EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İKİNCİ NEvİ
YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ) /
DÖRDÜNCÜ MESELE:
Bir fiili işleyen ya da
onu terkeden kimsenin durumuna bakılır:
(a) Fiili işlemesi ya da
terki şeriata uygun olabilir.
(b) Fiili işlemesi ya da
terki şeriata muhalif olabilir.
Her iki takdire göre de:
(a) Ya Şari'e muvafakat
etmek istemiştir.
(b) Ya da muhalefet
etmek istemiştir. Bu durumda dört ihtimal karşımıza çıkmaktadır:
(a) Fiili işlemesinin ya
da terkinin şeriata uygun düşm.esi ve kas dının da Şari'in maksadına uygunluk
olması. Namaz, oruç, sadaka (zekat) hac vb. gibi. Allah'ın emrine uymuş olmayı,
üzerine vacip olan şeyi eda etmeyi ya da mendub olan şeyi işlemeyi kastederek
bu amelleri işlemesi gibi. Zina etme, içki içme ve diğer münker (kötü, günah)
görülen fiillerden kaçınması ve bununla da yasağa uymuş olmayı amaçlaması gibi.
Bu şekilde işlenen amellerin sıhhati konusunda herhangi bir tereddüt
bulunmamaktadır.
(b) Fiili işlemesi ya da
terkinin şeriata muhalif olması, kasdının da Şari'e muhalefet anlamına geliyor
olması durumunda ise, -kasıtlı olarak vaciblerin terki ve haramların işlenmesi
gibi- bunların da hükmünün açık olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır.
(c) Fiili işlemesinin ya
da terkinin şeriata uygun düşmesi ve kasdının da Şari'in maksadına muhalefet
olması durumunda iki ihtimal karşımıza çıkar:
1) Fiil ya da terkin
uygunluğunu bilmemesi. 2) Fiil ya da terkin uygunluğunu bilmesi.
Birinciye örnek: Kişinin
yabancı diye karısıyla cinsi ilişkide bulunması; şarap diye gül suyu içmesi;
kıldığı bir namazı kılmadığı ve zimmetinde borç olarak bulunduğu düşüncesine
rağmen kasıtlı terketmesi. Bu türden fiillerde, muhalefet ile isyan kasdı
gerçekleşmiş olmaktadır. Usulcüler bu türden olan 'öleceği düşüncesiyle namazı
erteleyen kimse' meselesinde isyanın bulunduğuna dair ittifak olduğunu
naklederler.
Bu tür fiillerde
yasaktan beklenen mefsedet gerçekleşmemiştir; çünkü bu fiiller, işlendiği
takdirde ortaya çıkacak mefsedetlerden dolayı yasaklanmışlardır. Yasağın illeti
olan mefsedet gerçekleşmediğine göre, bu tür fiiller, gerekçe olan mefsedeti
ortaya koyacak şekilde işlenen fiiller gibi olmayacaktır. Mesela, şarap diye
gül suyu içenin aklı başından gitmemiştir; kişinin yabancı diye karısı ile
cinsi ilişkide bulunması halinde, erlik suyundan yaratılan çocuğun nesebi
karışmamış, bu ilişki sebebiyle kadına da bir ar dokunmamıştır. Namazı kıldığı
halde unutan ve borçlu olduğunu sandığı namazı kasten terkeden kimse, aslında
namaz maslahatından mahrum kalmamıştır. Bu kısım altına giren diğer meselelerde
de durum aynıdır. Kısaca bu gibi fiil ya da terklerde, bir yandan şeriata
uygunluk, diğer taraftan da muhalefet bulunmaktadır.
İTİRAZ: Fiil, uygunluk
üzere mi, yoksa muhalefet üzere mi meydana gelmiştir? Eğer uygunluk üzere
meydana gelmişse, hakkında izin vardır demektir. Hakkında izin olan birşeyin
işlenmesi durumunda ise isyancları bahsetmek mümkün değildir. Ancak böyle bir
kimse ittifakla asi olmaktadır. Bu bir çelişkidir. Eğer muhalefet üzere meydana
gelmişse, onun hakkında izin yoktur demektir. Bu durumda haddizatında bir başka
açıdan uygun olmasının bir değeri yoktur. Hakkında izin olmayınca, haddizatında
muhalif bulunan bir fiile hangi hüküm gerekecekse, ona da aynı hüküm
gerekecektir. Bu durumda yukarıdaki örneklerde geçen karısıyla cinsi ilişkide
bulunana had cezası, içki diye gülsuyunu içene (tazir veya had) cezasılazım
gelecektir. Oysaki ittifakla bu cezalar gerekmemektedir. Bu da bir çelişkidir.
