EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İKİNCİ NEvİ YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ) /

BEŞİNCİ MESELE:

 

MasIahatın temini ya da mefsedetin temini, eğer mübah türden ise, iki kısımdır:

 

(a) Bir başkasına zarar içermeyen kısım.

(b) Bir başkasına zarar içeren kısım.

 

Bu ikinci de kendi arasında iki kısımdır:

 

(1)   Maslahatı celbetmek ya da mefsedeti def etmek isteyen kimse ya bu zararı kastetmektedir. Mesela geçimini temin etmek için ticaret mallarının fiyatını düşüren ve bu arada bu fiiliyle başkalarına da zarar vermeyi kasteden kimsenin durumunda olduğu gibi.

 

(2)   Ya da başkalarına zarar vermeyi kastetmemektedir. Bu da iki kısımdır:

 

I) Verilen zararın genelolması. Malların pazar yerine ulaşmadan kapatılması, şehidinin köylü için simsarlık yapması, kişinin geniş bir cami yapılması ya da benzeri kamu ihtiyacının gereği olarak istimlak edilmek istenen evini ya da bahçesini satmaktan kaçınması gibi.

 

II) Zararın özelolması. Bu da iki türdür:

 

(1) Bizzat maslahatı elde etmek ya da mefsedeti uzaklaştırmak isteyen kimsenin kendisine de zarardan dokunması, buna rağmen o fiili işlemeye ihtiyaç duyması. Mesela kendisine dokunacak bir zulmü, şayet uzaklaştırdığı takdirde o zulmün bir başkasına dokunacağını bile bile uzaklaştırması; bir yiyecek maddesini ya da ihtiyaç duyduğu bir maddeyi almaya koşması, avı başkalarından önce kendisinin avlamaya çalışması, odun, su ve benzeri mübah (serbest) malları bir an evvel kendisinin toplamaya çalışması ve bunları yaparken de eğer sözü geçen malları kendi eli altına geçirdiğinde, başkalarının o malların yokluğundan dolayı zarar göreceğini bilmesi; buna karşılık kendi elinden alınması durumunda da bizzat kendisinin zarar görür olması.

 

(2) Kendisine bir zararın dokunmaması: Bu da üç kısımdır:

 

(1) O fiili işlemesi durumunda doğacak zararın adeten kesin olması.

Konak kapısının arkasına karanlıkta giren kimsenin mutlaka düşeceği şekilde bir çukur (kapan) kazılması gibi.

 

(2) Zarara sebebiyet vermesi nadir olan fiiller. Genelde herkesin düşmeyeceği bir yere kuyu kazmak, genelde yiyen kimseye zarar vermeyen gıda maddelerini yemek vb. gibi.

 

(3) Zarara sebebiyet vermesi nadir olmayıp çoğunluğu teşkil eden fiiller. Bu da iki şekilde olur:

 

I. Galib olur. Harbilere (düşmana) silah satmak, şarapçıya üzüm satmak, insanları aldatmayı meslek haline getirmiş kimselere, insanların kolayca aldanabileceği birşeyi satmak vb. gibi.

 

II. Galib değil fakat çokça olur. ("Buyüu'l-acal" ya da "iyne" adı verilen) örtülü riba satışlarında olduğu gibi.

 

Böylece tamamı sekiz kısım etmektedir. Şimdi bunları teker teker ele alalım:

Birinci kısım: Asli izin üzere devam etmektedir ve bu konuda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Dolayısıyla hakkında delil getirmeye de ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü daha başlangıçta (ibtidaen) bunlar hakkında izinin bulunduğu bilinmektedir.

İkinci kısım: Bu tür fiillerde bulunan başkalarına zarar verme kasdının engelleneceğine dair de bir tereddüt bulunmamaktadır. Çünkü "İslam'da başkasına zarar vermek ve zarara zararla mukabelede bulunmak yoktur" ve bu bir prensip olarak kesindir. Ancak, hem kendisine fayda teminini hem de başkasına zarar verme unsurunu içeren bu tür fiiller üzerinde durmak gerekmektedir: Acaba böyle bir fiil yasaklanır ve mübahlıktan çıkar mı? Yoksa asli ibaha hükmü üzere kalmaya devam eder ve kişi sadece kasdından dolayı mı günah kazanır? Bu üzerinde ihtilafbulunabilecek bir noktadır. Konu, gasbedilmiş yerde kılınan namaz meselesine benzemektedir. Bununla birlikte konu üzerinde durulurken aşağıdaki tafsilatın dikkate alınması mümkündür:

 

Sözkonusu amel terkedilip, elde etmek istediği maslahata ulaşmak ya da kendisinden uzaklaştırmak istediği mefsedetten kurtulmak için başka bir fiile intikal edildiğinde, amaçladığı şey ya gerçekleşecek ya da gerçekleşmeyecektir. Eğer amaçladığı şey gerçekleşecekse, o takdirde sözü edilen fiilin engelleneceğinde kuşku yoktur. Çünkü amacına başkasına zarar vermeksizin ulaşabildiği halde zarar veren yolu seçmişse, amacının başkalarına zarar vermek olduğu ortaya çıkar. Eğer amacına ulaşabilmek için sözkonusu fiili işlemekten başka çaresi yoksa, bu durumda kendi maslahatını temin ya da kendisine ulaşacak zararı uzaklaştırmaya çalışan kimsenin hakkı daha öncelikli olacak, başkalarına zarar verme kasdını bulundurmaması istenecektir. Bu bir tiikat üstü yükümlülüktür denilemez. Çünkü böyle bir kimse sadece başkalarına zarar verme kasdını bulundurmamakla yükümlü tutulmaktadır ve böyle bir kasdın bulundurulmaması da kesb (irade, güç) altına dahildir; yoksa yükümlü tutulduğu şey bizzat başkalarına zarar vermemesi değildir.

 

Üçüncü kısım: Bu kısımda da ya engellenmesi durumunda telafisi mümkün olmayacak şekilde bir zarar verme sözkonusu olur ya da öyle olmaz.

