EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İKİNCİ NEvİ
YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ) /
BEŞİNCİ MESELE:
MasIahatın temini ya da
mefsedetin temini, eğer mübah türden ise, iki kısımdır:
(a) Bir başkasına zarar
içermeyen kısım.
(b) Bir başkasına zarar içeren
kısım.
Bu ikinci de kendi
arasında iki kısımdır:
(1) Maslahatı celbetmek ya da mefsedeti def etmek
isteyen kimse ya bu zararı kastetmektedir. Mesela geçimini temin etmek için
ticaret mallarının fiyatını düşüren ve bu arada bu fiiliyle başkalarına da
zarar vermeyi kasteden kimsenin durumunda olduğu gibi.
(2) Ya da başkalarına zarar vermeyi
kastetmemektedir. Bu da iki kısımdır:
I) Verilen zararın
genelolması. Malların pazar yerine ulaşmadan kapatılması, şehidinin köylü için
simsarlık yapması, kişinin geniş bir cami yapılması ya da benzeri kamu
ihtiyacının gereği olarak istimlak edilmek istenen evini ya da bahçesini
satmaktan kaçınması gibi.
II) Zararın özelolması.
Bu da iki türdür:
(1) Bizzat maslahatı
elde etmek ya da mefsedeti uzaklaştırmak isteyen kimsenin kendisine de zarardan
dokunması, buna rağmen o fiili işlemeye ihtiyaç duyması. Mesela kendisine
dokunacak bir zulmü, şayet uzaklaştırdığı takdirde o zulmün bir başkasına
dokunacağını bile bile uzaklaştırması; bir yiyecek maddesini ya da ihtiyaç
duyduğu bir maddeyi almaya koşması, avı başkalarından önce kendisinin avlamaya
çalışması, odun, su ve benzeri mübah (serbest) malları bir an evvel kendisinin
toplamaya çalışması ve bunları yaparken de eğer sözü geçen malları kendi eli
altına geçirdiğinde, başkalarının o malların yokluğundan dolayı zarar
göreceğini bilmesi; buna karşılık kendi elinden alınması durumunda da bizzat
kendisinin zarar görür olması.
(2) Kendisine bir
zararın dokunmaması: Bu da üç kısımdır:
(1) O fiili işlemesi
durumunda doğacak zararın adeten kesin olması.
Konak kapısının arkasına
karanlıkta giren kimsenin mutlaka düşeceği şekilde bir çukur (kapan) kazılması
gibi.
(2) Zarara sebebiyet
vermesi nadir olan fiiller. Genelde herkesin düşmeyeceği bir yere kuyu kazmak,
genelde yiyen kimseye zarar vermeyen gıda maddelerini yemek vb. gibi.
(3) Zarara sebebiyet
vermesi nadir olmayıp çoğunluğu teşkil eden fiiller. Bu da iki şekilde olur:
I. Galib olur. Harbilere
(düşmana) silah satmak, şarapçıya üzüm satmak, insanları aldatmayı meslek
haline getirmiş kimselere, insanların kolayca aldanabileceği birşeyi satmak vb.
gibi.
II. Galib değil fakat
çokça olur. ("Buyüu'l-acal" ya da "iyne" adı verilen)
örtülü riba satışlarında olduğu gibi.
Böylece tamamı sekiz
kısım etmektedir. Şimdi bunları teker teker ele alalım:
Birinci kısım: Asli izin
üzere devam etmektedir ve bu konuda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır.
Dolayısıyla hakkında delil getirmeye de ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü daha
başlangıçta (ibtidaen) bunlar hakkında izinin bulunduğu bilinmektedir.
İkinci kısım: Bu tür
fiillerde bulunan başkalarına zarar verme kasdının engelleneceğine dair de bir
tereddüt bulunmamaktadır. Çünkü "İslam'da başkasına zarar vermek ve zarara
zararla mukabelede bulunmak yoktur" ve bu bir prensip olarak kesindir.
Ancak, hem kendisine fayda teminini hem de başkasına zarar verme unsurunu
içeren bu tür fiiller üzerinde durmak gerekmektedir: Acaba böyle bir fiil
yasaklanır ve mübahlıktan çıkar mı? Yoksa asli ibaha hükmü üzere kalmaya devam
eder ve kişi sadece kasdından dolayı mı günah kazanır? Bu üzerinde
ihtilafbulunabilecek bir noktadır. Konu, gasbedilmiş yerde kılınan namaz
meselesine benzemektedir. Bununla birlikte konu üzerinde durulurken aşağıdaki
tafsilatın dikkate alınması mümkündür:
Sözkonusu amel
terkedilip, elde etmek istediği maslahata ulaşmak ya da kendisinden
uzaklaştırmak istediği mefsedetten kurtulmak için başka bir fiile intikal
edildiğinde, amaçladığı şey ya gerçekleşecek ya da gerçekleşmeyecektir. Eğer
amaçladığı şey gerçekleşecekse, o takdirde sözü edilen fiilin engelleneceğinde
kuşku yoktur. Çünkü amacına başkasına zarar vermeksizin ulaşabildiği halde
zarar veren yolu seçmişse, amacının başkalarına zarar vermek olduğu ortaya
çıkar. Eğer amacına ulaşabilmek için sözkonusu fiili işlemekten başka çaresi
yoksa, bu durumda kendi maslahatını temin ya da kendisine ulaşacak zararı
uzaklaştırmaya çalışan kimsenin hakkı daha öncelikli olacak, başkalarına zarar
verme kasdını bulundurmaması istenecektir. Bu bir tiikat üstü yükümlülüktür
denilemez. Çünkü böyle bir kimse sadece başkalarına zarar verme kasdını
bulundurmamakla yükümlü tutulmaktadır ve böyle bir kasdın bulundurulmaması da
kesb (irade, güç) altına dahildir; yoksa yükümlü tutulduğu şey bizzat
başkalarına zarar vermemesi değildir.
Üçüncü kısım: Bu kısımda
da ya engellenmesi durumunda telafisi mümkün olmayacak şekilde bir zarar verme
sözkonusu olur ya da öyle olmaz.