CEVAP: Bu tür işlenen
fiiller, ilk iki kısımdan da bir tarafın hükmünü almaktadırlar. Çünkü bu
fiiller her ne kadar kasıt itibarıyla muhalif iseler de vakıada meşru olan
fiile uygun olmaktadırlar. Biz bu tür işlenmiş fiillere ya da gerçekleştirilmiş
terklere baktığımız zaman, bu fiil ya da terkler sebebiyle bir masIahatın
ortadan kalktığını ya da bir mefsedetin ortaya çıktığını görmemekteyiz. Ama
kasıt ve niyete baktığımız zaman, emir ve yasağa saygının çiğnendiğini
görüyoruz. Bu durumda olan kimse, sırf bu niyetine baktığımızda asi olmakta,
sırf fiile baktığımız zaman ise asi olmamaktadır. İşin esası şudur: Böyle bir
kimse, Allah hakkı açısından günahkar olmakta, kulhakkı açısından ise günah
sözkonusu olmamaktadır. Mesela aslında kendi malını, bir başkasının malı
zannıyla gasbeden bir kimsenin durumunu ele alalım: Mal kendi malı olduğu için,
kendisinden gasbettiği düşüncesinde olan kimse tarafından bir taleple
karşılaşmayacaktır; ancak emir ve yasağa gösterilmesi gereken saygıyı çiğnediği
için, Allah hakkı açısından kendisine bir talep yönelecektir. Kaide olarak ise,
her yükümlülük hem Allah hakkı, hem de kul hakkı içermektedir.
İTİRAZ: Eğer mefsedetin
gerçekleşmemesi ya da masIahatın ortadan kalkmaması talebin manasını ortadan
kaldırıyorsa, o takdirde şarap içip de sarhoş olmayan veya zina edip de azil ya
da başka bir yolla menisi rahime yerleşmeyen kimsenin durumunun da aynı olması
ve bunlara had gerekmemesi lazım gelir. Çünkü bu yasaklardan beklenti halinde
bulunan mefsedetler tahakkuk etmemiştir. Bu durumda bu suçlara had gerekmemesi
uygun olacaktır ve bu kimselerin günaha girmesi de sadece kasıtIarı yönünden
olacaktır.
CEVAP: İtiraz yerinde
değildir ve böyle birşey söylemek doğru olamaz.
Çünkü sözü edilen
fiilleri işleyen kimse, mefsedet ya da maslahata neden olan sebebi işlemiştir.
Bu sebepler, sözü edilen örneklerde aslında haram olan içki içmek ile erkeklik
organını girdirmektir. Bu iki sebeb, büyük ihtimalle aklın izalesi ve nesebin
karışması neticesini doğuran şeylerdir (mazinne). Şari' Teala, had cezasını
aklın gitmesi ya da nesebin karışması karşılığında koymamıştır; aksine bunların
sebebi karşılığında koymuştur. Yoksa bilindiği gibi müsebbeblerin var edilmesi,
esbaba tevessül edenin (mütesebbib) işi değil, bizzat Allah'ın işi olmaktadır.
çocuğu meni, sarhoşluğu da içki içme sebebiyle yaratan Allah olmaktadır. Aynen
yemek neticesinde tokluğun, içmek neticesinde suya kanmanın, ateşle birlikte
yanmanın yaratılması gibi. Nitekim bunlar yerinde açıklanmıştır. Durum böyle
olunca, erkeklik organını girdiren ve içki içen kimse, sebebi tam olarak gerçekleştirmiş
olmaktadır. Bu durumda mutlaka sebebin müsebbebinin -ki had cezası oluyor-
gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Sebeb işlenmekle birlikte sonuçsuz kalan bu
türden diğer örneklerde de vaziyet aynıdır. Günaha gelince, o da buna uygun
şekilde olacaktır. Burada bir soru var: Acaba bu tür meselelerden doğacak olan
günah, sebebi sonucu (müsebbebi) doğuran fiillerin günahına eşit mi olacaktır?
