EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞERİAT, GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK İÇİN KONULMUŞTUR /

ON İKİNCİ MESELE :

 

Şeriat, teklif konusunda mutedil, orta yolcu; iki aşırı uca meyletmeksizin bir yol izlemekte; kulun gücü dahilinde ve meşakkatsiz olarak yapabileceği hükümler getirmekte, çözülmelere meydan vermemektedir. Onun getirdiği hükümler bütün mükellefler için son derece itidali gerektiren bir denge, orta bir nokta üzerinde bulunmaktadır. Mesela, namaz, oruç, hac, cihad, zekat ve benzeri bunların teşri kılınmasını gerektiren açık bir sebep olmaksızın konulan yükümlülükler ile "Sana ne infak edeceklerini soruyorlar"[Bakara 215]; "Bana içki ve kumarı soruyorlar"[Bakara 219] ayetlerinde olduğu gibi amel için gerekli bilginin bulunmamasına dönük bir sebebebağlı yükümlülükleri bunlara örnek olarak verebiliriz.

 

Teşri (yasama), mükellefin orta yoldan ayrılarak iki uçta n birisine doğru sapması ya da sapma beklentisinin bulunması neticesinde konulduğuna göre, getirilen şeriatlardan amaç, mükelleflerin itidal haline ve orta yola çevirilmesi olacaktır. Ancak bunu yaparken, dengeyi kurmak için diğer tarafa meylettiği olmaktadır. Aynen çok merhametli olan mahir bir doktorun, hastasını iyileştirmek için onun içinde bulunduğu haline, adetine, gücüne-kuvvetine, hastalığına, bünyesinin zayıflığına bakarak tedavi uygulaması, ona şunu şunu yap, şunu şunu da yapma demesi, bunun sonucunda artık iyileştikten sonra sıhhatini koruması ve bir daha hasta olmaması için onun bütün hallerine uygun gelecek bir tedbirler paketi hazırlaması gibi.

 

İşte bu noktadan hareketle Yüce Allah aşamalı bir hitap şekli getirmiştir: Dikkat edilecek olursa Yüce Allah, herşeyden önce kullara iyi, temiz, güzel ve faydalı şeyleri nimet olarak ihsanda bulunduğunu, bütün bunları insanların hizmetine sunduğunu ve yeryüzünde yaydığını, böylece hayatlarının devamı ve düzene girmesi için gerekli olan hususların temin edildiğini; bu şekilde davranışlarının bir anlam kazanacağını anlatmakla işe başlamıştır. Bu türden olan hitaplara örnek olmak üzere şu ayetleri hatırlayabiliriz: "O, yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi"[Bakara 22];

 

"Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerinde yürüyen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah'tır. Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi vermiştir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz"[İbrahim 32-34]; "Yukarıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz. Hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir ... "[Nahl 10-11]

 

Bu birinci aşamadan sonra, eğer iman ederlerse cennet nimetlerine kavuşacaklarma dair va'dlerde; eğer bulundukları küfür hali üzere kalmaya devam ederlerse azaba uğrayacaklarma dair uyarılarda bulunuldu. Sonra inadlık gösterip, nimetlere karşı nankörlükte bulunup, kendilerine söylenilen şeylerin doğruluğunda şüphe gösterince, bu kez kendilerine söylenilen şeylerin doğruluğunu ortaya koyacak kesin hüccetler getirildi. Peşin dünya zevklerine karşı olan rağbetleri neticesinde bu hüccetlere aldırış etmeyince, dünya hayatının gerçek yüzü kendilerine bildirildi ve onun aslında hiçbir şeyolmadığı; çünkü mutlaka bir gün yok olacağı, onun aldatıcı olduğu ve faniliği vurgulandı ve kendilerine misaller (mesel) getirildi:"Dünya hayatı gökten indirdiğimiz su gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip birbirine karışmıştır. Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin sahiplerinin bütün bunlara malik olduklarını sandıkları sırada gece veya gündüz buyruğumuz o yere gelmiş ve orayı hiçbir şey bitirmemişe çevirmişiz; bir gün önce birşey yokmuş gibi olmuştur ... "[Yunus 24]; "Dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadır"[Muhammed 36]; "Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler!"[Rum 64] İnsanlar iman ettikten sonra, bazılarında dünyaya karşı rağbet izleri gözükünce ve bu arzuların dünya nimetlerine duyulacak talep karşısında kendilerini itidalden uzaklaştıracağı sezilince Hz. Peygamber [s.a.v.] şöyle buyurmuştu: "Sizin hakkınızda endişe ettiğim şeylerden biri de, dünya nimetlerinin yüzünüze gülmesidir ... " Böyle bir endişenin belirmediği ya da ihtimalinin bulunmadığı bir ortamda ise Yüce Allah: "De ki: 'Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?' 'Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir' de"[A'raf 31]; "Ey Peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin; doğrusu ben yaptığınızı bilirim"[Müminun 51] buyurmuştur. Müslümanlar hakkında da, zulümden yasaklama ve bu sebeple şiddetli vaid ve azap tehdidi gelmiş, Yüce Allah: "İşte güven; onlara inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlaradır, onlar doğru yoldadırlar"[En'am 82] buyurmuştu. Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler; vadettiği zaman sözünde durmaz; kendisine emanet edildiğinde, hiyanet eder" buyurdugunda, bu (ve yukarıda sözü edilen zulüm e bulaşmama emri) müslümanlara ağır geldi. Çünkü hiçbir kimsenin bu gibi şeylerden kurtulması mümkün değildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.]; bunların kafirlere has olan yalan, sözünde durmama ve hiyanet olduğunu belirtmişti. (Nitekim, zulümden de kasdın şirk oldugunu [31/13] ayetini okuyarak açıklamıştı).