 

Eğer kendisi için böyle bir zarar lazım gelecek olursa, onun hakkı mutlak surette öne alınır. Gerçi bu hususa karşı çıkılmış ve bu itiraz, usulcülerin koymuş olduğu kalkan örneği ile desteklenmek istenmiştir. Şöyle ki: Kafirler, bir müslümanı kalkan edinerek müslümanların üzerine yürüseler ve bu kalkan yapılan müslüman öldürülme dik çe düşmanın müslümanların kökünü kazıyacakları anlaşılsa bu durumda kalkan yapılan müslüman öldürülerek diğer müslümanlar kurtarılmaya çalışılır. Ancak kalkan meselesini delilolarak kullanarak konuya itiraz da bulunmak zayıf olmaktadır.

 

Eğer zararın telafisi imkanı bulunur ve tamamen onun ortaaan kaldırılması mümkün olursa; genelolan zararın dikkate alınması öncelik arzedecektir. Bu durumda kendisi için fayda temini ya da kendisinden zarar defi için çalışan kimse, amaçladığı şeyi yapmaktan engellenecektir. Çünkü kamu masIahatları özel maslahatlardan önce gelir. Malların pazara gelmeden kapatılması, şehidinin köylü adına simsarlık yapması, selefin zanaatkarların -ki aslında bunlar emin kimseler olmaktadır- tazmin sorumluluğu ile mesul tutulması konusunda görüş birliği etmeleri, Hz. Peygamber'in mescidini genişletmeleri ve bunun için sahipleri razı olsun olmasın gerekli yerleri istimlakte bulunmaları... evet bütün bu uygulamalar konunun sıhhatine delil olmakta, kamu masIahatının -fertlere dokunacak zararı telafi etmek kaydıyla- özel maslahatlara takdim edileceği hükmünü getirmektedir.

Dördüncü kısım: Genelolarak ele aldığımızda konu iki bakış açısına sahip bulunmaktadır:

 

(a) HazIarın isbatı yönü.

(b) HazIarın düşürülmesi yönü.

 

Eğer biz hazIarı dikkate alacak olursak, bu durumda kendisi için maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalışan kimsenin hakkı -bundan başkaları zarar görse dahi- önce gelecektir. Çünkü masIahatın temini ya da mefsedetin uzaklaştırılması Şari' için istenilen ve amaçlanan birşeydir. Bu yüzdendir ki, yemesi-içmesi haram olan şeyler zaruretten dolayı mübah kılınmış, dirhemi dirhem karşılığında veresiye vermek anlamına gelen karz akdi duyulan ihtiyaçtan dolayı ve kullara genişlik olsun diye caiz kılınmış; yardımlaşmanın temini için ihtiyaç duyulan ariyye uygulamasında ağaç üzerindeki yaş hurmanın kuru hurma karşılığında tahmin yoluyla satılmasına izin verilmiştir.

 

Buna benzer daha pek çok mesele vardır ki, deliller onların Şari'in amacı dahilinde olduğunu göstermektedir. Bu sabit olduğuna göre, kişinin (aslında mübah bulunan şeylerden bazılarını) başkalarından önce hareket ederek ele geçirmesi halinde, o şey üzerinde şer'an hak sahibi olacaktır ve o şey başkasının değilonun mülkü altına girecektir. Ona herkesten önce ulaşmış olması, Şari'e karşı bir muhalefet içermemektedir; dolayısıyla fiil sahih olacaktır. Böylece geri kalanın hakkını, önce varanın hakkına takdim etmenin şer'an gözetilmiş birşeyolmadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak önce varan kendi hakkını düşürürse o zaman bu mümkün olabilir. Önce varanın hakkını düşürmesi gibi bir mecburiyeti de bulunmamaktadır; hatta zarüriyyat konusunda kendi nefsi için gerekli olan hakkını kullanması mecburiyeti vardır ve bu gibi durumlarda hakkını düşürme

gibi bir seçeneği yoktur. Çünkü o şey kesin olarak kendi hakkı olmaktadır; başkasının hakkından olduğu ise zan ya da şek (şüphe) ölçüsündedir. Bu zararın uzaklaştırılması konusunda açıktır. MasIahatın temini konusunda da -eğer onun bulunmaması zarar verecekse- durum aynı olacaktır.

 

ed-Davudi'ye soruldu: "Sultana haraç adı altında verilen angaryadan kurtulma inikanı olan bir kimsenin bunu yapması caiz midir?" O: "Evet, başka türlüsü de hel al olmaz" diye cevap verdi. Ona şöyle denildi: "Sultan haracı tek tek şahıslar üzerine değil de belli bir yerleşim yeri ahalisine topluca koysa, bundan kurtulmaya kadir olan kimse bunu yapabilir mi? Eğer o kendisini kurtarırsa diğer ahaliye haksızlık olacak ve haracı onlar tamamlamak zorunda kalacaklardır." Cevap olarak: "Evet yapabilir dedi" ve şöyle devam etti: "İmam Malik, zekat tahsildarının nisab miktarına ulaşmayan iki ortağın koyunları için ortaklardan birinden zekat alması hakkında: 'Bu bir zulümdür ve kendisinden alınan ortak üzerinde kalır, öbür arkadaşından verdiğinin yarısını alamaz' demiştir. Devamla:

 

"Ben bu konuda Sahniln'dan rivayet edilen görüşü kabul etmiyorum. Çünkü zulüm emsal gösterilemez. Hiç bir kimsenin, zulüm başkasına isabet edecek korkusuyla kendisini zulüm altına sokması gerekmez. Yüce Allah şöyle buyurur: "İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır." [Şura 42] ed-Davudi'nin sözü böyle. Bazı nakillerde Yahya b. Ömer'in bu doğrultuda: "Kişinin kendisinden zulmü uzaklaştırmasında bir sakınca yoktur" dediğini gördüm. Halbuki zulmü kendisinden uzaklaştırması durumunda -eğer zulüm açık bir haksızlık ise- o zulmün bir başkasına yükleneceği bilinmektedir. Abdu'l-Gani, el-Mü'telef ve'l-Muhtelef adlı eserinde Hammad b. Ebi Eyyub'dan nakleder: Hammad b. Ebi Süleyman'a: "Ben konuşuyorum ve benden nöbet kaldırılıyor.