Ya da eşit olmayacak mıdır? Bu başka bir konudur ve burada izaha ihtiyaç
yoktur.
(2) Fiili işlemesinin ya
da terkinin şeriata uygun düşmesi; ancak uygunluğu bilmesi buna rağmen kasdının
muhalefet olması. Örnek: Dünya çıkarı elde etmek, insanların saygısını kazanmak
ya da kendisine dokunabilecek ölüm vb. bazı eylemleri uzaklaştırmak amacıyla
gösteriş için namaz kılması gibi. Bu kısım bir önceki kısımdan daha
şiddetlidirItehlikelidir. Bu kısmı kısaca şöyle ifade etmek mümkündür: Bu tür
fiillerde bulunan kimseler, makasıd olarak konulan (vaz') bazı şer'i
muameleleri, Şari' tarafından kendileri için vesile kılınmayan başka işlere
araç kılmaktadırlar. Bu kısım altına münafıklık, riya (gösteriş) ve Allah'ın
hükümlerine karşı girişilen hiyel (kanuna karşı hile) yolları girer. Bunların
tamamı batıl olmaktadır. Çünkü bu tasarruflarda gözetilen kasıt, bizzat Şari'in
kasdına ters düşmektedir. Dolayısıyla asla sahih olamazlar. Yüce Allah:
"Doğrusu münafıklar
cehennemin en alt tabakasındadırlar"[Nisa 145] buyurur. Bu mananın
açıklanması daha önce geçmişti.
(d) Fiil ya da terkin
muhalif, kasdın ise muvafık olması. Bu da iki kısımdır:
1) Muhalifliği bilmesine
rağmen işlemesi. 2) Bilmeksizin işlemesi.
Eğer muhalif olduğunu
bile bile işliyorsa, bu durumda bidatten söz edilecektir. Şari' Teala
tarafından konulmuş bulunan ibadetler üzerine tür ya da adet bakımından yeni
ilaveler getirmekte olduğu gibi. Ancak çoğu kez bunlara ancak tevil yoluyla
cüret edilir. Bununla birlikte bu gibi davranışlar -Kur'an ve Sünnette de
geldiği gibi- yerilmiştir. Konunun burada açılmasına ihtiyaç bulunmamaktadır.
Bu konu ileride tekrar ele alınacak ve -inşallah- orada daha geniş bilgi
verilecektir. Burada kısaca şunu demek gerekir ki, bütün bidatler yerilmiştir.
Çünkü konuyla ilgili deliller genelolmakta ve her türlüsünü içerisine
almaktadır: Şu nasslarda olduğu gibi: "Ey Muhammed! Fırka fırka olup dinlerini
parçalayanlarla senin hiçbir ilişkin olamaz"[En'am 159]; "Bu dosdoğru
olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın.
"[En'am 153] Hadiste de şöyle buyrulur:
"Her bidat
sapıklıktır. " Bu mana hadislerde mütevatir gibidir.
İTİRAZ: .Alimler
bidatleri şer'i hükümlerin mertebelerine göre bir sıralamaya koymuşlardır.
Şöyle ki: Bidatlerden mutlak olarak yerilenler haram olmaktadır. Mekrlih
olanlara gelince; bunlar, haklarındaki yergi mutlak olunmayan bidatlerdir. Bu
iki kısım dışında kalan bidatler ise şeran çirkin / kötü (kabih) değildir.