Eğer kendisi için böyle
bir zarar lazım gelecek olursa, onun hakkı mutlak surette öne alınır. Gerçi bu
hususa karşı çıkılmış ve bu itiraz, usulcülerin koymuş olduğu kalkan örneği ile
desteklenmek istenmiştir. Şöyle ki: Kafirler, bir müslümanı kalkan edinerek
müslümanların üzerine yürüseler ve bu kalkan yapılan müslüman öldürülme dik çe
düşmanın müslümanların kökünü kazıyacakları anlaşılsa bu durumda kalkan yapılan
müslüman öldürülerek diğer müslümanlar kurtarılmaya çalışılır. Ancak kalkan
meselesini delilolarak kullanarak konuya itiraz da bulunmak zayıf olmaktadır.
Eğer zararın telafisi
imkanı bulunur ve tamamen onun ortaaan kaldırılması mümkün olursa; genelolan
zararın dikkate alınması öncelik arzedecektir. Bu durumda kendisi için fayda
temini ya da kendisinden zarar defi için çalışan kimse, amaçladığı şeyi yapmaktan
engellenecektir. Çünkü kamu masIahatları özel maslahatlardan önce gelir.
Malların pazara gelmeden kapatılması, şehidinin köylü adına simsarlık yapması,
selefin zanaatkarların -ki aslında bunlar emin kimseler olmaktadır- tazmin
sorumluluğu ile mesul tutulması konusunda görüş birliği etmeleri, Hz.
Peygamber'in mescidini genişletmeleri ve bunun için sahipleri razı olsun
olmasın gerekli yerleri istimlakte bulunmaları... evet bütün bu uygulamalar
konunun sıhhatine delil olmakta, kamu masIahatının -fertlere dokunacak zararı
telafi etmek kaydıyla- özel maslahatlara takdim edileceği hükmünü
getirmektedir.
Dördüncü kısım:
Genelolarak ele aldığımızda konu iki bakış açısına sahip bulunmaktadır:
(a) HazIarın isbatı
yönü.
(b) HazIarın düşürülmesi
yönü.
Eğer biz hazIarı dikkate
alacak olursak, bu durumda kendisi için maslahatın temini ya da mefsedetin defi
için çalışan kimsenin hakkı -bundan başkaları zarar görse dahi- önce
gelecektir. Çünkü masIahatın temini ya da mefsedetin uzaklaştırılması Şari'
için istenilen ve amaçlanan birşeydir. Bu yüzdendir ki, yemesi-içmesi haram
olan şeyler zaruretten dolayı mübah kılınmış, dirhemi dirhem karşılığında
veresiye vermek anlamına gelen karz akdi duyulan ihtiyaçtan dolayı ve kullara
genişlik olsun diye caiz kılınmış; yardımlaşmanın temini için ihtiyaç duyulan
ariyye uygulamasında ağaç üzerindeki yaş hurmanın kuru hurma karşılığında
tahmin yoluyla satılmasına izin verilmiştir.
Buna benzer daha pek çok
mesele vardır ki, deliller onların Şari'in amacı dahilinde olduğunu
göstermektedir. Bu sabit olduğuna göre, kişinin (aslında mübah bulunan
şeylerden bazılarını) başkalarından önce hareket ederek ele geçirmesi halinde,
o şey üzerinde şer'an hak sahibi olacaktır ve o şey başkasının değilonun mülkü
altına girecektir. Ona herkesten önce ulaşmış olması, Şari'e karşı bir
muhalefet içermemektedir; dolayısıyla fiil sahih olacaktır. Böylece geri
kalanın hakkını, önce varanın hakkına takdim etmenin şer'an gözetilmiş
birşeyolmadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak önce varan kendi hakkını düşürürse o
zaman bu mümkün olabilir. Önce varanın hakkını düşürmesi gibi bir mecburiyeti
de bulunmamaktadır; hatta zarüriyyat konusunda kendi nefsi için gerekli olan
hakkını kullanması mecburiyeti vardır ve bu gibi durumlarda hakkını düşürme
gibi bir seçeneği
yoktur. Çünkü o şey kesin olarak kendi hakkı olmaktadır; başkasının hakkından
olduğu ise zan ya da şek (şüphe) ölçüsündedir. Bu zararın uzaklaştırılması
konusunda açıktır. MasIahatın temini konusunda da -eğer onun bulunmaması zarar
verecekse- durum aynı olacaktır.
ed-Davudi'ye soruldu:
"Sultana haraç adı altında verilen angaryadan kurtulma inikanı olan bir
kimsenin bunu yapması caiz midir?" O: "Evet, başka türlüsü de hel al
olmaz" diye cevap verdi. Ona şöyle denildi: "Sultan haracı tek tek
şahıslar üzerine değil de belli bir yerleşim yeri ahalisine topluca koysa,
bundan kurtulmaya kadir olan kimse bunu yapabilir mi? Eğer o kendisini
kurtarırsa diğer ahaliye haksızlık olacak ve haracı onlar tamamlamak zorunda
kalacaklardır." Cevap olarak: "Evet yapabilir dedi" ve şöyle
devam etti: "İmam Malik, zekat tahsildarının nisab miktarına ulaşmayan iki
ortağın koyunları için ortaklardan birinden zekat alması hakkında: 'Bu bir
zulümdür ve kendisinden alınan ortak üzerinde kalır, öbür arkadaşından verdiğinin
yarısını alamaz' demiştir. Devamla:
"Ben bu konuda
Sahniln'dan rivayet edilen görüşü kabul etmiyorum. Çünkü zulüm emsal
gösterilemez. Hiç bir kimsenin, zulüm başkasına isabet edecek korkusuyla
kendisini zulüm altına sokması gerekmez. Yüce Allah şöyle buyurur:
"İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı
durulmalıdır." [Şura 42] ed-Davudi'nin sözü böyle. Bazı nakillerde Yahya
b. Ömer'in bu doğrultuda: "Kişinin kendisinden zulmü uzaklaştırmasında bir
sakınca yoktur" dediğini gördüm. Halbuki zulmü kendisinden uzaklaştırması
durumunda -eğer zulüm açık bir haksızlık ise- o zulmün bir başkasına
yükleneceği bilinmektedir. Abdu'l-Gani, el-Mü'telef ve'l-Muhtelef adlı eserinde
Hammad b. Ebi Eyyub'dan nakleder: Hammad b. Ebi Süleyman'a: "Ben konuşuyorum
ve benden nöbet kaldırılıyor.