 

Benden kaldırınca da tabii bir başkasına konuyor" dedim. o: "Sana sadece kendin hakkında konuşmak düşer. Senden kaldırılınca onun kime konulduğuna aldırış etmezsin" dedi.

Başka türlü uzaklaştırılamaması halinde zulmü def etmek için rüşvet vermek, isyancılara mal vermek, esir mübadelesi için kafirlere fidye vermek, hacca gitmek isteyenlere haraç vermek de bu kabildendir. Bütün bunlar günah ile bir fayda elde etmek ya da bir zararı def etmek demektir. Cihad faziletini istemek de bu kabildendir. Halbuki cihadda kafirin küfrü üzere ölmesi veya kafirin müslümanı öldürmesi gibi durumlar bulunmaktadır. Hatta Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Allah yolunda öldürülmeyi, sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi gerçekten arzu ederim" buyurmuştur. Bunun tabii sonucu onu öldürenin cehenneme girmesidir. Adem'in iki oğlundan biri (Habil): "Ben hem benim, hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı isterim"[Maide 29] demiştir. Dahası, cezalar -ki bunların tamamı masIahatın temini, mefsedetin de uzaklaştırılması demektir- başkalarına zarar verme anlamı içerir. Şu kadar var ki, mefsedetin defi için bütün bunlar ilga edilmiş, dikkate alınmamıştır. Çünkü sözkonusu zararlar bu hükümlerin meşru kılınması sırasında Şari' tarafından gözönünde bulundurulmuş değildir. Hem sonra masIahatın temini, mefsedetin defi için çalışan kimsenin tarafı öncelikli olmaktadır. Bu konu üzerinde daha önce durulmuştur.

 

İTİRAZ: Bu nokta çeşitli meselelerde problem doğurur. Çünkü sabit bir kaide olarak "Zarar ve zararla mukabele yoktur." Zikredilen meselelerde ise başkalarına zarar verme mevcuttur. Bu duruplda kaide gereği onların meşril olmaması gerekir. Bunu şu örnekler de destekler: Bir kimsenin elinde yiyecek bulunduğu zaman, o kimse naçar halde kalan bir kimseye -kendisinin de o yiyeceğe ihtiyacı bulunduğu halde- bedelli ya da bedelsiz vermesi için zorlanabilmektedir. Keza muhtekirin (karaborsacı) elinde bulunan yiyecek mallarını devlet başkanı (bedelini ödeyerek) zorla elinden alabilmektedir. Çünkü o malları elinde tutması başka insanlara zarar vermektedir. Daha başka benzeri konular da mevcuttur.

 

CEVAP: Bütün bunlarda herhangi bir problem bulunmamaktadır.

Şöyle ki: Geçen meselelerde bulunan ve yerleşik asıllarda sözkonusu olan başkalarına zarar verme, izin sırasında Şari'ce maksud değildir; izin sadece kişinin masIahatın temini ya da mefsedetin defi için çalışması hakkındadır. Hem sözü edilen meselelerde iki zarar verme karşı karşıya gelmektedir (tearuz): (a) Zilyede ve malike zarar verilmesi. (b) Zilyed ya da malik olmayan kimseye zarar verilmesi. Bilindiği üzere şeriatta zilyed ve malikin hakkı önce gelir ve hakların çatışması durumunda hak sahibine karşı durulmaz. Kısaca izin, izin olması açısından başkalarına zarar vermeyi gerektirmez. N asıl gerektirebilir ki, şeriatın özelliği böyle birşeyi yasaklamaktır. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, masIahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimse, bu fiiliyle başkalarına zarar vermeyi kastederse günahkar olmaktadır ve o yaptığı şeye ihtiyacının bulunması da durumu değiştirmemektedir. Bu da göstermektedir ki, Şari' Teala başkalarına zarar verilmesini kastetmemektedir; aksine zarar vermeyi yasaklamıştır ki, o da zilyed ve malikin zarara uğratılmasıdır.

 

Yiyecek maddesine zaruret ölçüsünde ihtiyaç duyan (naçar) kimse ile ilgili mesele aslında bizi desteklemektedir. Çünkü yiyecek maddesini vermeye zorlanan kimse, bizzat o yiyeceğe -yokluğunda zarar göreceği ölçüde- muhtaç değildir. Eğer aynı ölçüde onun da muhtaç olduğunu farzedecek olursak, o takdirde zorlanması zaten sahih olmayacaktır. Dolayısıyla konu aynı tartışma konusu olmaktadır. Yiyecek maddesini vermeye zorlanan kimse, onu vermesinden dolayı zarar görmemektedir. Bu nokta iyi kavranmalıdır. Muhtekirin durumuna gelince; o ihtikar (stok) yapmak suretiyle hatalı bir yola girmiş ve yasak olan birşeyi işlemiş ve bu haliyle insanlara da zararlı olmuştur. Bu durumda devlet başkanının onu zarara sokmaksızın insanlara verdiği zararı bertaraf etmesi gerekecektir. Sonra ihtikar meselesi, kamu yararı için özel zararlara katlanmanın caiz olduğu üçüncü kısımdan olmaktadır.

 

Bütün buraya kadar anlatılanlar hazIarın dikkate alınması durumuyla ilgili idi.