Bidatlerden vacib ve mendub olanlar, mutlak surette güzeldirler (hasen) ve
işleyen ve onu ortaya koyan kişi övgüye layıktır. Mübah olanbidat da, göreli
olarak güzel (hasen) olmaktadır. Kısaca bir kimsenin, ilk nesillerin güzel
bulduğu bidatler hakkında 'Onlar yerilmiş bidatlerdir ve onlar Şari'in kasdına
muhaliftir' demesi doğru değildir. Aksine onlar Şari'in kasdına tam olarak
uygundurlar. Mesela, insanları Hz. Osman tarafından istinsah ettirilen imam
mushaf üzerinde toplamak, Ramazan gecelerini ihya etmek (teravih namazı) için
camilerde toplanmak ve benzeri sonradan ihdas edilen ve insanların güzelliğinde
görüş birliği ettikleri şeyler gibi. Burada insanlardan maksadım, selef-i salih
ve müctehid imamlardır. "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da
güzeldir." Bütün bu şeyler, konunun çerçevesine dahildirler. Zira onlar,
Şari'in hüküm belirtmeme si açısından muhalif fiillerdir; fakat uygunluk kasdı
ile işlenmektedirler. Zira bunları işleyenlerin iyilikten başka bir kasıtları
yoktur. Durum böyle olunca, bütün bidatlerin -iddianın aksine- aynı kefeye
konulmaması ve tümden yerilmiş olmaması gerekecektir.
CEVAP: Bunların hepsi,
konunun çerçevesine dahil değildir. Çünkü burada söz konusu olan, işlenilen
fiilin, Şari'in koymuş olduğu fiile muhalif olmasıdır. Selef-i salihin ihdas
ettikleri ve alimlerin sıhhati üzerinde icma ettikleri şeylerin Şari'in koymuş
olduğu esaslara herhangi bir yolla muhalif düştüğü sabit değildir. Şöyle ki:
Kur'an'ın mushaf haline getirilmesi Hz. Peygamber [s.a.v.] zamanında
gerçekleştirilmemiştir; çünkü o zamanda buna ihtiyaç duyulmamıştır, zira ezber
yoluyla o muhafaza ediliyordu ve Kur'an hakkında ümmetin gruplara bölünmesine
sebeb olacak ihtilaflar da olmamıştı. Sadece iki ya da üç olay meydana
gelmişti:
Ömer b. el-Hattab ile
Hişam b. Hakim arasında; Übeyy b. Ka'b ile Abdullah b. Mesud arasında (okuma
farklılığından) meydana gelen ihtilaflar gibi. Bu konu ile ilgili olarak da Hz.
Peygamber [s.a.v.]: "Kur'an hakkında tartışmaya girmeyiniz. Çünkü onun
hakkında tartışmaya girmek küfürdür" buyurmuşlardır. Kısaca Kur'an'ın
mushaf haline getirilmesi konusu Hz. Peygamber [s.a.v.] zamanında meskutun anh
(hükmü hakkında sükut geçilmiş) bir konu idi. Sonra Kur'an üzerinde ihtilaflar
meydana gelip çoğalınca, insanlar birbirlerinin okuyuş tarzı hakkında 'Ben
senin okuyuş tarzını inkar ediyorum' demeye başlayınca Kur'an'ın bir mushaf
halinde toplanması (ve bütün insanların ellerinde bulunan yazılı Kur'an
malzemelerinin imha edilerek resmi yoldan çoğaltılan imam mu sh af üzerinde
birleştirilmesi) vacib ve daha önce görülmemiş bu hadise hakkında yerinde bir
tedbir halini aldı. Dolayısıyla bu uygulamada şeriata ters düşme gibi bir durum
yoktur. Eğer öyle olsaydı, o zaman vahiy döneminden sonra meydana gelen her
yeniliğin bidat olması gerekirdi. Böyle bir netice ise ittifakla batıldır. Bu
gibi şeyler, haklarında belli bir esas bulunmamakla birlikte şer'i kaidelere
uygun olarak icra edilen bir tür ictihadın konusu olmakta ve buna "mesalih-i
mürsele" (mürsel masIahatlar) adı verilmektedir. Selefi salihin icraatında
yer alan örneklerin tümü bu kabildendir ve onlar mesalih-i mürsele
çerçevesinden asla dışarı çıkmazlar. Onlar içerisinde Şari'in maksadına muhalif
asla birşey yoktur. Nasıl olabilir ki, o şöyle buyurmaktadır: "Müslümanlar
tarafından güzel görülen
şey, Allah katında da
güzeldir"; "Ümmetim hata (sapıklık, dalalet) üzere ioplanmaz" Bu
durumda üzerinde görüş birliği edilen (icma) şeyin Şari'in kasdına uygunluğu
sabit olmuştur. Sonuç olarak bu kısım, fiil ya da terkin Şari'e muhalif olması
kısmının dışında kalmıştır. Yerilen bidatler ise, Şari' tarafından konulmuş
bulunan fiil ya da terklere muhalif olan şeylerdir. Bu konu -inşallah- ileride
tekrar ele alınacaktır.
Muhalif olan fiil, muhalifliği
bilinmeden işlenmişse, o takdirde bunun iki yönü olacaktır:
(1) Kasdın uygun olması
ve bu yönden şeriata muhalif olmaması: Fiil, her ne kadar şeriata muhalif ise
de, ameller niyetlere göredir. Bu fiili işleyen kimsenin niyeti, Şari'in emrine
uygun hareket etmektir; ancak bilgisizliği onu muhalif olarak işlemeye
itmiştir. Şari'e bilinçli olarak muhalefet etmek istemeyen kimse, bile bile ona
muhalefet eden ve am eli de öyle olan kimse ile aynı tutulamaz. Bu açıdan
bakıldığı zaman onun ameli, kısmen dikkate alınacak ve tümden atılmayacak
şekilde değerlendirilecektir.
(2) Fiilin muhalif
olması yönü: Şari'in emir ve yasaktan amacı, itaattir (imtisa!). Kişi emir ya
da yasağa uymadığı zaman, Şari'in amacına muhalefet edilmiş olur. Mükellef te
bulunan ve onu amele iten itaat kasdı, muhalefeti muhalefetlikten çıkarmaz.
Çünkü, o fiilde Şari'in amacı bir açıdan gerçekleşmemiş; kasıd da: amele uygun
düşmemiştir. Bu durumda bütün olarak ele alındığında fiil, muhalifbir durum
almış ve her ikisinde de (fiil ve kasıtta) muhalefet edilmiş gibi olmuştur.
Dolayısıyla itaat (imtisa!) gerçekleşmemiştir.
Bu iki yönden her biri,
haddizatında biri diğeriyle çelişmede,' tercih durumunda da karşı karşıya gelmektedirler
(tearuz). Çünkü eğer sen mesela bunlardan birini diğerine tercih edecek
olursan, diğerinde onu tercihi gerektirecek bir yönle karşılaşırsın. Bu durumda
bunlar birbirleriyle tearuz ederler. Bu yüzden bu konu şeriatta kapalı bir hal
almıştır. Konu ile ilgili bazı açıklamalar sonucunda durum daha iyi
anlaşılacaktır:
Şöyle ki: 'Fiili
işleyen, itaat ve emre uyma amacından başka asla bir niyet ve kasıt
bulundurmamıştır ve bu haliyle Şari'e karşı saygısını çiğnememiştir' gerekçesi
ile uygun olan kasıt yönünü tercih edecek olursan, karşına 'Uygunluk kasdı,
meşru olana itaat ile kayıtlıdır; muhalefet ile birlikte uygunluk kas dı
gerçekleşmez' şeklinde bir esas çıkacaktır. Uygunluk kasdının böyle bir kaydı
bulunduğuna göre, yerini bulmayan mükellefin kasdı abes gibi bir şeyolacaktır.
Hem sonra yerini bulmayan kasıt uygun olamaz; çünkü fiillerde sözkonusu olan
kasıt ve niyetler onlardan ayrı başlı başına meşru kılınmış şeyler değillerdir.
İTİRAZ: Şeriatler
gelmeden önce de kasıt ve niyetlerin muteber olduğu sabittir. Nitekim fetret
devirlerinde iman eden ve tevhide ulaşan, aslında muteber olmayan -zira henüz
onların meşruluğu sabit olmamıştı- bazı amellerle Allah'a kulluk icrasında
bulundukları belirtilmiştir.
CEVAP: Eğer bu gibilerin
fetret zamanında oldukları ve eski şeriatlerden istifade imkanının bulunmadığı
farzedilecek olursa, bu durumda onlar için sözkonusu edilen niyet ve
maksatların mutlak olarak muteber olup olmayacağı tartışmalı bulunmaktadır.
Çünkü bu fiiller, kendileriyle kulluk kastettikleri amelleri gibidir. Eğer,
nasılolursa olsun niyet ve kasıt muteberdir dersen, bu amellerin de sahih
olmasılazım gelir; eğer amellerin dikkate alınmaması görüşünü benimsersen, bu
hüküm kasıt hakkında da lazım gelir. Hem sonra bizim buradaki sözümüz, şeriatler
gelmeden önceki zamanlarla ilgili olmayıp, şeriatler geldikten sonraki dönemler
hakkındadır. Eğer fetret devirlerinde yaşayan bazı kimselerle ilgili nakledilen
haberler, onların eski şeriatlerden kalan bazı amellere yapışmış olmaları ile
ilgilidir dersek, durum zaten açık olacaktır.
İTİRAZ: Hz. Peygamberin:
"Ameller ancak niyetlere göredir" buyruğu, muhalif de olsa, bu
amellerin muteber olabileceğini ifade eder. Çünkü niyet ve maksatlar amellerin
ruhu olmaktadır. Bu durumda amel, kısmen ruha sahip bulunmaktadır. Durum böyle
olunca, amel dikkate alınır. Kasdın muhalif, am elin uygun olması ya da her
ikisinin de muhalif olması durumunda ise, durum farklıdır. Zira öyle bir amel
ruhsuz beden gibidir. Dolayısıyla "Ameller ancak niyetlere göredir"
buyruğu kapsamına girmez; çünkü fiilde niyet bulunmamaktadır.
CEVAP: Eğer ileri
sürülenleri bir an için kabul etsek bile o takdirde karşımıza "Emrimiz
(dinimiz) üzere olmayan her amel merduttur (reddedilir)" hadisi
çıkacaktır. Sözü edilen amel, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] emrine uygun değildir.
Dolayısıyla muteber değil, reddedilmiş olacaktır. Hem sonra ruhsuz cesetten
faydalanma mümkün olmayacağı gibi, ceset içerisinde olmayan ruhtan da
faydalanılamaz. Çünkü burada sözü edilen fiillerin, şeriata muhalif oldukları
farzedilmektedir; dolayısıyla onlar sanki yok hükmünde olacaklardır. Geriye
ameli bir hüküm de yalnız başına niyet kalacaktır; böyle bir niyetin de önemi
yoktur. Bu konuda her iki yönden de çok sayıda çelişenler bulunmakta ve mesele
gerçekten müşkil bir hal almaktadır.
İşte bu noktadan
hareketledir ki, bir grup müctehid niyet ve kasıt yönünü ağır bastırmışlar ve
ibadetlerden telafisi gerekenleri telafi etmişler, muamelatla ilgili
tasarrufları da sahih saymışlardır. Bir başka grup da mutlak fesat görüşüne
meyletmiş ve şeriata muhalif düşen her türlü ibadet ve muameleyi batıl kabul
etmişlerdir. Bir üçüncü grup da orta yolu tutarak her iki tarafı da kısmen
etkin kılmışlar; ancak niyet ve kasdın etkisini bir yönde, fiilin etkisini de
başka bir yönde kabul etmişlerdir. Her iki tarafın da etkin kılındığına
aşağıdaki hususlar delalet etmektedir:
(1) Haram kılındığını bilmeksizin haram olan
birşeyi yiyip-içen kimsenin durumunu ele alalım: Böyle bir fiilde, -fiili
işleyen o şeyin mübah olduğuna inandığı için işlediğinden- hem niyet ve kasdın
uygunluğu hem de, -yapılması yasak olan birşeyi yaptığından- fiilin muhalifliği
bir arada bulunmaktadır: Uygunluk tarafı (niyet) etkin kılınarak had ve ceza
düşürülmüş; muhaliflik tarafı etkin kılınarak da o fiilin üzerine hükümlerinin
doğmaması ve başka hükümlere mesnet yapılmaması kabul edilmiş, böylece niyet ve
kasıt tarafına meyledilerek telafisi mümkün olup da tashihi gerekenler sahih
kılınmış; telafisi mümkün olmayan şeylerden olup da ihmali gerekenler de ihmal
edilmiştir.