Benden kaldırınca da
tabii bir başkasına konuyor" dedim. o: "Sana sadece kendin hakkında
konuşmak düşer. Senden kaldırılınca onun kime konulduğuna aldırış
etmezsin" dedi.
Başka türlü
uzaklaştırılamaması halinde zulmü def etmek için rüşvet vermek, isyancılara mal
vermek, esir mübadelesi için kafirlere fidye vermek, hacca gitmek isteyenlere
haraç vermek de bu kabildendir. Bütün bunlar günah ile bir fayda elde etmek ya
da bir zararı def etmek demektir. Cihad faziletini istemek de bu kabildendir.
Halbuki cihadda kafirin küfrü üzere ölmesi veya kafirin müslümanı öldürmesi
gibi durumlar bulunmaktadır. Hatta Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Allah yolunda
öldürülmeyi, sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi gerçekten arzu ederim"
buyurmuştur. Bunun tabii sonucu onu öldürenin cehenneme girmesidir. Adem'in iki
oğlundan biri (Habil): "Ben hem benim, hem de kendi günahını yüklenip
cehennemliklerden olmanı isterim"[Maide 29] demiştir. Dahası, cezalar -ki
bunların tamamı masIahatın temini, mefsedetin de uzaklaştırılması demektir-
başkalarına zarar verme anlamı içerir. Şu kadar var ki, mefsedetin defi için
bütün bunlar ilga edilmiş, dikkate alınmamıştır. Çünkü sözkonusu zararlar bu
hükümlerin meşru kılınması sırasında Şari' tarafından gözönünde bulundurulmuş
değildir. Hem sonra masIahatın temini, mefsedetin defi için çalışan kimsenin
tarafı öncelikli olmaktadır. Bu konu üzerinde daha önce durulmuştur.
İTİRAZ: Bu nokta çeşitli
meselelerde problem doğurur. Çünkü sabit bir kaide olarak "Zarar ve zararla
mukabele yoktur." Zikredilen meselelerde ise başkalarına zarar verme
mevcuttur. Bu duruplda kaide gereği onların meşril olmaması gerekir. Bunu şu
örnekler de destekler: Bir kimsenin elinde yiyecek bulunduğu zaman, o kimse
naçar halde kalan bir kimseye -kendisinin de o yiyeceğe ihtiyacı bulunduğu
halde- bedelli ya da bedelsiz vermesi için zorlanabilmektedir. Keza muhtekirin
(karaborsacı) elinde bulunan yiyecek mallarını devlet başkanı (bedelini
ödeyerek) zorla elinden alabilmektedir. Çünkü o malları elinde tutması başka
insanlara zarar vermektedir. Daha başka benzeri konular da mevcuttur.
CEVAP: Bütün bunlarda
herhangi bir problem bulunmamaktadır.
Şöyle ki: Geçen
meselelerde bulunan ve yerleşik asıllarda sözkonusu olan başkalarına zarar
verme, izin sırasında Şari'ce maksud değildir; izin sadece kişinin masIahatın
temini ya da mefsedetin defi için çalışması hakkındadır. Hem sözü edilen
meselelerde iki zarar verme karşı karşıya gelmektedir (tearuz): (a) Zilyede ve
malike zarar verilmesi. (b) Zilyed ya da malik olmayan kimseye zarar verilmesi.
Bilindiği üzere şeriatta zilyed ve malikin hakkı önce gelir ve hakların
çatışması durumunda hak sahibine karşı durulmaz. Kısaca izin, izin olması
açısından başkalarına zarar vermeyi gerektirmez. N asıl gerektirebilir ki,
şeriatın özelliği böyle birşeyi yasaklamaktır. Dikkat edilecek olursa
görülecektir ki, masIahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimse, bu
fiiliyle başkalarına zarar vermeyi kastederse günahkar olmaktadır ve o yaptığı
şeye ihtiyacının bulunması da durumu değiştirmemektedir. Bu da göstermektedir
ki, Şari' Teala başkalarına zarar verilmesini kastetmemektedir; aksine zarar
vermeyi yasaklamıştır ki, o da zilyed ve malikin zarara uğratılmasıdır.
Yiyecek maddesine
zaruret ölçüsünde ihtiyaç duyan (naçar) kimse ile ilgili mesele aslında bizi
desteklemektedir. Çünkü yiyecek maddesini vermeye zorlanan kimse, bizzat o
yiyeceğe -yokluğunda zarar göreceği ölçüde- muhtaç değildir. Eğer aynı ölçüde
onun da muhtaç olduğunu farzedecek olursak, o takdirde zorlanması zaten sahih
olmayacaktır. Dolayısıyla konu aynı tartışma konusu olmaktadır. Yiyecek
maddesini vermeye zorlanan kimse, onu vermesinden dolayı zarar görmemektedir.
Bu nokta iyi kavranmalıdır. Muhtekirin durumuna gelince; o ihtikar (stok)
yapmak suretiyle hatalı bir yola girmiş ve yasak olan birşeyi işlemiş ve bu
haliyle insanlara da zararlı olmuştur. Bu durumda devlet başkanının onu zarara
sokmaksızın insanlara verdiği zararı bertaraf etmesi gerekecektir. Sonra
ihtikar meselesi, kamu yararı için özel zararlara katlanmanın caiz olduğu
üçüncü kısımdan olmaktadır.
Bütün buraya kadar
anlatılanlar hazIarın dikkate alınması durumuyla ilgili idi.
Onları dikkate
almadığımız zaman ise iki durumla karşı karşıya oluruz:
(1) Kendi nefsini düşünmeyi bir tarafa bırakarak,
eşitlik üzere diğ'er insanların içerisine girme. Bu gerçekten övgüye değer bir
davranıştır. Böyle davranışlar Hz. Peygamber zamanında yapılmıştır. O şöyle
buyurur:
"Eş'ariler gazada
yiyecekleri biter veya Medine'deki çoluk çocuklarının yiyecekleri azalırsa
ellerindeki yiyeceği bir elbisenin içine toplar, sonra onu aralarında bir kabın
içinde eşitlik üzere taksim ederler. Onlar bendendir; ben de onlardanım."
Burada kendi hakkını düşüren kimse, başkalarını bu konuda kendisi gibi görmekte
ve onu sanki kardeşi veya oğlu veya yakın bir akrabası ya da yetimi saymakta ve
kendisini onlara vacib ya da mendup olarak bakmakla yükümlü kimse olarak
görmekte; kendisini Allah'ın kulları arasında huzur ve sükunu teminle, onların
hayırlarını kollamakla görevli saymaktadır. Bu haliyle o, hak sahibi olsa bile
diğer insanlardan biri gibi olmaktadır. Durumu böyle olunca, o kimsenin artık o
hakkı kendisine tahsis etme yoluna gitmesi mümkün değildir. Aksine, o hakkı
insanlar arasında paylaştırmak için kendisini görevli hissedecektir. Aynen
şefkatli bir babanın çocuklarını ihmal ederek yalnız başına yiyip içemeyeceği
gibi, bu kimse de öyle olacaktır. İşte Eş'ariler bu mertebede bulunmaktadır ve
Hz. Peygamber [s.a.v.] onlar hakkında: "Onlar benden, ben de onlardanım"
buyurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber [s.a.v.] uyulması gereken en büyük önder,
şefkat konusunda da en müşfik babadır. Zira o, ümmetini ihmal ederek hiçbir
konuda kendi nefsini düşünmemiştir. Müslim de Ebu Sa'id'den şöyle rivayet
edilmiştir: Bir defa biz Hz. Peygamber [s.a.v.] ile beraber bir seferde iken
devesi üzerinde bir adam geliverdi ve gözünü sağa sola çevirmeye başladı. Bunun
üzerine Rasulullah [s.a.v.]: "Kimin yanında fazla hayvan varsa onu hayvanı
olmayana versin ve kimin fazla azığı varsa olmayana versin!" buyurdu.
Ravi der ki: "Mal
çeşitlerinden söylediğini söyledi. Hatta artan bir malda hiçbirimizin hakkı
olmadığı düşüncesine vardık." Başka bir hadiste de "Şüphesiz malda
zekattan başka bir hak da vardır" buyrulmuştur. Zekatm, ikraz ın (ödünç verme),
ariyyenin, hediyenin vb. meşru kılınması bu manayı destekleyen hususlardandır.
Bu tür örneklerin tamamı üstün ahlak anlayışıyla ilgili olmaktadır ve bunlar
kişinin sadece kendi nefsini düşünmesi gibi bir durumla bağdaşmaz. Bu durumda,
fiili işleyene, sadece diğer insanlara dokunacak zarar ölçüsünde ya da daha az
bir zarar gelecektir. Böyle bir insan, kendi nefsini kesin bir zarar altına
sokmuş da olmamaktadır. Söz konusu zarar beklenti halinde olan bir zarardır ya
da başkalarından zararı gidermek uğruna tahammül edebileceği az bir zarardır.
Bu bütün müslümanları tek bir vücut gibi gören bir kimsenin bakışı olmaktadır.
Nitekim bu meyanda Hz. Peygamber [s.a.v.] şöyle buyurmaktadır:
"Mü'min için
mü'min, birbirini kenetleyen duvar gibidir"; "Müminler tek bir cesed
gibidir. Bir organ rahatsız olursa, diğer bütün organlar uykusuzluk ve ateş
(humma) ile ona iştirak ederler"; "Sizden biriniz kendi nefsi için
sevdiği şeyi kardeşi içinde sevmedikçe mü'min olmaz. " Bu manada daha pek
çok hadis bulunmaktadır. Zira mü'minin mü'mini tam anlamıyla kenetlemesi ancak
bu mana ile ve bunun için gerekli sebeblerin ortaya konulması yoluyla
olacaktır. Aynı şekilde tek ceset şeklinde olunabilmesi için de, faydanın
herkes için eşit olarak ve kendi ihtiyacına göre dağıtılması gerekecektir.
Nitekim vücutta da organlar gıdadan istifade ederken paylaşım,
eksiksiz-noksansız her organın kendi ihtiyacına göre olmaktadır. Eğer bazı
organlar ihtiyacından fazla ya da daha az alacak olurlarsa, vücut normal
halinden çıkacaktır. Bu özelliğin esası, Kur'an'da zikredilen mü'minlerin
birbirlerinin velileri olduğunu, sözbirliği etmelerinin ve kardeşliğin
gerekliliğini, gruplaşmadan kaçınmanın zaruretini ifade eden ayetler olmaktadır
ve bunlar pek çoktur. Ümmetin tek bir vücut gibi bütünlüğü ve sağlıklı olması
ancak bu ve benzeri özelliklerin bulunmasıyla mümkün olacaktır.
İkinci durum: İsar yani
başkalarını kendi nefsine tercih etmek: Bu hazlardan feragat konusunda daha
köklü bir tavır olmaktadır. Burada kişi yakini imanına güvenle ve gerçek tevekküle
ulaşarak kendi çıkarlarını terketmekte ve başkalarını kendi nefsine tercih
etmekte, Allah'a olan muhabbetinden dolayı O'nun yolundaki kardeşine yardımcı
olmak için meşakkatlere katlanmakta:dır. Bu son derece üstün bir ahlak
örneğidir ve amellerin en yücelerindendir. Bu haslet, Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
tavırlarında örneğini bulmuş ve onun ilahi rızaya uygun ahlakının bir tezahürü
olmuştur. ''Yüce Peygamber [s.a.v.] hayır yolunda insanların en cömerdi idi. En
cömert olduğu zaman da Ramazan ayı idi. Cibril ile karşılaştığı zaman ise esen
rüzgardan daha cömert olurdu." Hz. Hatice kendisine:
"İşini görmekten
aciz olanın yükünü yüklenirsin, fakire verir kimsenin kazandırmayacağını
kazandırırsın, Hak yolunda ortaya çıkan hadiseler karşısında (halka) yardım
edersin" demiştir. Bir defasında kendisine doksan bin dirhem
getirilmiştir. Onları bir hasır üzerine koymuş ve dağıtmaya başlamıştır.