Onları dikkate almadığımız zaman ise iki durumla karşı karşıya oluruz:

 

(1)   Kendi nefsini düşünmeyi bir tarafa bırakarak, eşitlik üzere diğ'er insanların içerisine girme. Bu gerçekten övgüye değer bir davranıştır. Böyle davranışlar Hz. Peygamber zamanında yapılmıştır. O şöyle buyurur:

 

"Eş'ariler gazada yiyecekleri biter veya Medine'deki çoluk çocuklarının yiyecekleri azalırsa ellerindeki yiyeceği bir elbisenin içine toplar, sonra onu aralarında bir kabın içinde eşitlik üzere taksim ederler. Onlar bendendir; ben de onlardanım." Burada kendi hakkını düşüren kimse, başkalarını bu konuda kendisi gibi görmekte ve onu sanki kardeşi veya oğlu veya yakın bir akrabası ya da yetimi saymakta ve kendisini onlara vacib ya da mendup olarak bakmakla yükümlü kimse olarak görmekte; kendisini Allah'ın kulları arasında huzur ve sükunu teminle, onların hayırlarını kollamakla görevli saymaktadır. Bu haliyle o, hak sahibi olsa bile diğer insanlardan biri gibi olmaktadır. Durumu böyle olunca, o kimsenin artık o hakkı kendisine tahsis etme yoluna gitmesi mümkün değildir. Aksine, o hakkı insanlar arasında paylaştırmak için kendisini görevli hissedecektir. Aynen şefkatli bir babanın çocuklarını ihmal ederek yalnız başına yiyip içemeyeceği gibi, bu kimse de öyle olacaktır. İşte Eş'ariler bu mertebede bulunmaktadır ve Hz. Peygamber [s.a.v.] onlar hakkında: "Onlar benden, ben de onlardanım" buyurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber [s.a.v.] uyulması gereken en büyük önder, şefkat konusunda da en müşfik babadır. Zira o, ümmetini ihmal ederek hiçbir konuda kendi nefsini düşünmemiştir. Müslim de Ebu Sa'id'den şöyle rivayet edilmiştir: Bir defa biz Hz. Peygamber [s.a.v.] ile beraber bir seferde iken devesi üzerinde bir adam geliverdi ve gözünü sağa sola çevirmeye başladı. Bunun üzerine Rasulullah [s.a.v.]: "Kimin yanında fazla hayvan varsa onu hayvanı olmayana versin ve kimin fazla azığı varsa olmayana versin!" buyurdu.

 

Ravi der ki: "Mal çeşitlerinden söylediğini söyledi. Hatta artan bir malda hiçbirimizin hakkı olmadığı düşüncesine vardık." Başka bir hadiste de "Şüphesiz malda zekattan başka bir hak da vardır" buyrulmuştur. Zekatm, ikraz ın (ödünç verme), ariyyenin, hediyenin vb. meşru kılınması bu manayı destekleyen hususlardandır. Bu tür örneklerin tamamı üstün ahlak anlayışıyla ilgili olmaktadır ve bunlar kişinin sadece kendi nefsini düşünmesi gibi bir durumla bağdaşmaz. Bu durumda, fiili işleyene, sadece diğer insanlara dokunacak zarar ölçüsünde ya da daha az bir zarar gelecektir. Böyle bir insan, kendi nefsini kesin bir zarar altına sokmuş da olmamaktadır. Söz konusu zarar beklenti halinde olan bir zarardır ya da başkalarından zararı gidermek uğruna tahammül edebileceği az bir zarardır. Bu bütün müslümanları tek bir vücut gibi gören bir kimsenin bakışı olmaktadır. Nitekim bu meyanda Hz. Peygamber [s.a.v.] şöyle buyurmaktadır:

 

"Mü'min için mü'min, birbirini kenetleyen duvar gibidir"; "Müminler tek bir cesed gibidir. Bir organ rahatsız olursa, diğer bütün organlar uykusuzluk ve ateş (humma) ile ona iştirak ederler"; "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiği şeyi kardeşi içinde sevmedikçe mü'min olmaz. " Bu manada daha pek çok hadis bulunmaktadır. Zira mü'minin mü'mini tam anlamıyla kenetlemesi ancak bu mana ile ve bunun için gerekli sebeblerin ortaya konulması yoluyla olacaktır. Aynı şekilde tek ceset şeklinde olunabilmesi için de, faydanın herkes için eşit olarak ve kendi ihtiyacına göre dağıtılması gerekecektir. Nitekim vücutta da organlar gıdadan istifade ederken paylaşım, eksiksiz-noksansız her organın kendi ihtiyacına göre olmaktadır. Eğer bazı organlar ihtiyacından fazla ya da daha az alacak olurlarsa, vücut normal halinden çıkacaktır. Bu özelliğin esası, Kur'an'da zikredilen mü'minlerin birbirlerinin velileri olduğunu, sözbirliği etmelerinin ve kardeşliğin gerekliliğini, gruplaşmadan kaçınmanın zaruretini ifade eden ayetler olmaktadır ve bunlar pek çoktur. Ümmetin tek bir vücut gibi bütünlüğü ve sağlıklı olması ancak bu ve benzeri özelliklerin bulunmasıyla mümkün olacaktır.

 

İkinci durum: İsar yani başkalarını kendi nefsine tercih etmek: Bu hazlardan feragat konusunda daha köklü bir tavır olmaktadır. Burada kişi yakini imanına güvenle ve gerçek tevekküle ulaşarak kendi çıkarlarını terketmekte ve başkalarını kendi nefsine tercih etmekte, Allah'a olan muhabbetinden dolayı O'nun yolundaki kardeşine yardımcı olmak için meşakkatlere katlanmakta:dır. Bu son derece üstün bir ahlak örneğidir ve amellerin en yücelerindendir. Bu haslet, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] tavırlarında örneğini bulmuş ve onun ilahi rızaya uygun ahlakının bir tezahürü olmuştur. ''Yüce Peygamber [s.a.v.] hayır yolunda insanların en cömerdi idi. En cömert olduğu zaman da Ramazan ayı idi. Cibril ile karşılaştığı zaman ise esen rüzgardan daha cömert olurdu." Hz. Hatice kendisine:

"İşini görmekten aciz olanın yükünü yüklenirsin, fakire verir kimsenin kazandırmayacağını kazandırırsın, Hak yolunda ortaya çıkan hadiseler karşısında (halka) yardım edersin" demiştir. Bir defasında kendisine doksan bin dirhem getirilmiştir. Onları bir hasır üzerine koymuş ve dağıtmaya başlamıştır. İsteyen hiçbir kimseyi geri çevirmemiş ve tamamını tüketinceye kadar dağıtmıştır. Sonra bir adam gelmiş ve istekte bulunmuş, ona: "Yanımda verecek birşey yok. Ancak benim adıma borçlan ve alacağını al; bize birşey geldiğinde onu öderiz" buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Allah sana gücünün yetmediğini yüklememiştir" demiş, Hz. Peygamber bu sözden hoşlanmamıştır. Ensardan bir adam: "Ya Rasulaltah! Harca, Arşın Sahibinin azaltacağından korkma" demiştir. Bunu duyan Hz. Peygamber tebessüm etmiş, hoşnudluğu yüzünde belirmiş ve: "Ben bununla emrolundum" buyurmuştur. Hadisi Tirmizi nakletmiştir. Enes de: "Hz. Peygamber, yarın için birşey biriktirmezdi" demiştir. Bu manada haberler pek çoktur.