Bu meselede iki tarafın
da, her birine uygun bir şekilde dikkate alındığı görülmektedir. Mesela iki
erkek tarafından nikahlanan bir kadının durumuna bakalım: Bu erkeklerden
sonuncusu o kadının bir başkası tarafından daha önce nikahlandığını ancak gerdeğe
girdikten sonra öğrenmektedir. Bu durumda kadın Hz. Ömer, Muaviye ve
el-Hasen'in fetvaları gereğince (ilk kocanın nikahından) bain (ayrı)
düşecektir. Benzeri görüş Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Benzeri bir mesele
de mefkudun karısı ile ilgilidir. Bu kadın evlense de sonra kayıp olan kocası
çıkıp gelse bakılır: Eğer kadını nikahlamadan önce çıkıp gelmişse, ilk koca
daha hak sahibidir. İkinci koca gerdeğe girdikten sonra gelmişse, ikinci kocası
daha hak sahibidir. Akitten sonra fakat gerdekten önce gelmişse, o takdirde iki
görüş bulunmaktadır. Hadiste şöyle buyrulmuştur: "Herhangi bir kadın,
velilerinin izni olmadan evlenirse nikfıhı batıldır, batıldır, batıldır. Eğer kocası kendisiyle gerdeğe girerse, kadın
kendisinden istifadesi karşılığında mehre hak kazanır. " Namaz esnasında
yanılma ile bütün meseleleriyle birlikte fasid nikah konularında da durum aynı
şekilde olacaktır.
(2) İmam Malik'in hatta sahabelerin görüşlerinin
(konu ile ilgili) esasını şu oluşturur: İbadetler bahsinde bilgisizin (cahil)
hükmü, unutan kimsenin hükmü gibidir. Buna göre onlar, bilmeksizin fiil ya da
sözlü tasarruflarında şeriata muhalif düşen bir kimsenin durumunu, unutanın
hükmüne benzetmişlerdir. Eğer kasıt olmaksızın yapılan fiillerdeki muhalefet,
mutlak muhalefet olsaydı, o takdirde böyle bir kimseyi kasıt sahibi kimse
yerine korlardı. Nitekim İbn Habib ve onun görüşüne katılanlar böyle
düşünmektedirler. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Şeriata uygun kasdın
dikkate alındığı konusunda bu açıktır ve taharet, namaz, oruç, hac ve benzeri
ibadetler bahsinde bu açıkça gözükmektedir. Keza nikah, talak, yiyecek ve
içecek bahisleri gibi adetlerle ilgili birçok konuda da durum aynıdır.
İTİRAZ: Bu dediğiniz,
mali konularda tutmamaktadır; çünkü bilerek de bilmeyerek de olsa itlaf
durumunda tazmin sorumluluğu bulunmaktadır.
CEVAP: Mali konularda
tazmin hükmü başka birşeydir; çünkü (mal heder olmadığından) itlaf durumunda
tazmin hükmünün gerekmesi için hata ile olmasıyla kasıtlı olması arasında fark
bulunmamaktadır.
(3) Bu ümmetten hata (yanılma) hükmünün
kaldırıldığım gösteren deliller. Bu meyanda Kur'an'da şu ayetler vardır:
"İçinizden kastederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir
sorumluluk yoktur"[Ahzab 5]; "Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak
olursak bizi sorumlu tutma. "[Bakara 286] Hadiste bu duaya cevap olarak
Yüce Allah tarafından "Öyle yaptım" buyrulduğu belirtilmiştir.
"Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler."[Bakara 286]
Hadiste de şöyle gelmiştir: "Ümmetimden hata, unutma ve tehdit (zar,
ikrah) altında yapılan şeyler (in hükmü) kaldırıldı (yazılmadı)" Sorumluluğun kaldırılması hükmünün taalluku
konusunda ihtilaf meydana gelmiş ve bunun sadece ahiret alemiyle mi ilgili
olduğu, yoksa her iki alemi de mi kapsadığı tartışılmış olmakla birlikte bu
mana üzerinde genelde ittifak bulunmaktadır. Nimler sorumluluğun mutlak surette
(tamamen) kaldırıldığının doğru olmadığı hususunda da ihtilaf etmemişlerdir.
Durum böyle olunca, iki taraftan her birinin kısmen de olsa -aksini gösteren
harici bir delil bulunmadıkça- dikkate alınmış olduğu ortaya çıkmaktadır.
Allah'u a'lem!
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: