EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞERİAT, GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK İÇİN KONULMUŞTUR /

ON BİRİNCİ MESELE :

 

Yükümlülük esnasında ortaya çıkan meşakkatler, eğer alışılagelmiş işlerde bulunan meşakkatlerden daha üst düzeyde ise, dini ya da dünyevi bir fesadın ortaya çıkmaması için, o meşakkatlerin genelde kaldırılması Şari'in maksatlan cümlesinden olmakta idi. Geçen deliller de bunu göstermektedir. Ruhsatların meşru kılınması da bu amacın bir sonucu olmaktadır.

 

Ama meşakkatler mutat dışı olmazsa, normal yapılagelen işlerde bulunan meşakkatler düzeyinde bulunurlarsa, bu durumda her ne kadar Şari' onların vukuunu istemiş olmasa da, onların kaldırılmasına yönelik bir kasıt da bulundurmamaktadır. Bunun delili şudur: Eğer Şari' bu tür meşakkatlerin kaldırılmasını istemiş olsaydı, böyle bir kasıt ile birlikte teklif diye bir şey kalmazdı. Çünkü her amel-normal olsun olmasın- az ya da çok kendi ölçüsünde beraberinde bir meşakkat ve yorgunluk da getirir. Bu da ya bizzat sorumlu olunan am elin işlenmesi sırasında ortaya çıkar ya da sorumlu olunan ameli işlemek için şu anda içinde bulunduğu durumdan çıkmasında olur ya da her ikisinde birlikte bulunur. Eğer şeriat bu meşakkat ve Y0rgunluğun kaldırılmasını gerektirecek olsaydı, bu sorumlu tutulan amelin kökten kaldırılması gibi bir sonucu gerektirirdi. Bu ise doğru değildir. Doğru olmayan bir sonucu gerektiren şey de doğru değildir.

 

Ancak burada da üzerinde durulacak bir nokta vardır: Mutat olan amellerde mevcut bulunan meşakkat ve yorgunluk o amellerin değişmesiyle farklılık arzeder: İki rek'at fecir namazında bulunan meşakkat, sabah namazının iki rek'atindeki meşakkat gibi değildir; namazda bulunan meşakkat oruçtaki gibi değildir; oruçtaki meşakkat de hacdaki meşakkat gibi değildir. Bütün bunlarda sözkonusu olan meşakkat cihaddaki meşakkate benzemez. Diğer yükümlü tutulan amellerde de durum işte böyle. Ancak her amel, aslında mutat olan bir meşakkat içermekte ve bu meşakkat alışılagelmiş bulunan benzeri normal işlerde bulunan meşakkatle paralellik arzetmekte; genelolarak mutat sınırını aşmamaktadır. Sonra alışılagelmiş normal amellerde bulunan meşakkatler de her zaman, her yerde ve her durumda aynılık göstermemektedir. Mesela, soğuk gecelerde sabah erkenden hakkı verilerek alınan abdest ile, sıcak zamanlarda alınan abdest aynı değildir; suyun hazır bulunduğu yerde külfetsiz abdest almakla, bir hayli külfete katlanıp onu arayarak; ya da uzak bir yerdeki kuyudan su çekerek abdest almak arasında fark vardır. Aynı şekilde kısa

ya da şiddetli soğuk gecelerde uykudan kalkarak namaz kılmak ile, böyle olmayan zamanlarda namaza kalkmak aynı değildir.

 

Aşağıdaki ayetlerde Kur'an işte bu anlama işaret etmiş olmaktadır:

 

Yüce Allah: "And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, 'inandık' deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanarlar. Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları ortaya çıkaracaktır"[Ankebut 2] buyurduktan sonra: "İnsanlardan 'Allah'a inandık' diyenler vardır; ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanların ezasını Allah'ın azabı gibi tutarlar ... "[Ankebut 10] buyurmuştur. Yine: "Onlar size yukarıdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti; Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz"[Ahzab 10] buyurduktan sonra Yüce Allah: "İnananlardan, Allah'a verdiği ah di yerine getiren erler vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir"[Ahzab 23] buyruğu ile, sabır ve metanet gösterip, sözünde sadakat gösterenleri övmüştür. Ka'b b. Malik ve iki arkadaşının başından geçenleri burada hatırlayabiliriz: Bunlar Tebük gazasından geri kalmışlar ve mazeretleri olmadığı halde sefere katılmamışlardı. Hz. Peygamber [s.a.v.] onlarla kimsenin konuşmamasını emretmiş ve haklarındaki hükmü Allah'a bırakmıştı. Öyle ki "bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırmış, Allah'tan başka sığınacak kimse olmadığını"[Tevbe 118] anlamışlardı. Günaha girme korkusu ('anet) bulunduğu zaman cariye ile nikahlanma hakkında gelen ayette de durum aynıdır ve bu ayetin sonunda "Buna rağmen sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır"[Nisa 25] buyrulmuştur.

 

Bunlar yanında, mutat amellerde bulunan meşakkatin mutat dışı düzeye ulaştığı sanıldığını, aslında ise mutat düzeyde bulunduğunu gösteren diğer deliller konumuza açıklık getirmektedir. Tek bir amelde bulunan meşakkatin, iki ucu, bir de orta noktası vardır: Üst tarafı ki buna azıcık bir şey ilave edilecek olsa, hemen mutat dışı düzeye çıkılmış olur. Bu durum o am elin mutat dışı bir am el olmasını gerektirmez. En alt tarafı ki, eğer birazcık azaltılacak olsa burada da o amele nisbet edilecek meşakkat diye bir şey kalmayacaktır. Orta noktasına gelince, çoğunluğu ve genelliği bunlar teşkil eder. Durum böyle olunca, insanların gidişatlarını iyi bilen kimseler için, ilk bakışta mutat üstü sanılan meşakkatlerin çoğunun aslında hiç de öyle olmadığı anlaşılacaktır. Mutat dışı sanılsa bile aslında mutat düzeyinde kaldığına göre, bu tür meşakkatlerin kaldırılmasına yönelik Şari'ce bir kasıt bulunmayacak, durum aynen normal düzeyde seyreden fiillerde mevcut bulunan mutat düzeydeki meşakkatlerdeki gibi olacaktır. Neticede de, bu meşakkatler hakkında ruhsat bulunmayacaktır. Bazen konu netlik arzetmez, karışık olur; bu durumda ise görüş ayrılıkları kaçınılmaz olur.

 

Allah Teala'nın: "İsteyerek veya istemeyerek hepiniz savaşa çıkın"[Tevbe 41] buyurup sonra: da: "Çıkmazsanız Allah size can yakıcı şekilde azab eder"[Tevbe 39] buyurmasından anlıyoruz ki, bu seferberlik emri müsamaha gösterilmeyen bir konudur ve seferden geri kalma konusunda asla ruhsata yer bırakmamayı gerektirir. Şu kadar var ki -güçlük ve sıkıntının (harac) kaldırılmış bulunduğunu gösteren delillerin bir gereği olmak üzere-buradaki emir, mutat olan am ellerde karşılaşılacak meşakkatlerin ön üst düzeyinde olacak bir duruma yorulur ve bunun sonucunda seferberlik ve savaşa çıkma mümkün bir hal alır. Tebük seferinde iki önemli unsur vardı: Sıcağın şiddeti ve seferin uzaklığı. Tabii bunlar gölgelenme imkanından mahrumiyet, meyvelerin hasad edilmesi ve diğer yapılması gereken dünya işlerinin çevirilmesi gibi şeylerden ayrılma yanında fazladan meşakkatler oluyordu. Bütün bunlar normal gazalarda bulunan meşakkate nisbetle apaçık fazladan bir güçlük ve sıkıntı demekti. Ancak onu mutat olma sınırından dışarı çıkarıcı da değildi. Bu yüzden de bu konuda ruhsat verilmemişti. Benzeri durumlarda da aynı oluyordu. Yüce Allah: "And olsun ki sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerini açıklayana kadar deneyeceğiz"[Muhammed 31] buyurmuştur.

 

İbn Abbas Yüce Allah'ın: "O, dinde sizin için bir zorluk (harec) kılmamıştır"[Hac 78] buyruğu hakkında şöyle demiştir: "Bu sadece İslam'ın bir genişliğidir. Allah (dinde kulların çıkmaza girmesini (harec) istememiş) tevbe ve keffaretler kapısını açık tutmuştur." İkrime ise, ayetteki "harec" kelimesini: "Kadınlardan ikişer üçer ya da dörder evlenebilmeniz" şeklinde açıklamıştır. Ubeyd b. Vmeyr'den şöyle nakledilir: Bu zat kavminden bir grup içerisinde İbn Abbas'a gelir. Ona "harec" nedir diye aorar, İbn Abbas:

 

"Siz Arap değil misiniz?" der. Sonra: "Bana Hüzeyl kabilesine mensup birisiİıi bul getir" der. Gelen adama: "Sizde 'harec' nedir?" diye sorar. Adam: "el-Harecetu mine'ş-şecer demek, çıkışı olmayan ağaçlık demektir" diye cevap verir. İbn Abbas: İşte, harec asla çıkış yeri bulunmayan şey (çıkmaz) demektir. Dikkat edilirse İbn Abbas, hareci çıkışı olmayan şey diye yormuş ve ayeti de ona uygun olarak, Allah tevbe ve keffaretleri meşru kılarak kulların çıkmaza girmesini kaldırdı diye tefsir etmiştir. Harecin aslı darlık ve sıkıntıdır. Alışılagelmiş amellerde bulunan mutat meşakkatler ne sözlük bakımından ne de şeri örf bakımından "harec" değildir. Nasıl olabilir ki, bu tür meşakkatler, şeri bir hikmet için konulmuştur ki o da, ayıklamak ve denemek olmaktadır. Böylece Allah'ın ez elde bildiği şey şühud aleminde de ortaya çıkacak ve herkes ona göre karşılık bulacaktır. Şu halde, Allah'a hamd ederek belirtelim ki, dinde kaldırılması istenilen meşakkat (harec) ile, böyle olmayan meşakkat arasındaki fark anlaşılmıştır.

 

 

FASIL:

 

İbnu'l-Arabi şöyle demiştir: "Eğer güçlük (harec) bütün insanlar için genel (amm) bir olayda ise, o düşer; yok güçlük (harec) özel (has) ise bize göre dikkate alınmaz. Bazı Şafii usullerinde dikkate alınacağı yazılıdır."

 

Onun bu sözü üzerinde durmak gerekmektedir: çünkü bu sözündeki "özel" (has) sözü ile, mutat meşakkatler mertebesinin en üst sınırında olan meşakkati kastediyorsa, hüküm aynen onun dediği gibidir ve bu durumda konu üzerinde ihtilaf edilmemesi gerekir. Çünkü, bu güçlük eğer mutat kısımdan ise, mutat güçlüklerin dikkate alınmadıklarını ve onların kaldırılmasına yönelik düzenlemelere gidilmediğini, aksi takdirde teklifin aslında da bulunduğu için yükümlülüklerin tümden kaldırılması gibi bir sonucun gerekeceğini görmüştük. Bu konuda ihtilafbulunduğunun tasavvur edilmesi de, sadece bu güçlüğün mutat türden olduğu ya da mutat dışı kabilinden bulunduğu esasına dayanır; yoksa güçlüğün bu iki kısımdan birinden olduğunda ittifak edildikten sonra neticede ihtilaf edilmiş değildir. Sonra onun bu güçlüğe "özel" (has) demesi tartışılabilir; çünkü nereden bakılırsa bakılsın sözü edilen güçlük geneldir (amm), özel değildir; zira o hiçbir zaman tayin yoluyla sadece belirli mükelleflere has değildir. Bu itibarla onun özelliğinden söz etmek mümkün değildir.

 

Eğer bu sözündeki "güçlük" (harec) ifadesiyle, mutat dışı ve haklarında ruhsat ve genişlik getirilen güçlükleri kastetmişse, bu durumda da genellik ve özelliğin anlaşılması yine problem arzedecektir. Çünkü mesela yolculuk, namazın tam olarak kılınması ve orucun tutulması durumunda bir güçlük (harec) halini almaktadır. Bu yüzden de hafifletici hükümler (ruhsatlar) getirilmiştir. Bu genelolmaktadır. Hastalığı ele alalım: Bunun için de hafifletici hükümler getirilmiştir. Ancak o; her hastalık durumunda hafifletmeye gidilmez anlamında genel değildir. Çünkü bazı hastalar, namazı ayakta ya da oturarak kılmaya güç yetiremezken, bazıları buna güç yetirebilirler. Kimi hasta oruç tutamaz iken, kimi hastalar da tutabilir. Bu durumda hüküm, mükelleflerden her birinin kendi özel durumuna

göre değişir. Bununla birlikte genelolarak hastalık hafifletme sebebi olarak kabul edilmiştir. Zahirde bu güçlük (hastalık) özeldir, fakat bu konuda Malik, Şafii'ye muhalefet etmiş değildir. Ancak, hastalığın mutat dışı bir güçlüğe sebebiyet vermesi durumuyla kayıtlanması durumunda bunu genelolan güçlük türünden kılmış olmaları mümkündür, bu durumda da genel kısmına ait olur. Malik'in bu hususta da Şafii'ye muhalefet ettiği bilinmemektedir. Bu durumda özelolan güçlüğü misallendirmek zorlaşır. Eğer böyle denilmezse, o zaman ittifakla ya da ihtilafla hakkında meşru bir hafifletme bulunan her güçlük genel bir hal alır; isterse varlık aleminde onun tek bir örneği bulunsun; netice değişmez. Eğer teşri'in sadece o fert için ya da belirli bir grup için konulduğu varsayılacak olursa, şeriatta böyle bir durumun varlığı düşünülemez. Böyle özel bir durum olsa olsa ancak Hz. Peygamber'in şahsına, ya da bizzat O'nun tarafından ashabından bazılarına özelolarak getirdiği hükümlerde görülebilir. Mesela, Ebu Bürde'nin oğlağı kurban etmesi, Huzeyme'nin şahitliğinin yeterli kabul edilmesi gibi. Bu gibi hükümler ise peygamberlik zamanına has bir olaydır; daha sonrası için çalışmaz.

 

SORU: Belki de "genel" ifadesiyle bütün insanlar için sözkonusu olan, "özel" ifadesiyle de, bazı bölgelere veya bazı zamanlara ya da bazı insanlara has olanlBO kasdedilmiştir.

 

CEVAP: Bunu kastetmiş olduğunu kabul etsek de problem ortadan kalkmamaktadır. Çünkü, bir tür ya da sınıfa nisbetle güçlük, o külli hakkında genelolmakta, özelolmamaktadır. Zira özel güçlüğün gerçek anlamı, kendisinde belirli şahıslara veya belirli zamanlara ya da belirli mekanlara ait güçlük içeren şeyolmaktadır. Bütün bunlar ise ancak peygamberlik zamanında tasavvur edilebilir veya taabbudilik arzeden ve kendisine başkalarının kıyas edilemeyeceği şekilde varlığı düşünülebilir. Mesela, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] fakirlerin Medine'ye akın ettiği sene, kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklaması, kıble olarak Ka'be'nin tahsis edilmesi, üç mescidin diğer mescitlere faziletçe üstün kılınması gibi. İbnu'l-Arabi'nin sözünde, bu gibi durumların kastedilmiş olması mümkün değildir.

 

SORU: "Bir tür ya da sınıfta; hem kendilerini hem de başkalarını kapsayan bir cins altına giren bir tür ya da sınıf olmaları hasebiyle özellik vardır" denemez mi?

 

CEVAP: Onda da, belli bir sayı altına girmeyen cüzleri kapsaması bakımından yine genellik vardır. Bu durumda iki taraftan biri -ki hususilik tarafı oluyor- umumilik olan diğer tarafından daha öncelikli değildir; hatta umumilik yönü daha da önceliklidir diyebiliriz. Çünkü ondaki güçlük (harec) küllidir; öyle ki eğer harecin başka bir tür ya da sınıf ta bulunduğu sabit olsa, o da hükümde ona katılırdı. O tür ya da sınıfın, aynı cins altında bulunan diğer tür ya da sınıflara nisbeti, hastalığın ya da yolculuğun katılması konusunda o cinsin bazı cüzlerinin, diğer bütün cüzlerine nisbeti gibidir. Öyle ki, eğer bunlardan bazısı hakkında hüküm sabit olursa, diğerleri hakkında da sabit olur; eğer bazılarından düşerse diğer bazılarından da düşer. Bu husus her iki imam arasında da aynıdır. Bizim meselemizde de durumun aynı şekilde (ittifak halinde) olması gerekir. (Fakat öyle değildir).

 

SORU: Belki de bu sözüyle, genelde sudan ayrılma imkanı bulunmayan değişiklik gibi bir şey kastedilmiş olabilir. Bu ise geneldir. Mesela suya toprak, yosun ve benzeri.şeylerin karışması gibi. Ya da değişikliğin ayrılmama özelliği sadece bazı sulara has ise, o zaman da özel (has) olur. Birinci türden olan güçlüğün hükmü, genelolduğu için düşer. İkinci türden olan güçlüklere gelince, onun özelolması sebebiyle hakkında ihtilaf bulunmaktadır. Aynı şekilde deniz suyu hakkında da ihtilaf edilmiştir:

 

Acaba o temizleyici midir, yoksa değil midir? Çünkü o, özel bir değişiklik arzetmektedir. Suda bulunan yaprakların dağılması neticesinde meydana gelen özel değişiklik hakkında da ihtilaf bulunmaktadır. Nikahtan önce talak verilmesi, eğer genelse itibardan düşer; eğer özelse (has) bu durumda ihtilafvardır. Mesela, falan kabileden veya falan ülkeden evleneceğim her kadın; ya da evleneceğim her siyah kadın ya da beyaz kadın; yahut evleneceğim her bekar ya da dul kadın ... boş olsun, demesi durumunda burada karşı karşıya gelinecek güçlük (harec) de özel (has) olmuş olur. Satın alacağım her cariye hür olsun, demesi durumunda mülkiyet noktasından bu genel bir güçlük olur ve düşer; dikkate alınmaz. Cinsi ilişki kasdıyla alacağım cariye demesi durumunda ise buradaki güçlük (harec) özelolmuş olur. Nitekim "Evleneceğim her hür kadın boş olsun" demesi durumunda da hal aynıdır (yani harec özeldir; zira cariye ile nikahlanma imkanı vardır). Bu durumda mutlak mülk kasdına nisbetle cariyenin satın alınması konusunda harec (güçlük) genelolmuş olur; dolayısıyla o söz itibardan düşer. Eğer: "Sudan'dan alacağım her cariye ... " derse, buradaki harec (güçlük) özelolur ve bunda ihtilafbulunmaktadır. Daha başka benzer meseleler de bulunmaktadır.

 

CEVAP: Bu mümkündür ve onun sözünü yormak gereken en yakın ihtimal de bu olmalıdır. Ancak bu ve benzeri meselelerde İmam Malik'ten itibara alınmayacağına; İmam Şafii'den de itibara alınacağı na dair belirtilen ihtilafı, usul ilmine değil de fıkıh (furu) ilmine nisbetle tahkik etmek gerekir. Bu durumda eğer aralarında ihtilaf bulunduğu ortaya çıkarsa, burada sözü edilen ihtilaftan da kasıt o olur. Usul açısından ele alınması onun dediğini gerektirir. Çünkü genelolan harec (güçlük), insanın kendisinden kurtulmaya güç yetiremediği güçlüktür. Daha önce geçen örneklerde olduğu gibi. Eğer, insanın kendisini kurtarması mümkün ise, o harece (güçlüğe) mutlak surette "genel" demek mümkün değildir. Ancak, sözü edilen güçlükten kendisini kurtarmak için, bu kez daha başka fakat ondan daha hafifbir güçlükle karşılaşılabilir. Çünkü, insanların o konudaki halleri farklı olduğu için meşakkatsiz ondan kurtulmak mümkün değildir. Hem sonra, ondan kurtulma meşakkatsiz olmadığı gibi; meşakkat var diye de o, atılmaz. Bu açıdan harece iki bakış açısı vardır. Bu durumda meselenin iki ucu bir de ortası bulunmaktadır: (1) Geçerli olan adetlere ve gidişata nazaran kurtulma imkanı bulunmayan genel tarafı. (2) Mesela, suyun sirke, zaferan vb. gibi bir madde ile değiştirilmesi gibi harecsiz ondan kurtulma imkanı bulunan ve genel tarafın karşısında yer alan özel (has) tarafı. (3) Her iki taraf arasında da gidip gelen ve netlik kazanmayan ortası: İşte bu konu da üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır ve  ictihada açık bulunmaktadır. Allah en iyisini bilir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ON İKİNCİ MESELE