 

Sahabe de aynı şekilde idi. "Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler" ayetinin te fs iri sadedinde, keza Sahih'te "Kendileri zaruret içinde olsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar" ayeti hakkında gelen rivayetleri, aynı şekilde Hz. Aişe'den gelen rivayeti biliyorsunuz. Daha önce Hükümler bahsinin Sebebler bölümünde hazların düşürülmesi doğrultusunda amelde bulunmadan söz edilirken zikredilmişti.

İsar (başkalarını tercih) iki kısımdır: a. Maldan ve eşten vazgeçme yoluyla. Nitekim Sahih'te mu ahat (kardeşlik akdi) hadisinde zikredildiği üzere Hz. Peygamber tarafından Muhacir ile Ensar arasında kardeşlik ilan edilmişti. Ensardan biri, muhacir kardeşine, malının yarısını vermeyi ve ona helal olması için de karısını boşamayı düşünmüştü.

 

(2)   Candan vazgeçme yoluyla. Yine Sahih'te geçtiği üzere Ebu Talha, Uhud gününde kendisini Hz. Peygamber'e kalkan yapmıştı. Hz. Peygamber [s.a.v.] insanları görmek için başını uzatıyordu. Ebu Talha kendisine:

 

"Bakma! Ya Rasillallah! İnsanların attıkları oklardan biri isabet edebilir. Canım sana feda olsun" diyordu. Hz. Peygamberi [s.a.v.] korumak için elini oka siper etmiş ve bu yüzden çolak 0lmuştu. Bu örnek tavrın Hz. Peygamber'in [s.a.v.] davranışlarında da yer aldığı malumdur. Zira o, savaşlarda düşmana en yakın kimse olurdu. Bir gece Medineliler korkuya kapılmışlardı. Birtakım insanlar korku sebebi sesin geldiği tarafa gittiler. Hz. Peygamber'i [s.a.v.] o taraftan dönerken buldular. 'Korkmayın!' diye onları karşılamıştı. Ebu Talha'ya ait çıplak bir at üzerinde kılıcını kuşanmış, haberin mahiyetini öğrenmek istemişti. Bu kendi canını feda etmek isteyen bir kimsenin davranışı olmaktadır. Ali b. Ebi Talib'in de hicret gününde, müşriklerin Hz. Peygamber'i [s.a.v.] öldürmeye azmettikleri bir anda onun yatağında yatması ve gecelemesi herkesçe bilinen bir olaydır. Yaygın bir deyişte de: "Başkaları uğrunda candan geçmek, cömertliğin en son noktasıdır" denilmektedir. Sufiyyeden bazıları sevgiyi tarif ederlerken 'O başkalarını tercihtir' demişlerdir. Bunun doğruluğuna Kur'an'dan delalet de vardır: Mısır azizinin (vezir) karısı (Züleyha), Yusuf [s.a.v.] hakkında: "Ondan murad almak isteyen bendim; kuşkusuz Yusuf doğrulardandır"[Yusuf 51] demiş ve onun suçsuzluğunu ifade ile suçun kendisine ait olduğunu belirtmiş ve böylece sevdiğini kendi nefsine tercih etmiştir.

 

Nevevi şöyle der: Yiyecek ve benzeri dünya işleri ile nefsani hazlar hakkında başkalarını tercihte bulunmanın üstünlüğü hakkında alimler icma etmişlerdir. Allah'a yaklaştıran fiiller (kurbetler, iMdetler) ise böyle değildir; çünkü bunlarda sözkonusu olan hak Allah'a aittir. Bu kendisinden önceki kısımla birlikte çeşitli mertebelere ayrılır. İnsanlar bu konuda tam tevekkül ve yakin mertebesine ulaşma yolundaki derecelerine göre farklılık arzederler. Rivayete göre Hz. Peygamber [s.a.v.], Hz. Ebu Bekir'den malının tamamını, Hz. Ömer'den de malının yarısını kabul buyurmuş olmasına rağmen, Ebu Lübabe ve Ka'b b. Malik'ten mallarının üçte birini kabul etmiştir. İbnu'l-Arabi, bu ikisinin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer mertebesinde olmadıklarından, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] kendilerine onlara davrandığı gibi davranma dığı nı söylemiştir. Onun sözü böyle.

 

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Burada isar, peşin zevklerden feragat etme anlamına gelmektedir ve bu yüzden doğacak meşakkate göğüs germe durumunda eğer şer'i bir maksat ihlal edilmiyorsa kınama ve azar yoktur. Ama şer'i bir maksadın ihlali sözkonusu olursa, bu durumda hazdan feragattan bahsedilemez ve böyle birşey şer'an övgüye değer bir davranış da olamaz. Şer'an övgüye değer bir davranış olmaması şunun içindir: Bu durumda hazIardan feragat ya sırf emredenin (Şarii) emri içindir ya da başka bir durum içindir yahut da amaçsızdır. Amaçsız oluşu abestir ve akıllı bir kimse böyle bir davranış ta bulunmaz. O fiili emredenin emri gereği olarak yapmış olması durumunda, o şeyin şer'i bir maksadı ihlal etmesinden söz etmek tezat olur. Çünkü o şeyin ihlali emredenin emri değildir. Durum öyle olmayınca da, fail ona (emredene) muhalif demektir. Emredenin emrine muhalefette bulunmak, ona uygun hareket etmenin zıddı olur. Bu durumda onun üçüncü bir durum yani haz için olduğu ortaya çıkar. HazIarın düşürülmesi meselesinde başka bir ihtimalin de bulunmadığı açıklanmıştı. Dördüncü kı8.ımla ilgili söylenecek söz tamamlanmış oluyor. HazIarın düşürülmesi konusuna nisbetle geçen üç kısmın hükmü buradan anlaşılır.

 

Beşinci kısım: MasIahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimseye herhangi bir zarar içermeyen, ancak işlenmesi durumunda mefsedete sebebiyet vereceği kesin olan kısım. Bu kısmın da iki yönü bulunmaktadır: (a) Başka birine zarar verme kasdı olmaksızın şer'an kastedilmesi caiz olan şeyi kastetmiş olması yönü. Bu açıdan bakıldığı zaman bu kısımdan olan fiiller caiz olacak, yasak olmayacaktır.

 

(b) Kastedilen bu fiilin -terki halinde zarar görmemesine rağmenişlenmesi durumunda zorunlu olarak başkalarına zarar dokunacağı neticesini bilmesi yönü. Bu açıdan bakıldığında fiil, başkalarına zarar verme kasdının bulunduğu zannını içermektedir. Çünkü fiili işlemesi durumunda: (a) Ya zaruri, hacı ya da tekmili bir amaç bulundurmadan sırf mübah olduğu için fiili yapmış olacaktır. Bunların meydana getirilmesi konusunda ise -sırf meydana getirilmiş olma açısından- Şari'e ait bir kasıt bulunmamaktadır. (b) Ya da emredilmiş olan bir fiili başkalarına zarar verecek biçimde -zarar vermeden işleme imkanı bulunmasına rağmen- işleyen kimse durumunda olacaktır. Fiilin bu şekilde başkasına zarar verilerek işlenmesi de Şari' tarafından amaçlanmış değildir.

 

Her iki duruma göre de, başkalarına zarar vereceğini bile bile böyle bir fiili işlemek istemesi durumunda, mutlaka şu iki durumdan biri ile karşı karşıya olunacaktır:

 

(b) Ya da başkalarına zarar vermeyi amaçlamaktadır. Haliyle bu da yasak olmaktadır. Bu durumda o fiili işlemekten engellenmesi gerekecektir. Ancak buna rağmen o fiili işlemesi durumunda fiili ile mütecaviz sayılır ve tecavüzü neticesinde ortaya çıkan zararı tazmin eder. Tazmin konusu, can ve mal konusunda her olaya uygun bir şekilde ele alınır ve fail -tecavüz kasdı sabit olmadıkça- asla kasıtlı olarak zarar vermiş kabul edilmez, Gasbedilmiş yerde kılınan namaz meselesi, gasbedilmiş bıçakla hayvan boğazlama meselesi ve bunlara benzer olan aslında mübah olmakla birlikte başkasına zarar verme unsuru içeren diğer meseleler hep bu şekilde ele alınacak ve değerlendirilecektir, Meselenin iki yönü olduğu içindir ki, çoğunluk alimlere göre bu şekilde kılınan namaz sahih ve yeterli olmakta, asli fiil geçerli kabul edilmekte; ancak öbür tarafı dikkate alınacağı için de o fiili işleyen asi ve eğer ortada başkalarına verilmiş bir zarar varsa o zararı tazminle sorumlu sayılmaktadır, Bu durumda yönler farklı olduğu için hükümler arasında bir çelişkiden de söz edilmeyecektir. Sözü edilen meselelerde fes ad görüşünü benimseyenler, burada da aynı görüşü taşımaktadırlar. Fıkhi değerlendirme açısından bu bahis çok geniştir ve meselede kıstas bu nokta olmaktadır. Bu hazIarın isbatı yönünden olmaktadır. Malumdur ki, hazIarından feragat eden kimseler, durumu böyle olan bir fiil altına asla girmezler.

 

Altıncı kısım: Nadir olarak mefsedete götüren fiiller. Bunlar asli izin üzere bulunurlar. Çünkü masIahatın galip olması durumunda, onun bulunmamasını doğuracak nadir haller dikkate alınmaz. Şöyle ki, adeten bir nebze de olsa asla mefsedet içermeyen bir masIahatın bulunması mümkün değildir. Ancak Şari' Teala, teşri esnasında masIahatın ağır basmasını dikkate almış, mefsedetin nadirliğini ise kale almamıştır. Böylece şer'i hükümler, varlık aleminde bulunan adiyyat mesabesinde tutulmuş ve onların paralelinde düzenlenmiştir. MasIahatın teminine, mefsedetin de uzaklaştırılmasına yönelik bir kasıt bulunduran kimsenin bu durumda nadiren zararın da doğabileceğini bilmesi, değerlendirme konusunda bir taksir sayılmayacağı gibi, zararın vukuuna yönelik bir amaç bulundurmuş da kabul edilmez. Şu halde fiil, asli meşruluk üzere kalmaya devam edecektir.

 

Buna, meşru kılınan şeylerle ilgili kıstasların (davabıt) bu şekilde bulunması delilolmaktadır: Mesela, kan, mal ve ırz konularında şehadetle hükmedilir. Halbuki şahitlerin yalan söyleme, yanılma ve vehme kapılma ihtimalleri bulunmaktadır. Yolculukta belirli bir mesafede namazı kısaltmanın mübahlığı hükmü doğmaktadır; halbuki konfor içerisinde yolculuk yapan bir hükümdar için meşakkat sözkonusu olmayabilir. Mukim olup da ağır işlerde çalışan kimseler, belirli bir meşakkat altında oldukları halde namazı kısaItmaktan menedilmişlerdir. Furu-ı fıkıhta vahid haberle ve cüz'i kıyaslarla amel edilmektedir; oysa ki çeşitli sebeblerden dolayı bunlar hata içerebilirler ve doğru olmayabilirler. Ancak bu gibi ihtimaller nadir olmaktadır; dolayısıyla dikkate alınmamış, aksine galip bulunan masIahat yönü dikkate alınmış ve hükümler ona göre düzenlenmiştir. Bu bahis, bu kitabın ilgili yerinde izah edilmiştir.

 

Yedinci kısım: Mefsedete götürmesi zanni olan fiiller. Bu kısımda görüş ayrılığının bulunması muhtemeldir. Bizzat bu fiillerin hükmünün mübahlık ve izin olduğu konusu açıktır. Nitekim altıncı kısımda buna değinildi. Bu gibi fiillerden zarar ya da mefsedetin doğabileceğinin zan ölçüsünde olmasına gelince, bu durumda bakılır: Acaba burada zan kesin bilgi mesabesinde tutulur ve fiil (beşinci kısımda) sözü geçen iki yönden dolayı men edilir mi? Ya da bulunmama ihtimali -ki bu durumda zararın doğmaması ihtimali nadirdir- dikkate alınarak men edilmez mi? Zannın dikkate alınması aşağıdaki hususlardan dolayı daha ağır basmaktadır:

 

(a) Ameli konularda zan, kesin bilgi mesabesinde sayılır. Göründüğü kadarıyla burada da aynı durum geçerlidir.

 

(b) Nasslarla belirlenmiş bulunan "sedd-i zeria" da bu kısım çerçevesine girmektedir. Örnekler: ''Allah'tan başka yalvardıklarma sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler. "[En'am 108] Bu ayet, müşriklerin: "Yabizim ilahlarımıza hakaret etmekten (sövmekten) vazgeçersin; ya da biz de senin ilahına söveriz" demeleri üzerine inmiştir. Sahih'te şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Şüphesiz en büyük günahlardan biri de, kişinin ebeveynine küfretmesidir" der. Sahabe: "Ya Rasulallah! Adam ebeveynine küfreder mi?" diye sorarlar. Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Evet, o birinin babasına söğer; o da onun babasına söğer; o birinin anasına söğer; o da onun anasına söğer" buyurdu. Hz. Peygamber [s.a.v.], münafıkları öldürmekten geri dururdu. Çünkü onların öldürülmesi kafirlerin:

 

"Muhammed adamlarını öldürüyor" diye olumsuz propaganda yapmalarına imkan verirdi. Yüce Allah, mü'minlerden Hz. Peygamber'e 'Bizi gözet!' anlamında hitap ederlerken 'çobanımız' anlamına da çekilebilen "raina" kelimesini kullanmamalarını istemiştir.[Bakara 104] Çünkü Yahüdiler bu kelimeyi Hz. Peygamber'e [s.a.v.] hakaret için kullanıyorlardı. Bu tür örnekler pek çoktur ve hepsi de asli hükmü üzere bulunmakla birlikte, kendisine zeria yani vesile kılınmak istenilen şeyin hükmünü almıştır.

 

(c) Bu kısım yasak olan 'günahta ve düşmanlıkta yardımlaşma' kapsamına girmektedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu kısımdan olan fiilin işlenmesi durumunda zarar ve mefsedetin doğabileceğinin zan ölçüsünde bilinmesi, zarar vermeye yönelmiş bir kasıt yerine geçmez. Asılolan masIahatın celbi, mefsedetin de definin caiz olmasıdır ve bu arada fiilin özünde bulunmayan ve zorunlu olarak ortaya çıkan neticelerin dikkate alınmamasıdır. Ancak masIahatın mefsedete sebebiyet vermesi, şeriata karşı hile ya da yasak olan konuda yardımlaşma kabilinden olmaktadır ve yasak işte bu yönden sözkonusu edilmekte, fiilin aslından kaynaklanmamaktadır. Çünkü sebebe yapışan kimse, kendi maslahatını elde etmekten başka bir amaç bulundurmamaktadır. Eğer bu durumdaki bir kimsenin fiili, tecavüz (teaddi) şeklinde yorulmuşsa, bu taksir (ihmal), ihtimalini bulundurması yönünden olmaktadır. Bu kısım, mertebece beşinci kısımdan daha aşağıdadır.

 

Bu yüzden de hakkında görüş ayrılıkları meydana gelmiştir: Acaba bir şeyin mazinnesi (yani bulunduğu zannedilen yer), bizzat o şeyin kendisine yönelik kasıt yerine geçer mi? Yoksa geçmez mi? İşte problem budur.

 

Bu hazIarın isbatı açısından meselenin ele alınması olmaktadıL Hazların düşürülmesi açısından ele alındığında ise, bu kısımda onlar (yani hazlarından feragat edenler), beşinci kısımdan olanlar gibidir. Altıncı kısım ise farklıdır; çünkü adeten insanın ondan ayrılması kudreti dahilinde değildir.

 

Sekizinci kısım: İşlenmesi durumunda mefsedete götürmesi. ne galip ne de nadir olmayan, aksine çok olan fiiller: Bu konu, üzerinde durulmaya muhtaçtır ve karıştırılabilmektedir. Bu kısımda asılolan, iznin sahihliği esasına hamletmektir. Nitekim İmam Şafii ve daha başkalarının görüşü böyle olmaktadır. Çünkü mefsedetin vukuu hakkında kesin bilgi bulunmasıyla zan ölçüsünde bilginin bulunması bir arada bulunmayacak şeylerdir. Zira burada, vuku bulup bulmaması arasında sade (mücerred) bir ihtimalden başka birşey yoktur. İki taraftan birini diğerine tercihi gerektirecek bir belirti (karıne) de bulunmamaktadır. Mefsedet ve başkasına zarar verme kasdının bulunması ihtimali, bizzat kasdın kendisi yerine geçmeyeceği gibi, kasdın bulunmasını da gerektirmez. Çünkü onun bulunup bulunmamasını engelleyecek gaflet ve benzeri maniler bulunabilir.

Sonra, burada masIahat temini ve mefsedet defi için uğraşan bir kimseyi -kesin bilgi ya da zan durumunda olduğu gibi- taksir sahibi (ihmalkar) ya da kasıt sahibi biri kabul etmek de doğru değildir. Çünkü fiili, bu ikisine birden yönelik kasdın bulunmasına hamletmek (yormak), bunlardan birini kastetmiş olmamaya hamletmekten daha evla değildir. Durum böyle olunca, hakkında izin bulunan sebebiyet verme (tesebbüb) gerçekten güçlü olmaktadır. Ancak İmam Malik, sedd-i zerai' konusunda onu dikkate almış ve buna gerekçe olarak da, vuku bakımından kasdın çokluğunu göstermiştir. Şöyle ki: Kasıt haddizatında munzabıt (belirli ve açık) değildir; çünkü kasıt iç alemiyle ilgili hususlardandıL Ancak onun burada bir sahası bulunmaktadır ki o da varlık aleminde vukuunun çokluğudur ya da onun mazinnesidir (bulunduğu zannedilen yer). Bulunmama ihtimaline rağmen mazinne dikkate alındığına göre, çokluğun da dikkate alınması gerekecektir; çünkü kasdın alanı olmaktadır.  Bunun bir dayanağı vardır ve bu dayanak Zeyd b. Erkam'ın oğlunun anası ile ilgili hadistir.

 

Sonra bazen hüküm, çoğu zaman bulunmayabilecek bir illet için konulmuş olabilir. Mesela içki cezasında olduğu gibi. Bu ceza içkinin önüne geçmek (zecr) için meşru kılınmıştır. Ceza ile içkinin önünün alınması (zecr) galib değil çoktur. Buna rağmen hükümde -asıl prensibe muhalif olarak- çokluk dikkate alınmıştır. Asıl prensip, insanı zarara uğratacak ve her türlü acı verecek şeylerden korumaktı. Nitekim konumuzda da asıl olan izindir. Buna rağmen, içkinin önünün alınması hikmetine binaen asıl prensipten çıkıldığı gibi, burada da yasak olan şeye götürür endişesiyle (sedden li'z-zeria) asılolan ibaha hükmünden çıkılmış olmaktadır.

 

Sonra, bu kısım, mefsedetin çokca meydana gelmesi konusunda, kendisinden önceki kısımla müştereklik arzetmektedir. Dolayısıyla orada yasak için (mefsedetin) dikkate alınması gibi burada da alınması ve yasağa gidilmesi gerekir.

 

Hem sonra bu konuda pek çok nass bulunmaktadır: Hz. Peygamber [s.a.v.] bu meyanda aşağıdaki tasarrufları yasaklamıştır:

- (Kuru hurma ve kuru üzümün ya da yaş hurma ile koruk hurmanın) karıştırılarak nebizinin (şıra) çıkarılması

- Üzerinden üç gün geçen şıranın (nebiz) içilmesi. 

 

İçerisindekini şaraplaştırmayacağı. bilinen kaplarda şıra tutulması. Hz. Peygamber [s.a.v.] bu tür yasakların bazılarını, haram olan şeylere vesile (zerla) yapılmasını önlemek için (sedd-i zerla) getirdiğini açıklamı? ve: "Eğer bunlara ruhsat verseydim, bunları öteki haram olanlar haline dönüşecek kadar onlarda (o kaplarda) tutabilirdiniz" buyurmuştur. Yani insanlar, bu gibi konularda mübah sınırında durmazlar; sonunda harama ulaşırlar demek istemiştir. Halbuki böyle durumlarda mefsedetin vukuu çok olsa da galip değildir.

 

Hz. Peygamber [s.a.v.] yabancı bir kadınla kapalı bir yerde başbaşa kalmayı (halvet) yasaklamıştır.

- Yanında kocası ya da mahrem bir yakını olmaksızın kadının yalnız başına yolculuk yapmasını yasaklamıştır.

- Mezar üstüne mescid yapılmasını ve orada (kabir üzerinde ya da kabre doğru) namaz kılınmasını yasaklamıştır.

- Bir kadının halası ya da teyzesiyle birlikte aynı nikah altında tutulmasını yasaklamış ve: "Eğer siz bunu yaparsanız akrabalık bağlarını kesmiş olursunuz" buyurmuştur.

Dört kadından fazlasını nikah altında tutmak haram kılınmıştır; zira ayette: "Aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız ... Doğru yoldan sapmamamız için en uygunu budur"[Nisa 3] buyrulmaktadır.

- İddet içerisinde bulunan bir kadının açıktan istenmesi ve nikahlanması haram kılınmıştır.[Bakara 235]

- İddet içerisinde bulunan bir kadının güzel koku kullanması, ziynet eşyası takınması gibi yasak olan nikaha götürebilecek yollar haram kılınmıştır.

- İhramlı bulunan hacı adayı için güzel koku kullanması ve kara avı avlaması haram kılınmıştır. [Maide 96]

- Bey ve selef yasaklanmıştır.

- Borçlunun hediye vermesi yasaklanmıştır.

- Katilin varis olması yasaklanmıştır.

- Ramazan'dan bir ya da iki gün önceden oruç tutulmaya başlanması yasaklanmıştır.

- Fıtır bayramı gününde oruç tutma haram kılınmıştır.

- İftar etmede acele etmek, sahuru ise ertelemek mendup kılınmıştır.

 

Bütün bu hükümlerde gerekçe yasağa götürecek yolun kapatılması ilkesi (sedd-i zerai') olmaktadır. Bunlarda başkalarına zarar verme amacı ya da mefsedetin gerçekleşmesi durumu çok olmakla birlikte; galip değildir ya da varlığı yokluğundan çok değildir. Ancak şeriat ihtiyat üzere kuruludur ve tedbiri elden bırakmamaktadır; muhtemelen mefsedete götürebilecek olan şeylerden sakınılması şeriatın dikkat ettiği özelliklerden olmaktadır. Ana hatlarıyla ve detaylarıyla bu bilindiğine göre, bunlarla amel etmiş olmak bir bid'at olmayacak; aksine onun esaslarından birisini oluşturacaktır. Bu esas zaruri, hacı ya da tahsini olan birşeyin tamamlayıcı unsuru olma özelliği göstermektedir. İnşallah bu konu İctihad bahsinde işlenecektir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ALTINCI MESELE