 

Aynı şekilde: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ... ''[Bakara 284] ayeti indiği zaman, bu onlara çok ağır gelmiş ve bunun üzerine de: ''Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler"[Bakara 286] ayeti inmişti. Bazıları irtidad ve benzeri durumlara düşer gibi olmuşlar ve asla bir daha affedilmeyeceklerinden korku duymuşlardı. Bu durum Hz. Peygamber [s.a.v.]'e iletildiğinde bunun üzerine: "De ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarımı Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar"[Zümer 53] ayeti inmişti. Dünya ve dünya metaını yerince, sahabeden bir grup uzlete çekilip ruhbanlar gibi yaşamaya; evlenmemeye, her türlü dünya lezzetlerini terketmeye, kendilerini tamamen ibadete vermeye karar vermişlerdi. Hz. Peygamber [s.a.v.] onların bu tutumunu reddetti ve: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir'' buyurdu. "Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız bir fitne (imtihan)dır''[Tegabün 15] ayeti indikten sonra, insanlara Allah'ın çok mal ve evlat vermesi için duada bulunmuştur. Halbuki yerilen dünya, mal ve evlattan ibarettir. Hz. Peygamber [s.a.v.], ashabın dünya malını toplamalarına ve onlar içerisinden helalolan şeylerle faydalanmalarına ses çıkarmamış, onların bu davranışlarını onaylamıştır. Onları dünyadan el etek çekmeye teşvik etmemiş; zahidlik sürmelerini emretmemiştir. Ancak dünyaya karşı aşırı bir hırs ya da hakkını vermeme gibi bir durum görmüşse, işte o zaman zahidliği teşvik etmiş ve dünyanın terkini istemiş; ya da dünyadan tümden el-etek çekme durumunda ona yeteri kadar ilgi gösterilmesini istemiştir. Çünkü bu iki uç durumda, itidali bırakma durumu kendisini göstermektedir.

 

Şu manayı kim görmemezlikten gelebilir: Yüce Allah mü'minlerin ahirette mükafatlandırılacağından bahsederken, "Yaptıklarının bir karşılığı olarak ... "[Vakıa 24] buyurmak suretiyle amelleri bizzat kendilerine nisbet edilmiş ve onların "Onlar için, başa kakılmayacak bir ecir vardır"[Tin 6] ayetiyle de minnet altında tutulmayacaklarını belirtmiştir. Ne zaman ki bazı insanlar, yaptıkları işlerle Hz. Peygamberi minnet altına almaya başlamışlar, o zaman da Yüce Allah: "Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler. De ki: Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimseler iseniz sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır"[Hucurat 17] buyurarak, onların bizzat kendilerinin Hz. Peygamber'i minnet altına almak istedikleri aynı hususta minnet altında olduklarını belirtmiştir. Çünkü bu makam, hakların kesiştiği ve her hakkı sahibine vermenin gerektiği bir yerdir. Yine bu ayette Yüce Allah, amelleri onlara nisbet etmeyerek "sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır" buyurarak bizzat kendisine nisbet etmiş ve buna mukabil minnetten de bahsetmiştir. Öyle ya, eğer Allah'ın hidayeti olmasaydı sizin ileri sürerek Hz. Peygamber'i minnet altına almak istediğiniz şey zaten meydana gelmezdi. Buna benzer bir örnek de hadisten verelim: [Abdullah b. Zübeyr'in rivayetine göre Ensar'dan bir adam (Humeyd) Resulullah'ın huzurunda hurma suladıkları Harre su yollan hakkında Zübeyr'den davacı olmuştu. Ensar'dan olan zat: "Suyu sal da geçsin!" demiş, Zübeyr ise onun bu teklifine razı olmamıştı. Derken Resulullah'ın huzurunda davaya çıktılar.] Resulullah, Zübeyr'e -bir iyilik yapması için-: "Ya Zübeyr! Sen sula, sonra suyu komşuna sal" buyurdu. Ensarlı kızmış ve: ''Ya Resulullah! Bu adam halanın oğludur diye mi böyle yapıyorsun?" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in yüzünün rengi değişmiş ve: ''Ya Zübeyr! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" buyurmuştur.