İsteyen hiçbir kimseyi geri çevirmemiş ve tamamını tüketinceye kadar
dağıtmıştır. Sonra bir adam gelmiş ve istekte bulunmuş, ona: "Yanımda
verecek birşey yok. Ancak benim adıma borçlan ve alacağını al; bize birşey
geldiğinde onu öderiz" buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Allah
sana gücünün yetmediğini yüklememiştir" demiş, Hz. Peygamber bu sözden hoşlanmamıştır.
Ensardan bir adam: "Ya Rasulaltah! Harca, Arşın Sahibinin azaltacağından
korkma" demiştir. Bunu duyan Hz. Peygamber tebessüm etmiş, hoşnudluğu
yüzünde belirmiş ve: "Ben bununla emrolundum" buyurmuştur. Hadisi
Tirmizi nakletmiştir. Enes de: "Hz. Peygamber, yarın için birşey
biriktirmezdi" demiştir. Bu manada haberler pek çoktur.
Sahabe de aynı şekilde
idi. "Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire
yedirirler" ayetinin te fs iri sadedinde, keza Sahih'te "Kendileri
zaruret içinde olsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar" ayeti
hakkında gelen rivayetleri, aynı şekilde Hz. Aişe'den gelen rivayeti
biliyorsunuz. Daha önce Hükümler bahsinin Sebebler bölümünde hazların
düşürülmesi doğrultusunda amelde bulunmadan söz edilirken zikredilmişti.
İsar (başkalarını
tercih) iki kısımdır: a. Maldan ve eşten vazgeçme yoluyla. Nitekim Sahih'te mu
ahat (kardeşlik akdi) hadisinde zikredildiği üzere Hz. Peygamber tarafından
Muhacir ile Ensar arasında kardeşlik ilan edilmişti. Ensardan biri, muhacir
kardeşine, malının yarısını vermeyi ve ona helal olması için de karısını
boşamayı düşünmüştü.
(2) Candan vazgeçme yoluyla. Yine Sahih'te geçtiği
üzere Ebu Talha, Uhud gününde kendisini Hz. Peygamber'e kalkan yapmıştı. Hz. Peygamber
[s.a.v.] insanları görmek için başını uzatıyordu. Ebu Talha kendisine:
"Bakma! Ya
Rasillallah! İnsanların attıkları oklardan biri isabet edebilir. Canım sana
feda olsun" diyordu. Hz. Peygamberi [s.a.v.] korumak için elini oka siper
etmiş ve bu yüzden çolak 0lmuştu. Bu örnek tavrın Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
davranışlarında da yer aldığı malumdur. Zira o, savaşlarda düşmana en yakın
kimse olurdu. Bir gece Medineliler korkuya kapılmışlardı. Birtakım insanlar
korku sebebi sesin geldiği tarafa gittiler. Hz. Peygamber'i [s.a.v.] o taraftan
dönerken buldular. 'Korkmayın!' diye onları karşılamıştı. Ebu Talha'ya ait
çıplak bir at üzerinde kılıcını kuşanmış, haberin mahiyetini öğrenmek
istemişti. Bu kendi canını feda etmek isteyen bir kimsenin davranışı olmaktadır.
Ali b. Ebi Talib'in de hicret gününde, müşriklerin Hz. Peygamber'i [s.a.v.]
öldürmeye azmettikleri bir anda onun yatağında yatması ve gecelemesi herkesçe
bilinen bir olaydır. Yaygın bir deyişte de: "Başkaları uğrunda candan
geçmek, cömertliğin en son noktasıdır" denilmektedir. Sufiyyeden bazıları
sevgiyi tarif ederlerken 'O başkalarını tercihtir' demişlerdir. Bunun
doğruluğuna Kur'an'dan delalet de vardır: Mısır azizinin (vezir) karısı
(Züleyha), Yusuf [s.a.v.] hakkında: "Ondan murad almak isteyen bendim;
kuşkusuz Yusuf doğrulardandır"[Yusuf 51] demiş ve onun suçsuzluğunu ifade
ile suçun kendisine ait olduğunu belirtmiş ve böylece sevdiğini kendi nefsine
tercih etmiştir.
Nevevi şöyle der:
Yiyecek ve benzeri dünya işleri ile nefsani hazlar hakkında başkalarını
tercihte bulunmanın üstünlüğü hakkında alimler icma etmişlerdir. Allah'a
yaklaştıran fiiller (kurbetler, iMdetler) ise böyle değildir; çünkü bunlarda
sözkonusu olan hak Allah'a aittir. Bu kendisinden önceki kısımla birlikte
çeşitli mertebelere ayrılır. İnsanlar bu konuda tam tevekkül ve yakin
mertebesine ulaşma yolundaki derecelerine göre farklılık arzederler. Rivayete
göre Hz. Peygamber [s.a.v.], Hz. Ebu Bekir'den malının tamamını, Hz. Ömer'den
de malının yarısını kabul buyurmuş olmasına rağmen, Ebu Lübabe ve Ka'b b.
Malik'ten mallarının üçte birini kabul etmiştir. İbnu'l-Arabi, bu ikisinin Hz.
Ebu Bekir ve Hz. Ömer mertebesinde olmadıklarından, Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
kendilerine onlara davrandığı gibi davranma dığı nı söylemiştir. Onun sözü
böyle.
Sonuç olarak şöyle
diyebiliriz: Burada isar, peşin zevklerden feragat etme anlamına gelmektedir ve
bu yüzden doğacak meşakkate göğüs germe durumunda eğer şer'i bir maksat ihlal
edilmiyorsa kınama ve azar yoktur. Ama şer'i bir maksadın ihlali sözkonusu
olursa, bu durumda hazdan feragattan bahsedilemez ve böyle birşey şer'an övgüye
değer bir davranış da olamaz. Şer'an övgüye değer bir davranış olmaması şunun
içindir: Bu durumda hazIardan feragat ya sırf emredenin (Şarii) emri içindir ya
da başka bir durum içindir yahut da amaçsızdır. Amaçsız oluşu abestir ve akıllı
bir kimse böyle bir davranış ta bulunmaz. O fiili emredenin emri gereği olarak
yapmış olması durumunda, o şeyin şer'i bir maksadı ihlal etmesinden söz etmek
tezat olur. Çünkü o şeyin ihlali emredenin emri değildir. Durum öyle olmayınca
da, fail ona (emredene) muhalif demektir. Emredenin emrine muhalefette
bulunmak, ona uygun hareket etmenin zıddı olur. Bu durumda onun üçüncü bir
durum yani haz için olduğu ortaya çıkar. HazIarın düşürülmesi meselesinde başka
bir ihtimalin de bulunmadığı açıklanmıştı. Dördüncü kı8.ımla ilgili söylenecek
söz tamamlanmış oluyor. HazIarın düşürülmesi konusuna nisbetle geçen üç kısmın
hükmü buradan anlaşılır.
Beşinci kısım: MasIahat
temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimseye herhangi bir zarar içermeyen,
ancak işlenmesi durumunda mefsedete sebebiyet vereceği kesin olan kısım. Bu
kısmın da iki yönü bulunmaktadır: (a) Başka birine zarar verme kasdı olmaksızın
şer'an kastedilmesi caiz olan şeyi kastetmiş olması yönü. Bu açıdan bakıldığı
zaman bu kısımdan olan fiiller caiz olacak, yasak olmayacaktır.
(b) Kastedilen bu fiilin
-terki halinde zarar görmemesine rağmenişlenmesi durumunda zorunlu olarak
başkalarına zarar dokunacağı neticesini bilmesi yönü. Bu açıdan bakıldığında
fiil, başkalarına zarar verme kasdının bulunduğu zannını içermektedir. Çünkü
fiili işlemesi durumunda: (a) Ya zaruri, hacı ya da tekmili bir amaç
bulundurmadan sırf mübah olduğu için fiili yapmış olacaktır. Bunların meydana
getirilmesi konusunda ise -sırf meydana getirilmiş olma açısından- Şari'e ait
bir kasıt bulunmamaktadır. (b) Ya da emredilmiş olan bir fiili başkalarına
zarar verecek biçimde -zarar vermeden işleme imkanı bulunmasına rağmen- işleyen
kimse durumunda olacaktır. Fiilin bu şekilde başkasına zarar verilerek
işlenmesi de Şari' tarafından amaçlanmış değildir.
Her iki duruma göre de,
başkalarına zarar vereceğini bile bile böyle bir fiili işlemek istemesi
durumunda, mutlaka şu iki durumdan biri ile karşı karşıya olunacaktır:
(b) Ya da başkalarına
zarar vermeyi amaçlamaktadır. Haliyle bu da yasak olmaktadır. Bu durumda o
fiili işlemekten engellenmesi gerekecektir. Ancak buna rağmen o fiili işlemesi
durumunda fiili ile mütecaviz sayılır ve tecavüzü neticesinde ortaya çıkan
zararı tazmin eder. Tazmin konusu, can ve mal konusunda her olaya uygun bir
şekilde ele alınır ve fail -tecavüz kasdı sabit olmadıkça- asla kasıtlı olarak
zarar vermiş kabul edilmez, Gasbedilmiş yerde kılınan namaz meselesi,
gasbedilmiş bıçakla hayvan boğazlama meselesi ve bunlara benzer olan aslında
mübah olmakla birlikte başkasına zarar verme unsuru içeren diğer meseleler hep
bu şekilde ele alınacak ve değerlendirilecektir, Meselenin iki yönü olduğu
içindir ki, çoğunluk alimlere göre bu şekilde kılınan namaz sahih ve yeterli
olmakta, asli fiil geçerli kabul edilmekte; ancak öbür tarafı dikkate alınacağı
için de o fiili işleyen asi ve eğer ortada başkalarına verilmiş bir zarar varsa
o zararı tazminle sorumlu sayılmaktadır, Bu durumda yönler farklı olduğu için
hükümler arasında bir çelişkiden de söz edilmeyecektir. Sözü edilen meselelerde
fes ad görüşünü benimseyenler, burada da aynı görüşü taşımaktadırlar. Fıkhi
değerlendirme açısından bu bahis çok geniştir ve meselede kıstas bu nokta
olmaktadır. Bu hazIarın isbatı yönünden olmaktadır. Malumdur ki, hazIarından
feragat eden kimseler, durumu böyle olan bir fiil altına asla girmezler.
Altıncı kısım: Nadir
olarak mefsedete götüren fiiller. Bunlar asli izin üzere bulunurlar. Çünkü
masIahatın galip olması durumunda, onun bulunmamasını doğuracak nadir haller
dikkate alınmaz. Şöyle ki, adeten bir nebze de olsa asla mefsedet içermeyen bir
masIahatın bulunması mümkün değildir. Ancak Şari' Teala, teşri esnasında
masIahatın ağır basmasını dikkate almış, mefsedetin nadirliğini ise kale
almamıştır. Böylece şer'i hükümler, varlık aleminde bulunan adiyyat mesabesinde
tutulmuş ve onların paralelinde düzenlenmiştir. MasIahatın teminine, mefsedetin
de uzaklaştırılmasına yönelik bir kasıt bulunduran kimsenin bu durumda nadiren
zararın da doğabileceğini bilmesi, değerlendirme konusunda bir taksir
sayılmayacağı gibi, zararın vukuuna yönelik bir amaç bulundurmuş da kabul
edilmez. Şu halde fiil, asli meşruluk üzere kalmaya devam edecektir.
Buna, meşru kılınan
şeylerle ilgili kıstasların (davabıt) bu şekilde bulunması delilolmaktadır:
Mesela, kan, mal ve ırz konularında şehadetle hükmedilir. Halbuki şahitlerin
yalan söyleme, yanılma ve vehme kapılma ihtimalleri bulunmaktadır. Yolculukta
belirli bir mesafede namazı kısaltmanın mübahlığı hükmü doğmaktadır; halbuki
konfor içerisinde yolculuk yapan bir hükümdar için meşakkat sözkonusu
olmayabilir. Mukim olup da ağır işlerde çalışan kimseler, belirli bir meşakkat
altında oldukları halde namazı kısaItmaktan menedilmişlerdir. Furu-ı fıkıhta
vahid haberle ve cüz'i kıyaslarla amel edilmektedir; oysa ki çeşitli
sebeblerden dolayı bunlar hata içerebilirler ve doğru olmayabilirler. Ancak bu
gibi ihtimaller nadir olmaktadır; dolayısıyla dikkate alınmamış, aksine galip
bulunan masIahat yönü dikkate alınmış ve hükümler ona göre düzenlenmiştir. Bu
bahis, bu kitabın ilgili yerinde izah edilmiştir.
Yedinci kısım: Mefsedete
götürmesi zanni olan fiiller. Bu kısımda görüş ayrılığının bulunması
muhtemeldir. Bizzat bu fiillerin hükmünün mübahlık ve izin olduğu konusu
açıktır. Nitekim altıncı kısımda buna değinildi. Bu gibi fiillerden zarar ya da
mefsedetin doğabileceğinin zan ölçüsünde olmasına gelince, bu durumda bakılır:
Acaba burada zan kesin bilgi mesabesinde tutulur ve fiil (beşinci kısımda) sözü
geçen iki yönden dolayı men edilir mi? Ya da bulunmama ihtimali -ki bu durumda
zararın doğmaması ihtimali nadirdir- dikkate alınarak men edilmez mi? Zannın
dikkate alınması aşağıdaki hususlardan dolayı daha ağır basmaktadır:
(a) Ameli konularda zan,
kesin bilgi mesabesinde sayılır. Göründüğü kadarıyla burada da aynı durum
geçerlidir.
(b) Nasslarla
belirlenmiş bulunan "sedd-i zeria" da bu kısım çerçevesine
girmektedir. Örnekler: ''Allah'tan başka yalvardıklarma sövmeyin ki, onlar da
bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler. "[En'am 108] Bu ayet,
müşriklerin: "Yabizim ilahlarımıza hakaret etmekten (sövmekten)
vazgeçersin; ya da biz de senin ilahına söveriz" demeleri üzerine
inmiştir. Sahih'te şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Şüphesiz
en büyük günahlardan biri de, kişinin ebeveynine küfretmesidir" der.
Sahabe: "Ya Rasulallah! Adam ebeveynine küfreder mi?" diye sorarlar.
Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Evet, o birinin babasına söğer; o da onun
babasına söğer; o birinin anasına söğer; o da onun anasına söğer" buyurdu.
Hz. Peygamber [s.a.v.], münafıkları öldürmekten geri dururdu. Çünkü onların
öldürülmesi kafirlerin:
"Muhammed
adamlarını öldürüyor" diye olumsuz propaganda yapmalarına imkan verirdi.
Yüce Allah, mü'minlerden Hz. Peygamber'e 'Bizi gözet!' anlamında hitap
ederlerken 'çobanımız' anlamına da çekilebilen "raina" kelimesini
kullanmamalarını istemiştir.[Bakara 104] Çünkü Yahüdiler bu kelimeyi Hz.
Peygamber'e [s.a.v.] hakaret için kullanıyorlardı. Bu tür örnekler pek çoktur
ve hepsi de asli hükmü üzere bulunmakla birlikte, kendisine zeria yani vesile
kılınmak istenilen şeyin hükmünü almıştır.
(c) Bu kısım yasak olan
'günahta ve düşmanlıkta yardımlaşma' kapsamına girmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz
ki, bu kısımdan olan fiilin işlenmesi durumunda zarar ve mefsedetin
doğabileceğinin zan ölçüsünde bilinmesi, zarar vermeye yönelmiş bir kasıt
yerine geçmez. Asılolan masIahatın celbi, mefsedetin de definin caiz olmasıdır
ve bu arada fiilin özünde bulunmayan ve zorunlu olarak ortaya çıkan neticelerin
dikkate alınmamasıdır. Ancak masIahatın mefsedete sebebiyet vermesi, şeriata
karşı hile ya da yasak olan konuda yardımlaşma kabilinden olmaktadır ve yasak
işte bu yönden sözkonusu edilmekte, fiilin aslından kaynaklanmamaktadır. Çünkü
sebebe yapışan kimse, kendi maslahatını elde etmekten başka bir amaç
bulundurmamaktadır. Eğer bu durumdaki bir kimsenin fiili, tecavüz (teaddi)
şeklinde yorulmuşsa, bu taksir (ihmal), ihtimalini bulundurması yönünden
olmaktadır. Bu kısım, mertebece beşinci kısımdan daha aşağıdadır.
Bu yüzden de hakkında
görüş ayrılıkları meydana gelmiştir: Acaba bir şeyin mazinnesi (yani bulunduğu
zannedilen yer), bizzat o şeyin kendisine yönelik kasıt yerine geçer mi? Yoksa
geçmez mi? İşte problem budur.
Bu hazIarın isbatı
açısından meselenin ele alınması olmaktadıL Hazların düşürülmesi açısından ele
alındığında ise, bu kısımda onlar (yani hazlarından feragat edenler), beşinci
kısımdan olanlar gibidir. Altıncı kısım ise farklıdır; çünkü adeten insanın
ondan ayrılması kudreti dahilinde değildir.
Sekizinci kısım:
İşlenmesi durumunda mefsedete götürmesi. ne galip ne de nadir olmayan, aksine
çok olan fiiller: Bu konu, üzerinde durulmaya muhtaçtır ve
karıştırılabilmektedir. Bu kısımda asılolan, iznin sahihliği esasına
hamletmektir. Nitekim İmam Şafii ve daha başkalarının görüşü böyle olmaktadır.
Çünkü mefsedetin vukuu hakkında kesin bilgi bulunmasıyla zan ölçüsünde bilginin
bulunması bir arada bulunmayacak şeylerdir. Zira burada, vuku bulup bulmaması arasında
sade (mücerred) bir ihtimalden başka birşey yoktur. İki taraftan birini
diğerine tercihi gerektirecek bir belirti (karıne) de bulunmamaktadır. Mefsedet
ve başkasına zarar verme kasdının bulunması ihtimali, bizzat kasdın kendisi
yerine geçmeyeceği gibi, kasdın bulunmasını da gerektirmez. Çünkü onun bulunup
bulunmamasını engelleyecek gaflet ve benzeri maniler bulunabilir.
Sonra, burada masIahat
temini ve mefsedet defi için uğraşan bir kimseyi -kesin bilgi ya da zan
durumunda olduğu gibi- taksir sahibi (ihmalkar) ya da kasıt sahibi biri kabul
etmek de doğru değildir. Çünkü fiili, bu ikisine birden yönelik kasdın
bulunmasına hamletmek (yormak), bunlardan birini kastetmiş olmamaya
hamletmekten daha evla değildir. Durum böyle olunca, hakkında izin bulunan
sebebiyet verme (tesebbüb) gerçekten güçlü olmaktadır. Ancak İmam Malik, sedd-i
zerai' konusunda onu dikkate almış ve buna gerekçe olarak da, vuku bakımından
kasdın çokluğunu göstermiştir. Şöyle ki: Kasıt haddizatında munzabıt (belirli
ve açık) değildir; çünkü kasıt iç alemiyle ilgili hususlardandıL Ancak onun
burada bir sahası bulunmaktadır ki o da varlık aleminde vukuunun çokluğudur ya
da onun mazinnesidir (bulunduğu zannedilen yer). Bulunmama ihtimaline rağmen
mazinne dikkate alındığına göre, çokluğun da dikkate alınması gerekecektir;
çünkü kasdın alanı olmaktadır. Bunun bir
dayanağı vardır ve bu dayanak Zeyd b. Erkam'ın oğlunun anası ile ilgili
hadistir.
Sonra bazen hüküm, çoğu
zaman bulunmayabilecek bir illet için konulmuş olabilir. Mesela içki cezasında
olduğu gibi. Bu ceza içkinin önüne geçmek (zecr) için meşru kılınmıştır. Ceza
ile içkinin önünün alınması (zecr) galib değil çoktur. Buna rağmen hükümde
-asıl prensibe muhalif olarak- çokluk dikkate alınmıştır. Asıl prensip, insanı
zarara uğratacak ve her türlü acı verecek şeylerden korumaktı. Nitekim
konumuzda da asıl olan izindir. Buna rağmen, içkinin önünün alınması hikmetine
binaen asıl prensipten çıkıldığı gibi, burada da yasak olan şeye götürür
endişesiyle (sedden li'z-zeria) asılolan ibaha hükmünden çıkılmış olmaktadır.
Sonra, bu kısım,
mefsedetin çokca meydana gelmesi konusunda, kendisinden önceki kısımla
müştereklik arzetmektedir. Dolayısıyla orada yasak için (mefsedetin) dikkate
alınması gibi burada da alınması ve yasağa gidilmesi gerekir.
Hem sonra bu konuda pek
çok nass bulunmaktadır: Hz. Peygamber [s.a.v.] bu meyanda aşağıdaki
tasarrufları yasaklamıştır:
- (Kuru hurma ve kuru
üzümün ya da yaş hurma ile koruk hurmanın) karıştırılarak nebizinin (şıra)
çıkarılması
- Üzerinden üç gün geçen
şıranın (nebiz) içilmesi.
İçerisindekini
şaraplaştırmayacağı. bilinen kaplarda şıra tutulması. Hz. Peygamber [s.a.v.] bu
tür yasakların bazılarını, haram olan şeylere vesile (zerla) yapılmasını
önlemek için (sedd-i zerla) getirdiğini açıklamı? ve: "Eğer bunlara ruhsat
verseydim, bunları öteki haram olanlar haline dönüşecek kadar onlarda (o
kaplarda) tutabilirdiniz" buyurmuştur. Yani insanlar, bu gibi konularda
mübah sınırında durmazlar; sonunda harama ulaşırlar demek istemiştir. Halbuki
böyle durumlarda mefsedetin vukuu çok olsa da galip değildir.
Hz. Peygamber [s.a.v.]
yabancı bir kadınla kapalı bir yerde başbaşa kalmayı (halvet) yasaklamıştır.
- Yanında kocası ya da
mahrem bir yakını olmaksızın kadının yalnız başına yolculuk yapmasını
yasaklamıştır.
- Mezar üstüne mescid
yapılmasını ve orada (kabir üzerinde ya da kabre doğru) namaz kılınmasını
yasaklamıştır.
- Bir kadının halası ya
da teyzesiyle birlikte aynı nikah altında tutulmasını yasaklamış ve: "Eğer
siz bunu yaparsanız akrabalık bağlarını kesmiş olursunuz" buyurmuştur.
Dört kadından fazlasını
nikah altında tutmak haram kılınmıştır; zira ayette: "Aralarında
adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız ... Doğru yoldan
sapmamamız için en uygunu budur"[Nisa 3] buyrulmaktadır.
- İddet içerisinde
bulunan bir kadının açıktan istenmesi ve nikahlanması haram kılınmıştır.[Bakara
235]
- İddet içerisinde
bulunan bir kadının güzel koku kullanması, ziynet eşyası takınması gibi yasak
olan nikaha götürebilecek yollar haram kılınmıştır.
- İhramlı bulunan hacı
adayı için güzel koku kullanması ve kara avı avlaması haram kılınmıştır. [Maide
96]
- Bey ve selef
yasaklanmıştır.
- Borçlunun hediye
vermesi yasaklanmıştır.
- Katilin varis olması
yasaklanmıştır.
- Ramazan'dan bir ya da iki
gün önceden oruç tutulmaya başlanması yasaklanmıştır.
- Fıtır bayramı gününde
oruç tutma haram kılınmıştır.
- İftar etmede acele
etmek, sahuru ise ertelemek mendup kılınmıştır.
Bütün bu hükümlerde
gerekçe yasağa götürecek yolun kapatılması ilkesi (sedd-i zerai') olmaktadır.
Bunlarda başkalarına zarar verme amacı ya da mefsedetin gerçekleşmesi durumu
çok olmakla birlikte; galip değildir ya da varlığı yokluğundan çok değildir.
Ancak şeriat ihtiyat üzere kuruludur ve tedbiri elden bırakmamaktadır; muhtemelen
mefsedete götürebilecek olan şeylerden sakınılması şeriatın dikkat ettiği
özelliklerden olmaktadır. Ana hatlarıyla ve detaylarıyla bu bilindiğine göre,
bunlarla amel etmiş olmak bir bid'at olmayacak; aksine onun esaslarından
birisini oluşturacaktır. Bu esas zaruri, hacı ya da tahsini olan birşeyin
tamamlayıcı unsuru olma özelliği göstermektedir. İnşallah bu konu İctihad
bahsinde işlenecektir.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: