allah senin aklını buna yatırdı, o zaman sen git" dedi ....

 

Bu gibi durumlarda masIahat karşısında, cüz'i olarak meydana gelecek mefsedetler ilga edilir ve dikkate alınmaz. Bunlar, dikkate alınması durumunda külli olan bir aslı ortadan kaldıran ya da bozan cüzilerin bir çeşidi olmaktadır. Bu hususun açıklanması bu kitabın (Makasıd) başlarında geçmişti. Bu vesileyle Allah'a hamdederiz.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

SEKİZİNCİ MESELE