 

Zübeyr yeminle "Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar''[Nisa 65] ayetinin bu hususta indiğini söylemiştir. 

 

Şer'i veriler üzerinde düşünüldüğü zaman, onların hemen her yerde hep böyle ortamın dikkate alınarak geldiği görülecektir.

 

İyi bir doktor da aynı şekilde davranır: Daha başlangıçta sıhhat ve itidal halini dikkate alır ve insanın vücut yapısını ve vereceği gıdanın özelliklerini dikkate alarak, birbirine uyum gösterecek bir beslenme şekli öngörür. Kendisine sorulan bazı yiyecek maddelerinin özelliklerini; onların bir gıda mı yoksa bir zehir mi ... olduklarını bildirir. Vücuttaki dengenin bozulması sonucu bir hastalığa maruz kaldığında ise, hastalığa sebebiyet veren şeyin aksi istikametinde tedavi cihetine gider ve böylece vücuttaki sapma ve aşırılıkların ortadan kaldırılarak eski denge halinin -ki asli ve sıhhatli yapı olmaktadır- tekrar sağlanması için çalışır. İşte onun bu tavrı gibi, şeriatın yaptığı da aynıdır; onun getirdiği yükümlülükler insanlık için son derece yerinde, Allah Teala'nın kullarına olan şefkat ve merhametinin bir tezahürü, nimet ve ihsanının son noktası olmaktadır.

 

 

FASIL:

 

Şer'i külli bir esas görür ve üzerinde düşünürsen, onun mutlaka dengeyi koruduğunu görürsün. Buna karşı eğer iki uçtan birine doğru bir meyil görürsen, bunun da diğer tarafta mevcut ya da beklenti halinde bulunan bir duruma karşı alınmış bir tedbir olduğunu bilmelisin.

 

Teşdide (şiddet gösterme) başvurulması -ki bu tamamen korkutma, sakındırma ve uyarma ile olur-, dinde kendisini salıvermiş, çözülmeye yol tutmuş kimseler hakkında uygun olur.

Tahfif tarafı ise -ki bu da tamemen ümitlendirme, teşvik etme, ruhsatlar getirme yoluyla olur-; dinde hep güç olanlara sarılmak neticesinde sıkıntılarla karşı karşıya gelmiş ve zor duruma düşmüş kimseler için iyi gelir. İki aşırı ucun bulunmadığı zamanda ise, orta yolcu yaklaşımın ortaya çıktığını, itidal prensibinin bütün açıklığı ile kendisini gösterdiğini göreceksiniz. İşte esas alınan ve kendisine başvurulan prensip bu olmaktadır.

Buna göre, dinde yeri bulunan kimselerden nakledilen ve itidal prensibinden ve orta yolcu yaklaşımdan uzaklaşma eğilimi gösteren sözler gördüğünüzde, bunların mutlaka karşı tarafta mevcut ya da beklenti halinde bulunan bir unsurun dikkate alınması neticesinde söylenmiş olduğunu unutmayınız. Vera', zühd ve benzeri konularla, bunların karşıtı bulunan konuların ele alınması işte bu esastan hareketle olmalıdır.

 

İtidal prensibinin ölçüsü, şeriat yoluyla bilinir. Bazen örf ve adetlerle, sağduyu sahibi insanların kabulle karşıladıkları esaslarla da belirlenebilir. Aynen nafaka bahsinde savurganlıkla (israD ve normalin altında kısma (pintilik) ölçülerinin tesbiti gibi.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

DÖRDÜNCÜ NEV’İ ŞARİ'İN, MÜKELLEFİN ŞER'İ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI)