EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞERİAT, GEREĞİYLE
YÜKÜMLÜ TUTULMAK İÇİN KONULMUŞTUR /
YEDİNCİ MESELE :
Şari' Teala'nm neticede
bir nevi meşakkat ve külfet içeren şeyleri teklifte bulunduğunda şüphe yoktur;
ancak bu gibi şeyler geçerli olan adetlere nazaran "meşakkat" diye
isimlendirilmemekte dir. Nitekim alışılageldiği üzere insanların sanat ve
meslek icrasıyla hayatlarını kazanmak için çalışmalarına da meşakkat
denilmemektedir. Çünkü bunlar mümkündür ve mutattır; içermekte oldukları külfet
alışılagelmiş genel durumda insanı işten alıkoyacak ölçüde değildir. Hatta aklı
başında ve gelenekleri bulunan insanlar hayatlarını kazanmak için çalışmayan
kimseleri tembel diye isimlendirirler ve onları ayıplarlar. Teklifte bulunan ve
mutat olan meşakkatler de aynı şekildedir.
Adeten meşakkat
sayılanla, meşakkat sayılmayanlar arasındaki fark işte bu noktada ortaya
çıkmaktadır. Şöyle ki: Bir fiili işlemeye devam etmek o fiilin tümden ya da
kısmen bırakılmasına sebep olacaksa, o fiili işleyen kimsenin kendisi ya da
malı üzerinde veya davranışlarında bir bozukluğun ortaya çıkmasına sebep
olacaksa, bu durumda söz konusu olan meşakkat mutat olan düzeyden fazla
demektir. Eğer genelolarak bu zikrettiğimiz mahzurlardan birisine sebep olacak
durumda değilse, o zaman sözkonusu olan külfet adeten meşakkat sayılmayacaktır.
N asıl sayılır ki, bu dünyada insanın bütün halleri; yemesi, içmesi, diğer
davranışları hep külfettir. Ancak kendisine bu külfetleri yenebilecek kudret
verilmiş; kendisinin bu tasarrufların boyunduruğu altına girmesi istenmemiştir.
Yükümlülüklerde de durum aynı şekildedir. Yükümlülüklerin ve onların içermekte
oldukları meşakkatlerin (külfet) işte bu açıdan değerlendirilmeleri uygun
olacaktır.
Bu nokta anlaşılmıştır
sanıyoruz. Bir nokta daha var: Mutat ölçüde meşakkat içeren yükümlülükler,
içermiş oldukları bu meşakkatlerden dolayı talep konusu olmuş değillerdir;
aksine bunlar içerdikleri maslahatlar için istenilmiş olmaktadır. Buna delil,
bundan önceki meselede geçmişti.
İTİRAZ: Geçen
açıklamalar, teklifte meşakkate yönelik bir kastın bulunmadığına çeşitli
açılardan delalet etmez:
(a) Yükümlülüğün bizzat
"teklif diye adlandırılması buna işarette bulunmaktadır. Zira teklifi n
asıl sözlük anlamı içerisinde külfet -ki meşakkat olmaktadır- bulunan bir şeyin
istenilmesidir. "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler ...
"[Bakara, 285] ayetinin anlamı da: "Allah kişinin gücü yetmeyecek
ölçüde kendisine zor gelen şeyleri istemez; O'nun istekte bulunacağı şey sadece
adeten gücü dahilinde bulunan şeylerle yükümlü olmasıdır" şeklindedir.
Dolayısıyla meşakkatle yükümlü tutma sabittir. Emir ve yasağa yönelik kasdın
bulunması, hiç şüphesiz meşakkatin de talep edilmiş olması neticesini de
yanında gerektirecektir. Şari'ce "teklif' diye isimlendirilmesinden de anlıyoruz
ki, talep fiile, sadece bir meşakkat olması açısından bağlanmaktadır. Şu halde
meşakkat, teklif sırasında Şari'ce dikkate alınan bir husus olmaktadır.
"Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır"[Hac 78] ve benzeri ayetler
işte bu anlamda anlaşılacaktır.
(b) Şari' Teala, ne ile
yükümlü tuttuğunu ve yükümlü tuttuğu şeyden nasıl bir meşakkat doğacağını
bilmektedir. Bilindiği üzere teklif beraberinde meşakkat getirmektedir. Şari'
teklifle birlikte ondan asla ayrılmayan meşakkatin bulunduğunu bilmektedir. Bu
durumda Şari'in, teklifte bulunmakla ondan doğacak olan meşakkati de talep
etmiş olmasılazım gelecektir. Çünkü prensip olarak, sonuç olan müsebbebi bile
bile sebebin ortaya konulması, müsebbebin kasdedilmesi demektir. Bu meselenin
açıklanması hükümler bahsinde geçmişti. Dolayısıyla neticede Şari'in meşakkate
yönelik kasdının bulunmuş olması gerekmektedir.
(c) Meşakkat, kısmen de
olsa, yükümlü olunan fiilin işlenmesi esnasında karşılaşılması durumunda,
teklif sevabından ayrı olarak sevap kazanılmasına sebep olabilmektedir. Mesela:
"Çünkü Allah yolunda susuzluğa, yorgunluğa, açlığa uğramak, kafirleri
kızdıracak bir yeri işgal etmek ve düşmana başarı kazanmak karşılığında onların
yararlı bir iş yaptıkları mutlaka yazılır. Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini
zayi etmez"[Tevbe 120]; "Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette
yollarımıza eriştireceğiz"[Ankebılt 69] ayetlerini örnek olarak
hatırlayabiliriz. Hadiste ise "mescide giderken fazla adım atılmasının
daha sevaplı olduğu, sevabı en fazla olan kimsenin evi uzak kimse olduğu";
"hoşlanılmadık ve sıkıntılı durumlar için abdestin hakkı verilerek
alınmasının tavsiye edildiği bilinmektedir. Bu hususa: "Savaş hoşunuza
gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin
iyiliğinizedir ... " ayeti de işaret etmektedir. Çünkü savaşta en büyük
meşakkat ve güçlükler bulunmaktadır. Hatta öyle ki Yüce Allah: "Allah
şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve
mallarını cennete karşılık satın almıştır"[Tevbe, 111] buyurmuştur.
Benzeri daha başka ayetler de vardır.
Meşakkatler -sırf
meşakkat olmaları açısından- normal yükümlülükten alınacak olan sevaptan ayrı
olarak fazladan sevaba vesile olduğuna göre bu, onların da Şari'ce gözönünde
bulundurulmuş olduğuna delil olur. Eğer böyle olmaz ve Şari'in meşakkate
yönelik bir kasdı bulunmasaydı, o zaman onlara maruz kalmaktan dolayı bir sevap
sözkonusu olmazdı. Nitekim yükümlü olunmayan ve mükellefin bizzat kendi tercihi
ile ortaya koyduğu fiiller karşılığında herhangi bir sevap bulunmamaktadır.
Nitekim bu konu mübah bahsinde geçmişti. Bütün bunlar teklif sırasında Şari'in
meşakkati de gözönünde bulundurduğunu, ona yönelik bir kasdının olduğunu
gösterir. Bizim ulaşmak istediğimiz netice de işte budur.
CEVAP: Birinci itiraz ı
ele alalım: Teklifin mükellefe yöneltilmesi durumunda sözkonusu edilecek kasıt
iki yönlü olabilir: a. O yükümlülük, bir meşakkat olması açısından istenilmiş
olabilir. b. O yükümlülük, içermiş olduğu mükellefe yönelik dünya ve ahiret
için sözkonusu olan masIahatlar açısından istenilmiş olabilir. Bu ikincinin
Şari'in maksadı olduğunda en ufak bir kuşku bulunmamaktadır. Bütün şeri veriler
bunu dile getirmektedir. Nitekim daha önce bu kitabın (ikinci cilt) başında bu
konu üzerinde durulmuştu. Birincinin Şari'ce kastedilmiş olabileceğini kabul
etmiyoruz.
Bir şeyde böylesine iki
kastın bir arada bulunması gibi bir zorunluluk da yoktur. Mesela, doktor
hastasına acı ve tadı hoş olmayan ilaç içirmekle, damarını yarmak ve kangren
olmuş organını kesmek cüretiyle ona acı vermekle, onun acı ve ıztırap çekmesini
değil, iyileşmesini, onun yararını kasteder. Gerçi bu arada hastasının acı ve
ıstırap çekeceğini bilir. Ama onun bu bilgisi, yaptığı bu işlerde onun acı ve
ıztırap çekmesine yönelik bir kastının bulunduğu neticesini gerektirmez.
Şari'in mükellefe getirdiği yükümlülükler de aynı şekilde değerlendirilir. O bu
yükümlülükleri kulların meşakkat çekmeleri için değil, derhal ya da zaman
içerisinde (ya da dünya ve ahirette) kendilerine ulaşacak menfaatler içerdiği
için getirmiştir. Yükümlülüklerde onların içermiş olduğu maslahatlara yönelik
Şari'in kasdı bulunduğunda zaten genelde icma vardır. Tartışma konusu sadece,
aynı zamanda onların içermiş oldukları meşakkatlere yönelik bir kasdının olup
olmadığı hakkındadır. Yükümlülüklere "teklif' adı verilmesi, onlar
esnasında ortaya çıkan şeyler itibarıyladır ve tamamen Arapların dili
kullanışIarındaki örflerine uyulmuştur. Çünkü onlar, iştikak ilminde de
bilindiği üzere, bir şeyi -her ne kadar kullanılışta ona yönelik bir kasıt
olmasa da- ondan meydana çıkan şeyler ile isimlendirirler ve bu mecazi bir
kullanış şekli de değildir, bilakis lügat açısından vaz'i hakikat olmaktadır.
İKİNCİ İTİRAZA CEVAP:
Sebebin işlenmesinden müsebbebin meydana geleceğini bilmek, -her ne kadar
mükellef hakkında ona yönelik bulunan bir kasıt yerine geçtiği sabitse de-
sadece bazı yönlerden kasıt yerine geçer. Bununla şeri hükümlerde sözkonusu
olan ve sebebiyet verme (tesebbüb) ile genelde mütecavizkar olması yönünden
bunun böyle olduğunu kastediyorum; yoksa meydana gelmiş mefsedeti kastetmiş
olması cihetinden o şekilde değerlendirilmiş değildir. Çünkü biz, onun sadece
kendi çıkarlarını kastetmiş olduğunu kabul ediyoruz.
Mükellef (mefsedeti)
kastetmiş olmayınca, bunun Şari'in hakkı konusunda da böyle olacağı netice
olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü 0, yükümlülükle bizzat maslahatı kastetmiştir,
onun işlenmesi sırasında ortaya çıkan mefsedetlere yönelik bir kastı
bulunmamaktadır. Bu konunun izahı daha önce hükümler bahsinde geçmişti. Bundan
sonra mükellef bahsinde -inşaallah- daha etraflı bir şekilde üzerinde
durulacaktır.
Hem sonra, şayet
işlenmesi sırasında bazı mefsedetlerin de ortaya çıkmasına sebep olan bir
yükümlülüğe yönelik kasıttan, şer'an mefsedetin ortaya konulmasına yönelik bir
kasdın bulunması gerekecek olsaydı, o zaman daha önce geçen ve şeriatın
mefsedetlerin.değil de sadece maslahatların temini için konulmuş olduğunu isbat
eden delillerimiz batıl olmuş olacak özelolarak da bu konuda Şari'in aynı anda
hem meşakkatin kaldırılmasını, hem de onların ortaya konulmasını istemiş olması
gibi bir netice doğacaktı. Bu ise hem aklen hem de naklen muhal ve sakattır.
Sonra doktorun hastasına
acı ilaç içirmesi, kangren olan organını kesmesi, çürümüş dişleri çekmesi,
cerahatli yaraları yarması, hastasına arzuladığı şeylerden perhiz vermesi ...
gibi durumlarda -her ne kadar bunları yaparken hastaya acı vermiş alacaksa da-
onun iyileşmesine yönelik kasdının bulunmaması gerekmez. Çünkü onun maksadı,
tedavi sırasında ister istemez ortaya çıkacak olan hastaya eza verme
mefsedetine riayette bulunmadan daha büyük ve güçlü olan bir masIahatın
gerçekleştirilmesine yöneliktir. Şeriatın tavrı da işte böyledir. Eğer teklif,
mutlaka yapılması gereken bir durum arzediyorsa -zorunlu olarak beraberinde
meşakkatler getirse de- getirilir. Çünkü tekliften maksat, sadece masIahat
olmaktadır. Şeriatta getirilen bütün yükümlülükler hep bu şekilde olmaktadır.
Şari'in meşakkatleri defetmek istediği bilinmektedir. Bu durumda eğer
içerisinde meşakkat içeren bir şeyemretmişse, bizzat o meşakkate yönelik bir
kasdı olmayacaktır. Zira eğer ona yönelik bir kasdının bulunacağını
varsayarsak, o durumda Şari'in meşakkatlerin defini istememesi gerekirdi. Bu
itibarla, alışılagelmiş işler esnasında ortaya çıkan meşakkatler adeten
meşakkat olarak isimlendirilmemektedir.
Kısaca özetlemek
gerekirse şöyle diyebiliriz: Alışılagelmiş (mutat) fiiller ile, bunların
cinsinden olan fiiller ile getirilen yükümlülükler -daha önce geçtiği
gibi-meşakkat içermezler. Yükümlülükler sırasında bazı güçIliklerin
bulunacağını bilmekten, onların talep edilmiş olması, onlara yönelik bir kasdın
bulunması gibi bir neticenin çıkması şöyle dursun; bu tür güçlükler
"meşakkat" diye de adlandırılmaz.
ÜÇÜNCÜ İTİRAZA CEVAP:
Sözkonusu edilen sevap, meşakkatin vukuunun mücerred tekliften zorunlu olarak
doğması ve yükümlü olunan fiilin ancak o meşakkate katlanılması yoluyla
gerçekleşebilmesi açısından olmaktadır. Sadece bu açıdan bakıldığında meşakkat
sanki istenilmiş (maksud) gibi olmaktadır. Yoksa mutlak anlamda meşakkat
kasdedilmiş değildir. Bundan dolayı da Şari' Teala, normal yükümlülüğün
sevabından ayrı olarak meşakkat karşılığında olmak üzere fazladan bir sevap
vermektedir. Fazladan olarak bu sevabın verilmesi, meşakkat ve yorgunluğun
bizzat istenilen bir şeyolduğuna delalet etmez. Bunu şu da destekler:
Meşakkatler karşılığında -istenilen yükümlülükler neticesinde doğmasalar bile-
sevap meydana gelmektedir. Mesela, bir insan başına gelen musibet ve
felaketlerden dolayı sevap almakta ve bunlar onun günahlarına keffaret
olmaktadır. Nitekim bu hususa şu hadis delalet etmektedir: "Mü'minin
karşılaştığı hiçbir ağrı-sızı, yorgunluk, üzüntü ve keder, hatta kendisine
batan bir diken yoktur ki, Allah bunlar sebebiyle onun günahlarından affetmiş
olmasın" Benzeri daha başka hadisler de bulunmaktadır.
Mübahta da aynı şekilde,
şayet ondan yasak olan bir şeyin ortaya çıkacağı bilinecek olsa, bu durumda o
yasağa yönelik bir kasdın bulunması gibi bir netice liizım gelmez. Aynı şekilde
o mübahtan zorunlu olarak ortaya çıkacak olan yasağa yönelik bir kasdın
olmadığında ittifak edilir. Bildiği halde bir kasdının bulunmaması konusunda
ise ihtilaf etmişlerdir. Bu konunun izahı -inşaallah-ileride gelecektir.
FASIL:
Bu arzedilen
açıklamalardan bir başka esas daha çıkar:
Mükellef, sevabmm
büyüklüğüne bakarak yükümlülüğün içermiş olduğu meşakkate yönelik bir kasıt
bulunduramaz; o sadece meşakkatin büyüklüğüne göre sevabı da artan ve bizzat
yükümlülük konusu olan amele niyet etmek durumundadır.
Bu ikincisi, bütün ameli
tekliflerin özelliği böyle olduğu içindir. Çünkü mükellef sadece sevap verilen
amele niyet etmek durumundadır. Şari'in o yükümlülüğü koyarkenki kasdı da işte
bu olmaktadır. Şari'in kasdına uygun olarak ortaya çıkan şey, bizzat istenilen
netice olmaktadır.
Birinciye gelince; çünkü
ameller niyete göredir, davranışlarda maksatlar dikkate almır. Nitekim bu husus
-inşaallah- yeri gelince belirtilecektir. Bunlarm muteber olması için mutlaka
Şari'in kasdına uygun düşmesi gerekmektedir. Eğer mükellefin yükümlülüğü yerine
getirirkenki kasdı, içerdiği meşakkati ortaya koymaya yönelik ise, o zaman onun
kasdı Şari'in kasdına ters düşmüş olacaktır. Çünkü Şari' getirdiği yükümlülükte
bizzat meşakkati dikkate almış değildir. Şari'in kasdına ters düşen her niyet
ise batıl olmaktadır. Dolayısıyla kulun meşakkate yönelik kasdı da batıl
olacaktır. Şu halde o, yasaklanılan şey kabilinden olmaktadır. Hakkında yasak
bulunan şeyin ortaya konulmasında ise sevap yoktur; aksine yasağın haramlık
derecesine ulaşması durumunda günah vardır. Bu itibarla, meşakkate girmek
kasdıyla sevap isteğinde bulunmak, Şari'in kasdıyla çelişki arzetmektedir.
İTİRAZ: Bu Sahih'te
bulunan şu Cabir hadisine ters düşmektedir.
Şöyle ki: Mescidin
etrafında boş yer vardı. Selemeoğulları Mescid'e yakın bir yere taşınmak ve
yerleşmek istediler. Bu haber Hz. Peygamber'e [s.a.v.] ulaştı. Bunun üzerine
onlara: "Sizin Mescid'e yakın bir yere yerleşeceğiniz haberi bana ulaştı,
öyle mi?" diye sordu. Onlar: "Evet, Ya Rasülallah! Biz bunu istedik"
dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.] onlara iki defa tekrarlayarak:
"Ey Selemeoğulları! Yurdunuzu bırakmayın, (Mescid'e atacağınız adımın)
izleri yazılsın" buyurdu. Bir başka rivayette: "Bizim yurdumuzdan
ayrılmış olmamız bizi sevindirecek değildir" demişlerdir. Cabir'de gelen
başka bir rivayette de, o şöyle anlatmıştır: Bizim yurdumuz Mescid'den uzakta
idi. Evlerimizi satmak ve Mescid'e yakın olmak istedik. Hz. Peygamber [s.a.v.]
bizi bundan alıkoydu ve: "Sizin için her adım karşılığında bir derece
vardır" buyurdu.
İbnu'l-Mübarek'in zühde
dair kitabında da (Rakaik) Ebu Musa elEş'ari'den şöyle nakledilmiştir: Bir
defasında denizde yelken açmış bir gemi ile yolculuk yapıyordum. Bir adamın
şöyle dediğini duyduk: "Ey gemi yolcuları! (Oruç için) kalkın." Bunu yedi
kere tekrar etti. Ona: "Bizim ne halde olduğumuzu görmüyor musun?"
dedik. O yedinci defasında: ''Vallahi Allah'ın kendisi üzerine yazdığı bir
va'di (kazası) vardır: Kim dünya hayatında sıcak bir günde nefsini Allah için
susa'tırsa, kıyamet günü onu kandırması Allah üzerine bir hak olmuştur"
dedi. Bundan sonra Ebu Musa çok şiddetli sıcak günleri kovalar ve öğünlerde
oruç tutardı.
Şeriatta bu türden olup,
mükellefin ibadetlerde ve diğer yükümlülüklerde nefsini zora koşmaya yönelik
kasdının sahih olduğuna ve bundan d9layı da sevap alacağına delalet eden
veriler bulunmaktadır. Mescid'e yaklaşmak amacıyla yurtlarından ayrılmayı
isteyen sahabilere Hz. Peygamber [s.a.v.], çok adım atmada çok sevap bulunduğu
için yerlerinde kalmalarını emretmiştir. Bunların durumu şuna benziyor: Bir
adam ki işleyeceği bir amelin iki yolu bulunmaktadır. Bunlardan biri kolay
diğeri ise zordur. Zor olan yolla onu ortaya koyması emrolunmuş ve bundan
dolayı da sevap alacağı va'dinde bulunulmuştur. Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
onları düşüncelerinden alıkoyması, yurtlarında kalmalarında (ve meşakkate göğüs
germelerinde) daha fazla ecir bulunduğuna onların dikkatini çekmek için
olmuştur.
Allah'ın veli kullarının
hallerini düşün. Bunlar Rablerine kulluk yolunda güçlerinin en son yeteceği
noktaya kadar çaba sarfetmeyi esas olarak kabul etmişlerdir. Hatta her konuda
azimetleri almak, ruhsatları ise terketmek onların en önemli bir prensibi
olmuştur. Bütün bunlar arz ettiğiniz hususlarla ters düşmektedir. Sahih'te de
Übey b. Ka'b'dan şöyle rivayet edilmiştir: Ensardan birisinin evi, Medine'de
bulunan evlerin en uzağı idi. Hz. Peygamber [s.a.v.] ile birlikte hiçbir namazı
kaçırmıyordu. Kendisine: "Ey Falan! Keşke bir eşek alsaydın, ayağını
yakıcı sıcaktan ve haşenittan korurdu" dedik. O: "Vallahi, evimin Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] evi ile bitişik olması hoşuma gitmezdi" diye cevap
verdi. Cabir diyor ki:
"Bu sözü işitince
çok ağırıma gitti ve Hz. Peygamber'e [s.a.v.] gelerek durumu kendisine
bildirdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.] onu çağırttı ve adam ona da
aynı cevabı verdi ve kendisinin attığı her adımdan bir sevap beklediğini
söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.] 'Şüphesiz senin için umduğun
şeyolacaktır' buyurdu."
CEVAP: Evvela, itiraz
sadedinde zikredilen bu hadisler şahsa özel uygulamalarla (kadıyyetu ayn)
ilgili vahid haberlerdir. Bunlardan kesin bir genellemeye (istikra) gidilmesi
mümkün değildir. Zanni olan şeyler kati olanlar karşısında varlık
gösteremezler. Bizim üzerinde durduğumuz şey, kati olan şeyler türündendir.
İkinci olarak: Bu
hadislerde, bizzat meşakkatin kendisine yönelik kasdın bulunduğuna bir delalet
bulunmamaktadır. Birinci hadisin açıklanması bizzat Buhari'nin rivayetinde
bulunmaktadır. Çünkü o bu hadisin rivayetinde: "Hz. Peygamber [s.a.v.],
Medine'nin o taraftan (düşman tecavüzüne karşı) boşalması ve savunmasız hale
gelmesinden endişe etti" şeklinde ilave bulunmaktadır. Malik b. Enes'ten,
önce Aklk'e sonra da oradan
Medine'ye iner olduğu
rivayet edilmiştir. Kendisine Aklk'e indiği zaman:
"Akik' e niçin
iniyorsun? Çünkü Mescid'e uzaklığı zor oluyor" diye sorduklarında:
"Bana ulaştığına göre, Hz. Peygamber [s.a.v.] Akik'i sever ve oraya
gelirdi." demiştir. Ensardan bazıları oradan Mescid'in yakınına bir yere
taşınmak istemişlerdi. Hz. Peygamber [s.a.v.] onlara: ''Adımlarınızdan sevap
ummaz mısınız?" buyurd:u. İmam Malik, Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
''Adımlarınızdan sevap ummaz mısınız?" sözünü, yürüme sırasında
karşılanılacak güçlük sebebiyle değil, taşınılacak yerin üstünlüğünden dolayı
söylemiş olduğu manasını çıkarmıştır.
İbnu'l-Mübarek'in
naklettiğine gelince, eğer senedi sahihse o zaman o, sahabi fiili olmak üzere
bir delilolacaktır. Bununla birlikte onda, daha büyük sevabın, kendisine ibadet
meşakkati daha ağır gelen kimseler için sabit olduğu da bildirilmektedir.
Hoşlanılmadık şeyler karşısında abdest alınması, cihadda susuzluk ve yorgunluğa
maruz kalınması gibi. Şu halde
Ebu Musa'nın [r.a.]
sıcak günlerde oruç tutmayı tercih etmesi, namaz, sadaka gibi nafile ibadetler
varken daha zor olan cihadı tercih eden kimsenin durumuna benzemektedir. Yoksa
sevap kazanmak için nefsini işkenceye sokma kasdı sözkonusu değildir. Bunda,
sadece meşakkati daha çok olduğu için, o derecede sevabı da daha büyük olacak
olan bir ibadetin altına girmek kasdı bulunmaktadır. Bu kasıtta meşakkat, asıl
değil tabi olmaktadır. Konumuz ise, meşakkatin kasıtta tabi kılınmaksızın esas
alınmasıyla ilgilidir. Ensardan olan sahabi ile ilgili hadiste de, kendisini
eziyet ve işkence altına sokma kasdı bulunduğuna dair bir delalet yoktur. Onda
bıilunan delalet sadece, sevabın büyük olması için mescidin uzaklığından doğan
meşakkate sabır kasdının bulunması hakkındadır. Bu anlamda olan diğer
rivayetlerde de durum aynıdır.
Evliyanın halleri ile ilgili
olarak öne sürülen itiraza gelince, onların maksatları kendi nefislerinin
hazIarına yönelik düşünceleri tamamen atarak sırf Mabüdlarının hakkını yerine
getirmektir. Bunların davranışlarında, sadece nefislerini işkence ve sıkıntı
altına sokmayı, meşakkatlere göğüs germeyi kastettiklerini söylemek geçen ve
-inşaallah- ileride gelecek deliller sebebiyle doğru değildir.
Üçüncü olarak: İtirazda
kullanılan delil, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] ruhbanlığa özenmek suretiyle
nefislerini güçlük ve sıkıntıya sokmak isteyen kimseleri bu düşüncelerinden
alıkoyması delili ile tearuz teşkil etmektedir. Bilindiği gibi ashaptan
bazıları aşırılığa düşmüşler ve biri, ben her gün oruç tutacağım ve hiçbir
günümü oruçsuz geçirmeyeceğim, demiş; bir diğeri, ben her geceyi ibadetle
geçireceğim ve hiçbir zaman uyumayacağım, demiş; bir diğeri de, ben ise hiçbir
zaman kadınlarla beraber olmayacağım ... demişti. Hz. Peygamber [s.a.v.]
onların bu tutumunu tepki ile karşılamış ve kendisinin bütün bunları
yaptığından söz etmişti. Sonunda da "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse,
o benden değildir" buyurmuşlardı. Başka bir hadiste de: "Hz.
Peygamber [s.a.v.] Osman b. Maz'ün'u ruhbanlık hayatından alıkoydu. Eğer ona bu
konuda izin verseydi, kendimizi hadım ettirirdik" denilmektedir. Hz. Peygamber
[s.a.v.] güneş altında ayakta dikilerek oruç tutma adağında bulunan kimseye
orucunu tamamlamasını, fakat güneş altında ayakta dikilmemesini emretmiştir.
Bir başka hadislerinde
ise: "Aşırılık gösterenler helak oldu" buyurmuşlardır. Onun
zorlaştırma ve aşırılık gösterıneyi yasakladığı şeriatta meşhurdur; hatta bu
şeriatta kesin bir prensip halini almıştır. Şari'in insanları sıkıntıya sokmaya
yönelik bir kasdı bulunmadığına göre, mükellefin böyle bir kasdı Şari'in kesin
olarak bilinen kolaylaştırma ve hafifletme kasdı ile çelişmiş olacaktır.
Mükellefin kasdının Şari'in kasdı ile çelişmesi durumunda, onun kasdı batıl ve
doğru olmayacaktır. Bu gayet açıktır. Başarı ancak Allah'tandır.
FASIL:
Geçen açıklamalardan bir
esas daha çıkar: O da şudur: İşlenmesine izin verilmiş fiiller -ki vacib,
mendub ya da mübah olabilirler- eğer bir meşakkate sebebiyet verirlerse,
bakılır: Bu meşakkat ya bu gibi fiillerde mutat olan türden olur; ya da mutat
türden olmaz. Eğer mutat türden ise, bu konu üzerinde durmuş olduk ve o
fiillerin içermiş oldukları meşakkat dolayısıyla istenilmediklerini gördük.
Eğer meşakkat, mutadın üzerinde ise, o durumda bu tür meşakkatin de Şari'ce
kastedilmiş olmayacağı öncelikli olarak bilinir. Bu durumda bakılır: Bu
meşakkatler ya kulun bizzat kendi fiili ve iradesi sebebiyle meydana gelmiştir;
ya da öyle değildir.
Eğer kulun kendi fiili
ve iradesi sebebiyle meydana gelmişse, aslında
bu şer'an yasaktır ve
şeriatta böyle bir meşakkat içeren fiille Allah'a kullukta bulunma gibi bir şey
yoktur. Çünkü Yüce Allah, işlenilmesıne izin verdiği fiillerde güçlük ve
sıkıntı (harac) murad etmemektedir. Buna, güneş altında ayakta dikilerek oruç
tutmayı nezreden kimsenin durumunu örnek verebiliriz. Bu yüzdendir ki İmam
Malik, Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
ona, orucu nu
tamamlamasını, oturmasını ve gölgelenmesini emretmesi hakkında şöyler demiştir:
"Hz. Peygamber [s.a.v.] ona, Allah için taat olan şeyi tamamlamasını
emretti, Allah için masiyet (günah) olan şeyi de ona yasakladı." Çünkü
Yüce Allah, nefislere işkence edilmesini, ne kendisine yaklaşılacak bir yol, ne
de kendi katında bulunan şeylere ulaşılabilecek bir vasıta kılmamıştır. Bu
açıktır. Ancak bu yasaklama, meşakkate, işe girmesi sebebiyle maruz
kalmasıyoluyla değil, onu kendi üzerine doğrudan getirmesi durumu şartına
bağlıdır. Aynen misalde olduğu gibi. Bu konuda hüküm açıktır.
Ama, meşakkat amele tabi
durumda olursa, mesela mutadın üzerinde bir meşakkat altına girmeksizin oruç
tutamayacak veya ayakta namaz kılamayacak bir hastanın, yürüyerek ya da binerek
hac yapamayacak bir hacı adayının durumunda olduğu gibi, işte bu tür
meşakkatler, Yüce Allah'ın haklarında "Allah sizin için kolaylık diler,
zorluk dilemez"[Bakara 185] buyurduğu kısımdan olmaktadır ve bu kısım
hakkında ruhsatlar meşru kılınmıştır.
Ancak, böyle bir
meşakkatle karşı karşıya kalan bir kimse, ruhsatla amel ederse; tamam, buna
hakkı vardır ve bunu sırf kendi nefsinin bir hazzı olarak yapmış olabileceği
gibi, Rabbi tarafından gelen bu izni kabul etmiş olmak için de işlemiş
olabilir. Yok ruhsatla am el etmeyecek olursa, o zaman karşımıza iki durum
çıkar:
a) Kesin ya da zan
ölçüsünde nefsine, bedenine veya aklına ya da davranışlarına bir bozukluk arız
olacağını ve bundan da sıkıntı ve güçlük duyacağını bilmesi ve bu yüzden de o
amelden hoşlanmaması. Bunun mükellefle ilgisi yoktur. Bu durumu kesin ya da zan
ölçüsünde bilmese, fakat amele başlar başlamaz bunların kendisi için ortaya
çıkması durumu da aynıdır. Bunun hükmü kendisini tedirgin eden şeyi
yapmamasıdır. "Yolculuk sırasında oruç tutmak, iyilik ve takvadan
değildir" buyruğu bu gibi durumlarla ilgili olmaktadır. Hz. Peygamber'in,
yemek hazırken veya sıkışık vaziyette iken namaz kılmayı yasaklaması,
"Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez" buyurması ve tam hakkı verilerek
işlenemeyecek amellere girişilmesini yasaklayan benzeri diğer hadisleri bu
meyanda örnek olarak hatırlayabiliriz. Çünkü Şari'in kasdı, kulun fiilinin her
türlü şaibeden uzak olarak korunması ve onların sürekli kılınması olmaktadır.
Böylece kulun yükümlülük ilmeğine girmesinin, onun en müsait bir zamanında
olmasının temini amaçlanmıştır.
b) Kendisine böyle bir
zararın gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan ölçüsünde bilmesi; bununla birlikte
amelde mutadın üstünde bir meşakkatin bulunması. Bunlar hakkında da genelde
ruhsatlar meşru kılınmış olmaktadır. Bu konudaki tafsilat hükümler bahsinde ele
alınır. Burada dikkate alınan illet (gerekçe) şudur: Aşırı meşakkat, sıkıntı
doğuran bir şeydir; hatta meşakkatin bizzat kendisi zaten sıkıntı ve güçlük
(harac) demektir. Kişi bunlara, her ne kadar sabır ve tahammül gösterebilirse
de, bunlar aslında adeten sabır ve metanet gösterilemeyecek ölçüde olan
meşakkatlerdir. Bu itibarla dikkate alınırlar.
Ancak burada bir üçüncü
durum daha karşımıza çıkmaktadır: Bu kısımda da meşakkat mutat değildir, ancak
bazı insanlara nisbetle mutat gibi bir hal almaktadır. Böyle olan nice şeyler
vardır. Çünkü kendisini Allah'a adamış ve uzlete çekilmiş, yükümlülükleri
yerine getirme konusunda bütün gayretlerini ortaya koymuş abidler ve hal ehli
böyle bir özellik kazanmışlardır ve üstlendikleri taat yolunu (ağırlığına
rağmen) göğüslemişlerdir. "Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yardım
isteyin. Huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir''[Bakara 45]
ayetini ele alalım. Dikkat edilirse bu ayette namazın mükellefe ağır gelen bir
yükümlülük olduğu belirtilmiş, ancak bundan huşu sahipleri istisna edilmiştir.
Bıi huşu sahipleri ki, onların önderleri bizzat Hz. Peygamber [s.a.v.]
olmaktadır. Onun için namaz gözaydınlığı idi; öyle ki dünya meşgaleleriyle yorulduğu
zaman dinlenmek için namaza sığınırdı; ayakları uyuşuncaya kadar kıyamda
dururdu. Onun hali böyle olunca, elbette onun varisleri durumunda olanlar da
onun bu özelliklerinin bereketinden bir şeyler elde edeceklerdir.
Bu kısım, üzerinde biraz
daha fazla nefes tüketmeyi gerektiren bir konu olmaktadır. Çünkü bu konu,
şeriatta güçlü temelleri bulunmasına rağmen ihmal edilmiş ve onun üzerinde söz
eden az olmuştur.
FASIL:
Mükelleften güçlük ve
sıkıntı kaldırılmıştır, Bunun iki gerekçesi vardır:
a) Mükellefin teklif
yolunda ilerlemeden kesilmesi, ibadetleri sevmemesi ve yükümlülükten nefret
etmesi endişesi. Bu gerekçenin altına, onun bedenine, aklına, malına ya da
davranışlarına bir bozukluğun arız olabileceği endişesi de girebilir.
b) Kula yönelik çeşitli
yükümlülükleri n çok ve bir anda bulunması durumunda onları gereği gibi yerine
getirememesi endişesi. Mesela, mükellefin ailesine, çocuklarına bakması ve
bunların yanında çeşitli yükümlülüklerle karşılaşması gibi. Mümkündür ki, bazı
işlerle meşguliyet, diğer yükümlülükleri n ihmalini doğuracaktır. Bazen de
aşırı bir gayretle bütün yükümlülükleri yerine getirmeye çalışacak, fakat buna
güç yetiremeyecek ve bu kez hiçbirisini tam olarak yapamayacak, hepsi de yarım
yamalak kalacaktır.
Şimdi birinci kısmı ele
alalım: Yüce Allah bu kutlu şeriatı hoşgörü ve kolaylık esasları üzerine kurulu
haniflikle göndermiş, kulların kalbini ona karşı nefret duygularından korumuş
ve onu mükelleflere sevdirmiştir. Eğer onlar hoşgörü ve kolaylık esaslarına
ters düşecek şekilde amel etselerdi, o zaman yükümlü oldukları hususlarda işe
yarar amel ortaya koyamazlardı. Bu konuda: "Bilin ki, içinizde Allah'ın
peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz
sıkıntıya düşerdiniz; ama Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel
göstermiş; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve baş kaldırmayı size iğrenç
göstermiştir"[Hucurat 7] ayetini ele alalım: Bu ayette Yüce Allah,
kolaylaştırmak ve hoş göstermek suretiyle imanı bize sevdirdiğini, onu bu şekilde
ve karşılığında mükafat vereceği va'diyle bizim kalplerimizde süslediğini
bildirmektedir.
Hadiste de şöyle
buyrulmuştur: "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri
yapmaya çalışın. Çünkü
siz usanmadıkça, Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacaktır. "
Ramazan gecelerinin ihya edilmesi ile ilgili olarak da: "(Allah'a hamdden)
sonra, ey insanlar! Bana sizin durumunuz gizli değildir (sizin iştiyakınızı
biliyorum). Ama gece namazının (teravih) üzerinize farz kılınmasından ve sizin
de ona güç yetirememenizden korktum" buyurmuştur. Havla bt. Tuveyt hadisi
de şöyle: Hz. Aişe validemiz, Hz. Peygamber'e [s.a.v.]: "Şu Havla bt.
Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumazmış" dedi. Hz. Peygamber [s.a.v.]
"Gece uyumaz mı?! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin, çünkü siz
usanmadıkça, Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacaktır" buyurdular.
Enes hadisi de şöyle: Hz. Peygamber [s.a.v.] birinde mescide girmişti. Orada
iki direk arasına uzunlamasına bağlanmış bir ip vardı. Hz. Peygamber [s.a.v.]:
"Bu ne?" dedi. Orada bulunanlar: "Zeyneb'in ipi. Namaz kılarken
yorulduğunda ona tutunur" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.]:
"Onu çözün. Sizden biriniz zinde oldukça namaz kılsın. Tembellik ya da
gevşeklik hissettiğinde otursun" buyurdu. Kıldırdığı namazı çok uzattığı
için Muaz'a: "Muaz! Sen fitneci misin?!" diye çok sert çıkışmış ve:
"İçinizde insanları nefret ettirenler var. Sizden biriniz başkalarına
namaz kıldırdığı zaman hafif tutsun; çünkü onlar içerisinde zayıf, yaşlı ve
iş-güç sahibi olanlar vardır" buyurmuştur. Ümmetine acıması sebebiyle
visal orucunu yasaklamıştır. Adakta bulunmayı yasaklamış ve: "Allah onunla
cimriden bir şeyler çıkarır ve o (adak) Allah'ın kaza ve kaderinden hiçbir şey
değiştiremez" buyurmuşlardır. Bütün bu örnekler, daha önce geçen ve aklen
kavranılması mümkün olan usanç verme, sıkılma, acze düşme, ibadetten nefret
etme ve hoşlanmama gibi sebeplere dayanmakladır (muallel). Hz. Aişe
validemizden Hz. Peygamber [s.a.v.] efendimizin şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Şüphesiz bu din metindir. Ona yumuşaklıkla girin ve
nefislerinize Allah'a kulluğu sevimsiz hale getirmeyin; çünkü acele eden ne yol
alabilir ne de binek bırakır. " Hz. Aişe şöyle der. Hz. Peygamber [s.a.v.]
acıdığından dolayı ashaba visalorucunu yasakladı. Onlar: "Siz visalorucu tutuyorsunuz"
diye de sorduklarında onlara: "Şüphesiz benim durumum sizinki gibi
değildir. Ben gecelerim de Rabbim beni yedirir ve içirir (siz ise böyle
değilsiniz)" buyurdu.
Bütün bunlardan şu
netice çıkıyor: Buradaki yasaklar Şari'ce gözönünde bulundurulan ve akılla
kavranılabilen sebep (illet) yüzünden olmaktadır. Durum böyle olunca, yasak
illetle birlikte var ya da yok olacak demektir. Hz. Peygamber'in [s.a.v.] illet
olarak gösterdiği şey bulununca, yasak da ona yönelik olarak bulunacaktır;
illet bulunmadığı zaman da yasak ortadan kalkacaktır. Çünkü insanlar bu
meydanda iki grupturlar:
BİRİNCİ GRUP: Bu gruptan
olan insanlarda, fiili işleme sırasında mutat üstü olan bu meşakkat hemen
etkisini gösterir ve o fiilin ya da başkasının fesadına etki eder ya da kişide
ona karşı bir sıkıntı ve usanç doğurur; o işi işlemeye karşı bir tembellik
meydana getirir. Genelde mükelleflerin çoğunun durumu böyledir. Bu gibi
meşakkat içeren amellerin olduğu şekliyle işlenmemesi ve eğer terkedilmesi
şer'an caiz olmayan amellerden ise şeriatın getirdiği doğrultuda ruhsatların
kullanılması, terki caiz olan şeylerden ise tümden terkedilmesi uygun
olacaktır. Yukarıda geçen delillerin gerekçeleri (ta'lil) bunu
gerektirmektedir. Buna, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] şu hadislerini delilolarak
kullanabiliriz: "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez";
"Şüphesiz nefsinin de üzerinde hakkı vardır; eklinin de üzerinde hakkı
vardır. " Hz. Peygamber [s.a.v.] bu sözlerini, devamlı oruç tuttuğu haberi
kendisine ulaşan Abdullah b. Amr b. As'a söylemiş ve onun ağır yükler altına
girmemesi için tavsiye de bulunmuştur. Devam ettiği bu ibadet, yaşlılık
sebebiyle ağır gelmeye başlayınca Abdullah': "Keşke Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] ruhsatını kabul etseydim" diye temennide bulunmuştur.
İKİNCİ GRUP: Mutat dışı
güçlük içermesine rağmen kendilerine ağır gelmeyecek, usanç ve tembellik
göstermeyecek türden olan insanlar. Bu türden olan insanlara, mutat üstü
meşakkat içeren ameller, içermiş oldukları meşakkatlerden daha baskın gelen bir
motif, onları kolay hale dönüştüren bir saik ya da amele karşı duyulan aşırı
bir iştiyak veya ondan alınan bir haz ... sebebiyle ağır gelmemekte, aksine
başkaları için çok ağır iken bunlara hafif gelmekte, sözkonusu olan meşakkat
bunlar için meşakkatlikten çıkmakta, dahası bu tür amellere giriştikçe, onların
sıkıntılarına göğüs gerdikçe daha çok huzur ve ferahlık hissetmekteler veya
tedirgin edici ve iç tırmalayıcı etkenlerin tesirinden kendilerini
korumaktadırlar. Mesela, hadiste Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Bilal! Bizi
ferahlat" buyurmuş, başka bir hadiste de: "Bana dünyanızdan üç şey
sevdirildi ... Gözümün aydınlığı namazda kılındı" buyurmuştur. Gece
ayakları şişinceye ve bacakları uyuşuncaya kadar kıyamda durması sonucunda da
(kendisine "Niye bu kadar kendinize eziyet ediyorsunuz? N asılolsa sizin
gelmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedilmiştir" diye soranlara):
"Rabbime karşı çok şükreden bir kulolmayayım mı?" demiştir.
Kendisine: "Ya Rasulallah! Öfke halinde de, rıza halinde de sizin
sözlerinizi alalım (yazalım) mı?" diye sorduklarında: "Evet!"
buyurmuşlardı. Halbuki o, bizim hakkımızda "Kadı, öfke halinde iken hüküm
veremez" buyurmuştu. Bu her ne kadar Hz. Peygamber'in [s.a.v.] kendisine
ait bir husus ise de, diğerleri hakkında da delilolmaya elverişlidir. Amellerde
meşakkatlere katlanma ve onlara karşı devamlı sabır gösterme ile ilgili bu
manada delil çoktur.
Bu konuda sahabe, tabiin
ve onları takip eden nesillerden gelen ve ilim, hadis rivayeti ve ictihad
mertebesine ulaşıp kendilerine tabi olunan kimselerden gelen haberler delilolarak
yeterlidir. Bunlar içerisinden Hz. Ömer, Hz. Osman, Ebu Musa el-Eş'ari, Said b.
Amir, Abdullah b. ez-Zübeyr'i; tabiin neslinden Amir b. Abdikays, Üveys,
Mesruk, Said b. el-Müseyyeb, el-Esved b. Yezid, er-Rebi b. Huseym, Urve b.
ez-Zübeyr, Kureyş'in zahidi diye ün yapan Ebu Bekir b. Abdurrahman, Mansur b.
Zadan, Yezid b. Harun, Hüşeym, Zirr b. Hubeyş, Ebu Abdirrahman es-Sülemi ve
isimlerini saydığımızda uzayıp gidecek daha pek çok simayı bunlara misal olarak
hatırlayabiliriz. Bunlar yaşadıkları bu halleriyle sünnete tabi olmuş ve onun
sınırlarını korumuş kimselerdir.
Rivayet edildiğine göre
Hz. Osman yatsı namazını kıldıktan sonra vitre kalkar ve onda bütün Kur'an'ı
okurdu. Nice kimseler vardı ki, şu kadar sene yatsı namazının abdesti ile sabah
namazını kılmışlar, şu kadar sene durmadan oruç tutmuşlardı. Rivayete göre İbn
Ömer ile İbn ez-Zübeyr visal orucu tutarlardı. İmam Malik dehir orucunu (ömür
boyu tutu-
lan oruç) caiz görmüştü.
Üveys el-Karni, sabaha kadar gecesini ihya eder
ve: "Bana ulaştığına
göre, Allah'a ebediyen secde halinde bulunan Allah'ın kullan varmış"
derdi. Benzeri bir rivayet Abdullah b. ez-Zübeyr'den de gelmiştir. Esved b.
Yezid, nefsini oruç ve ibadet içerisinde yorardı; öyle ki, sonunda benzi solar
ve vücudu sararırdı. Alkame kendisine: ''Yazık sana!
Bu bünyeye niçin işkence
ediyorsun?" dediğinde: "Durum çok ciddi!" diye karşılık verirdi.
İbn Sirin'in anlattığına göre, Mesrükun hanımı: "Mesrük, ayakları
şişinceye kadar namaz kılardı. Ben bazen arkasına oturur ve kendisine yaptığını
gördüğüm şeylerden dolayı ağladığım olurdu" demişti. Şa'bi şöyle nakleder:
Şiddetli sıcak bir günde, Mesrük oruçlu iken bayılmıştı. Kızı kendisine:
"Orucunu boz!" dedi. Mesrük kızına: "Bunu benden niçin
istiyorsun?" dedi. O: "Acıdığımdan!" diye cevap verdi. Mesrük:
"Yavrucağızım! Ben de, süresi elli bin gün olan bir gün için nefsime
acıdığımdan bunu yapıyorum" diye karşılık verdi.
Önceki nesillerden olup
da, herkesin tahammül edemeyeceği ve ancak Allah'ın bu iş için seçmiş olduğu
kimselerin tahammül gösterebileceği zor işlerin -ki bu işler de onlar için
seçilmiş oluyordu- üstesinden gelebileceği pek çok örnek bulunmaktadır. Onlar
bu halleriyle sünnete ters düşmüş değillerdi. Aksine "es-sabikin
el-evvelin" yani ilk ve öncülerden sayılmışlardı. -Allah bizi de onlardan
kılsın!- Çünkü zorluk ve meşakkat içeren amellerin yasaklanmasını gerektiren
illet, bunlar hakkında mevcut değildi. Dolayısıyla onlar için bu tür amellerin
yasak olmasını gerektirecek bir unsur mevcut değildi. Nitekim "Kadı, öfke
halinde iken hüküm veremez" buyruğu karşısında bakıyoruz. Burada yasağın
sebep ve illeti, zihnin meşguliyetinden dolayı delillerin tam olarak
değerlendirilememesi olmaktadır diyor ve bu hükmü illetin bulunduğu zihni
meşgul edecek her şeye teşmil ediyoruz. Bu illetin bulunmadığı şeylere ise
şamil kılmıyoruz. Hatta öyle ki, kadı zihnini meşgul etmeyecek derecede az
öfkeli olursa, davaya bakabilir diyoruz ki, bu anlayış doğru ve yerinde bir
yaklaşım olmaktadır.
Birinci gruptan olan
kimselerin durumu, ziyadesiz İslam'ın normal hükümleriyle ve iman gereğiyle
amel etmek olmaktadır. İkinci gruptan olanlar ise, kendisine galebe çalan
korku, ümit ya da sevginin itmesiyle hareket eden kimseye benzemektedirler.
Korku itici bir kırbaçtır; ümit çekici bir öncüdür; sevgi ise sürükleyici bir
akımdır. Korku duyan kimse, meşakkatin bulunmasına rağmen ameli işler, şu kadar
var ki, daha ağır olan şeylerden duyulan korku, meşakkatli de olsa nisbeten
daha hafif olan şeylere tahammül gösterilmesine iter. Ümitvar olan kimse de meşakkate
rağmen o işi yapar; şu kadar var ki, eksiksiz bir rahata ulaşacağına olan
ümidi, kişiyi mükemmel bir yorgunluğa tahammüle sevkeder. Seven insan,
sevdiğine duyduğu iştiyakla bütün gayretini sarfederek çalışır ve bunun
sonucunda zor olan kendisine kolay gelir; uzak yakın olur; gücünü kuvvetini
tüketir, buna rağmen sevginin hakkını vermiş, nimetin şükrünü yerine getirmiş
olduğunu düşünmez; ömrünü bu uğurda tüketir, fakat arzusunu yerine getirdiğini
düşünmez. Kişinin nefsi, aklı ya da malı için duyduğu endişe de aynı şekilde,
buna sebebiyet verecek amellerin işlenmesine, eğer kişinin tercihine bırakılmış
ise, engelolur. Yok yapılması gereken hususlardan ise, o zaman da ruhsatlar
getirilir ve böylece meşakkat içerisinde meydana gelmemesi istenilir. Çünkü meşakkatin
ve bunun neticesinde bedeni, aklı ya da malı hakkında bir endişe duyması, -daha
önce de geçtiği gibi- insanın içini tırmalar ve huzurunu kaçırır.
Ancak, bu vaziyette iken
yani nefsine ya da bir organına veya aklına bir zarar gelmesi korkusu altında
işlenen amel, buna rağmen acaba yeterli olur mu? Yoksa olmaz mı? Bu konunun
üzerinde durulması gerekir ve konuyla ilgili "gasbedilen
yerde kılınan
namaz" meselesinden ipuçları çıkarılabilir: Eğer telef olma korkusu varsa,
oruç tutmasının menedileceğine dair İmam Malik ve İmam Şafii'den nakil
bulunmaktadır.
Bu durumda tutacağı
orucun da yeterli olmayacağını belirtmişlerdir. Yine telef olma korkusu
bulunduğunda, su ile gusül ve abdest almaktan men edileceği ve teyemmüm alması
gerekeceği nakledilmiştir. Hastalanma ya da malın telef olması korkusunun
bulunması halinde ise ihtimal bulunmaktadır. Bu konuda yasaklamaya
gidileceğinin dayanağı "Nefislerinizi öldürmeyiniz"[Nisa 29] ayeti
olmaktadır.
Sözü geçen şeylerle
benzerlerinin yasaklanmış olması, korku sebebiyle olduğuna ve bizzat o
ibadetlerin işlenmesine yönelik bir cihetten olmadığına göre, iki durum
arasında fark bulunacaktır. Çünkü namazdan soyutlanarak ele alındığında, nefsin
tahammül edemeyeceği bir meşakkat doğuracak bir am elin yasaklanması makuldür.
Öbür taraftan meşakkat dikkate alınmaksızın sadece namazın emredilmiş olması da
makuldür. Dolayısıyla mesele hakkında iki bakış açısı olacaktır.
Konuya bir başka
kaideden daha yaklaşılabilir: Şöyle ki: Acaba Şari'in meşakkatin kaldırılmasına
yönelik kasdı, Allah hakkı olduğu için midir?
Yoksa kul hakkı olduğu
için midir? Eğer Allah hakkı olduğu içindir dersek, o zaman Şari'in meşakkatin
kaldırılmasını istediği her yerde yasaklama (men) hükmünü kabul etmemiz
gerekir. O dinde güçlüğü kaldırmışken, güçlük ve meşakkat içeren ameller
içerisine girilmesi, O'nun maksadına ters düşer; dolayısıyla bu tür amellerin
menedilmesi gerekir. Eğer, kul hakkı içindir dersek, o zaman kul kendi hakkını
Allah için düşürecek olursa, acaba yapacağı ibadeti sahih olur mu? Bu durumda
böyle bir ibadetin kesin olarak menedilmeyeceği anlaşılmaktadır.
Bu ikinci durumu
destekleyen hususlar vardır:
(1) "Nefislerinizi öldürmeyiniz"[Nisa
29] ayeti. Bu ayet işaretiyle yasağın kullara acı ma yönünden olduğunu
göstermektedir ve buna ayetin sonundaki "Şüphesiz ki Allah size karşı çok
merhametlidir" ifadesi delalet etmektedir. Yüce Allah bununla, kullarına
daha uygun olduğu için onlardan güçlük ve sıkıntının kaldırıldığına işaret
etmiştir. Aynı şekilde "Biz seni ancak alemlere rahmet olman için
gönderdik"[Enbiya 107] ayeti ile benzeri, şeriatın kulların masIahatları
için konulmuş olduğuna delalet eden diğer nasslar bu hususta delilolmaktadır.
(2) Daha önce geçen ve güçlük ve sıkıntının
(harac) kaldırılmış olduğunu, kolaylığın istenildiğini gösteren deliller. Yasak
sadece güçlük ve meşakkatin bulunduğu varsayımına dayalı olarak gelebilir. Eğer
bazılarına göre bu güçlük ve meşakkatin kalktığı ve bulunmadığı farzedilecek
olursa, o zaman yasak da kalkar. Konumuza ışık tutan ve bunun böyle olduğunu
gösteren hususlardan biri de, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] ayakları uyuşuncaya ya
da şişinceye kadar kıyamda durmasıdır. İbadet bu sınıra ulaştığı zaman, mutlaka
zorlaşır ve sıkıntıya dönüşür. Ancak Allah'a kulluk yolunda acı, sevenler için
tatlı gelir. Hz. Peygamber [s.a.v.] onların önderidir. Dolayısıyla onun
peşinden gelen ve böylesi davranışlara girenler hakkında da durum aynı olur.
Seleften aynı şekilde fazla ağlamaktan dolayı gözlerini kaybedenlerin bulunduğu
rivayetleri bulunmaktadır. Hasan b. Arfe şöyle anlatır: Yezid b. Harun'u
Vasıt'ta gördüm: En güzel gözlere sahipti. Sonra onu tek gözlü olarak gördüm,
daha sonra onu gördüğümde her iki gözü
de gitmişti. Kendisine:
"Ey Ebu Halid! O güzelim gözlere ne oldu?" diye sordum. Bana:
"Onları seher vakti ağlamaları götürdü" diye cevap verdi.
Seleften nakledilen ve
mutlak anlamda meşakkatlere göğüs gerdiklerini, güçlük ve sıkıntıların altına
girdiklerini belirten rivayetler bu hususu güçlendiren unsurlardandır. Şu halde
netice olarak diyebiliriz ki: Bu konuda Allah hakkını galebe çaldıran kimseler
mutlak surette yasaklama (men) cihetine gitmişlerdir. Kul hakkı tarafının ağır
bastığını görenler ise, mutlak surette men cihetine gitmemişler, tercihi kulun
kendisine bırakmışlardır.
FASIL:
Güçlük ve sıkıntının
(harac) kaldırılmış olmasının ikinci gerekçesine gelince; mükellef, mutlaka
yapılması gereken ve kaçınılması mümkün olmayan şeri ameller ve görevlerle
memurdur ve bunlarda mevcut bulunan Rab Teala'nın hakkını yerine getirmek
durumundadır. Eğer mükellef güç fiiller içerisine girerse, bu onu diğer
yükümlülüklerinden alıkoyar. Özellikle de başkalarının haklarının taalluk
ettiği konularda. Bu durumda kulun içerisinde bulunduğu ibadeti ya da ameli,
onu Allah Teala'nın kendisini yükümlü tuttuğu diğer görevlerinden alıkor ve
onlar hakkında kusur gösterir. Neticede bu haliyle o mazur değil, kınanmış
olacaktır. Çünkü mükelleften istenilen şey, yükümlülüklerinin hepsini tam
olarak ve içlerinden hiçbirini ve hiçbir zaman ihlale uğratmaksızın yerine
getirmesidir.
Buhari, Ebu Cuhayfa'dan
rivayeteder: Hz. Peygamber [s.a.v.] Selman ile Ebu'd-Derda arasında kardeşlik
kurmuştu. (Birinde) Selman, Ebu'd-Derda'yı ziyaret etmişti. Ümmü'd-Derda'yı -ki
Ebu'd-Derda'nın hanımı oluyor- gördü. Kadının pejmürde bir hali vardı. Ona:
"Bu halin ne böyle?" diye sordu. Kadın da: "Kardeşin Ebu'd-Derda
var ya, onun dünya ile hiçbir ilgisi yok" diye cevap verdi. Sonra
Ebu'd-Derda geldi ve yemek yaptı ve Selman'a: "Buyur sen ye, ben
oruçluyum" dedi. Selman: "Sen yemedikçe ben de yemeyeceğim"
dedi. Bunun üzerine Ebu'd-Derda yedi. Gece olunca Ebu'd-Derda kalkıp ibadet
etmek istedi. Selman ona: "Uyu!" dedi. O da uyudu. Sonra yine kalkmak
istedi. Selman: "Uyu" dedi. Gecenin sonuna doğru yaklaşılınca Selman:
"Şimdi kalk!" dedi ve kalkıp namaz kıldılar. Sonra Selman ona:
"Şüphesiz senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin üzerinde hakkı
vardır, ailenin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver" dedi.
(Ebu'd-Derda) Hz. Peygamber'e [s.a.v.] gelip durumu haber verdi. Hz. Peygamber
[s.a.v.] ona: "Selman doğru söylemiş" buyurdu.
Hz. Peygamber [s.a.v.]
Muaz'a: (Üç defa) "Sen fitneci misin? A'la, Şems, Leyl surelerini okuyarak
kıldırsaydın ya! Çünkü arkanda zayıf, yaşlı ve işgüç sahibi olanlar
vardır" buyurdu. Bu hadisede şikayetçi olan kimse, iki devesiyle birlikte
Muaz'a uğrayan bir kimse idi. Gece (sabaha) yüz tutmuştu. Develerini bıraktı ve
Muaz'ın yanına gitti (ve onunla birlikte namaza durdu). Muaz, Bakara ve Nisa
süresini okumuştu. Adam bunun üzerine şikayetçi 0lmuştu. Keza Hz. Peygamber
[s.a.v.,]: "Ben namazı uzatmak istiyorum, fakat bir çocuğun ağladığını
işitiyorum ve bu yüzden namazı kısa tutuyorum" buyurmuştu. Rivayete göre
Muhammed b. Salih, kendisini Allah'a verenlerin tekkelerine, abidlerin uzlet yerlerine
girmişti. Çok şiddetli şekilde ağlayan bir adam görmüştü. Ağlamasının sebebi,
gece namazını fazla uzattığından dolayı sabah namazını cemaatle kılamamasıydı.
Sonra bazı am ellere
kendisini kaptıran kimse, cihad ve benzeri kendisine ihtiyaç duyulacak
amellerden geri kalır. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber [s.a.v.], Davud [a.s.]
hakkında: "Birgün oruç tutar, bir gün de tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı
zaman asla kaçmazdı" buyurmuştur.
İbn Mes'üd'a: "Sen
az oruç tutuyorsun" demişlerdi. O: "Oruç beni Kur'an okumaktan
alıkoyuyor. Kur'an okumak benim için oruç tutmaktan daha sevimlidir" diye
cevap verdi. Buna benzer bir durum da Iyaz tarafından İbn Vehb'ten
nakledilmiştir. O, arafe günü asla oruç tutmayacağına dair yeminde bulunmuştu.
Çünkü bir gün oruçlu iken vakfede bulunmuştu. Hava çok sıcaktı ve bunalmış, zor
duruma düşmüştü. Öyle ki, kendi ifadesine göre herkes rahmeti beklerken o da
iftarı beklemeye başlamıştı. İmam Malik, bütün geceyi ihya etmeyi mekruh görmüş
ve: "Bu durumda o, uykuya yenik düş eb ilir (ve sabah namazını
kaçırabilir). Hz. Peygamber [s.a.v.] bu konuda da kendisine uyulacak en güzel
örnektir." Sonra ilave ederek: "Eğer sabah namazına bir zarar
vermeyecek se bunda bir sakınca yoktur. Ama sabah namazına uyuyarak gelecekse
hayır. Ama uyur halde değil de, uyuşukluk hali bulunursa, bunda bir sakınca
yoktur" demiştir. Amele dalmak sonucunda yasağın illeti ortaya çıkıyor ve
bu normal yükümlülüklerinin yerine getirilememesine sebep oluyorsa, keza
tembelliğe, terke ve ibadetlerden nefrete götürüyorsa, kısaca illet bulunuyarsa
ya da beklenti halinde ise, o amel yasaklanmıştır. Eğer bu sayılan şeyler
bulunmuyorsa, o zaman o amele kendisini vermesi güzel bir şeydir. Bu durumda o
amele kendisini vermekle birlikte diğer yükümlülüklerini de yerine
getirebilmesinin sebebi daha önce anlattığımız, korku, ümit ya da sevgi
motiflerinin kendisine baskın gelmesidir.
İTİRAZ: Bir insanın bir
amele girmesi ve kendisini bütünüyle ona vermesi durumunda -korkunun iticiliği,
ümidin çekiciliği ya da sevginin sürükleyiciliği gibi motifler bulunsa bile-
normal yükümlülüklerini yerine getirmesi mümkün değildir. Mesela, geceleri ihya
edip, gündüzleri oruçla geçiren bir kimsenin ailesi ile ilişkide bulunabilmesi
ve onun hakkına riayet etmesi; sürekli oruç tutmakla birlikte ailesinin nafakasını
temin için çalışabilmesi veya cihad görevini tam olarak yapabilmesi; yine
sürekli namaz kılan bir insanın diğer insanlara yardımda bulunabilmesi,
çaresizin imdadına yetişebilmesi, onların ihtiyaçlarını gidermesi ve benzeri
işlerde bulunması mümkün değildir. Hatta bunlardan birçoğu, diğer yükümlülük
konusu amellerle bir arada bulunamayacak şekilde çelişki arzederler. Bazen
çelişki bulunmaz ama, birbirine etki ederler. Mükellefin boynuna binen ve
yerine getirmek mecburiyetinde olduğu hakların çok olduğu bilinmektedir. Bu
durumda bütün bu hakların tamamını ya da en azından çoğunu nasıl yerine
getirecektir. Bu yüzdendir ki hadiste şöyle gelmiştir:
"Bu din kolaylık
dinidir. Hiçbir kimse yoktur ki, bu din hususunda (amellerim eksiksiz olsun
diye) kendisini zorlasın da din, ona galebe etmesin (ve ezilip büsbütün amelden
kesilmesin). Öyle olunca ortalama gidin ... " Hem sonra, bu gibi şeylerin
erbab-ı hal (evliya) ve dünyevi hazIarından kendilerini soyutlayanlar için
mümkün olduğunu kabul etsek bile, bunları isbat, onları elde etme için koşturma
ve talepte bulunma ile birlikte durum nasılolacaktır?
CEVAP: Daha önce de
geçtiği gibi insanlar iki kısımdır:
(1) HazIarına düşkün kimseler: Bu tür insanların
mutlaka şer'an kendilerine izin verilen çerçevede hazIarını elde etmeleri,
ancak bunu yaparken yükümlülüklerini ihlal etmemeleri gerekir.
Bunlara nisbetle, ruhsat
verilmesi gereken yerlerde ruhsat verilmemesi durumunun, şer'an daha büyük
mefsedetlere götürecek olduğunu, mübah olan alışkanlıklarının kesilmesi
neticesinde haramlara düşebileceklerini görmekteyiz. Öbür taraftan mutlak
hazIarın peşinden koşmanın kulluk boyunduruğundan çıkmak olduğunu da biliyoruz.
Çünkü başıboş olan kimse, kendi varlığındaki Şari'in gözettiği hikmeti unutur.
Bu ise büyük bir mefsedettir. İşte bu başıboşluğu kaldırmak içindir ki,
şeriatler gelmiştir. Öbür taraftan dı;ı. göklerde ve yerde ne varsa, hepsi
insanoğlunun emrine amade kılınmıştır.
Şeriatın getirdiği
mutlak hakikat, işte bu iki durumun arasını itidal ölçüsünde birleştirmek
olmuştur. Hazlar konusunda, herhangi bir vacibin ihlaline sebep olmayacak
olanlarını almış, terki durumunda sakıncalı (haram) bir duruma götürmeyecek
olanlarını da terketmiştir. Mendub ve mekruh konusunda da hazlar dengelenmiş;
eğer mükellefin mesela nikahta olduğu gibi, hazzı varsa o fiillerin işlenmesini
mendub; mekruh vakitlerde namaz kılmak gibi acilen bir hazzı bulunmayan
fiilleri de mekruh kabul etmiştir. Mükellef için içerisinde bir haz içermeyen
mendub ile bir haz içeren mekruh hakkında bakılır -buradaki hazdan hemen elde
edilen bir hazzı kasdediyoruz-: Eğer mendub ile hazzını terketmesi şer'an
mekruh bulunan bir şeye götürüyorsa, yahut daha büyük sevabı olan başka bir
mendubun terkine sebebiyet verecekse, bu durumda hazzını elde etmesi ve o mendubu
terketmesi daha uygundur. Örnekler: Kişinin, yabancı kadınlara arzu duymaya
sebebiyet verecek olan karısından istifadeyi terketmesi gibi. Nitekim buna:
"Sizden biriniz güzel bir kadın görür ve hoşuna giderse hemen ailesinin
yanına dönsün ... " hadisinde işaret buyrul muştur. Arafe günü oruç
tutmayı terketmek, kendisini Kur'an okumaya vermek için oruç tutmamak gibi.
Hadiste ise: "Siz, gerçek şu ki, düşmanınızı karşılamaktasınız. Oruç
tutmamanız daha güçlü olmanızı sağlayacaktır" buyrulmuştur.
İçerisinde mükellefe
yönelik bir haz bulunan bir mekruhun terki de aynı şekilde, daha büyük bir
mekruhun işlenmesine sebebiyet verecekse, bu durumda da daha hafif gelen mekruh
tarafı tercih edilecektir. Nitekim Gazzali şöyle der: "Şüpheli bir şeyin
yenilmesi ile anne ve babaya itaat karşı karşıya gelirse, anne ve babaya itaat
tarafı, şüpheli şeyden sakınma için gösterilecek takvaya üstün tutulmalıdır.
Çünkü şüpheli şeyin yenilmesinde nefis için bir haz vardır. Eğer o şey şüphe
içeriyorsa, o şeyden uzak durulması istenir ve onu yemesi mekruh olur. Ancak o
şeyin yenilmesinde anne ve babanın rızası bulunuyorsa, o zaman anne ve babanın
hoşnutsuzluğunu kazanmak gibi daha büyük bir mekruhun ortaya çıkmaması için
nefsin hazzı tarafı tercih edilir. İmam Malik'ten rivayet edilen:
"Şüpheli yollardan
rızık aramak, insanlara yük olmaktan daha güzeldir" sözü de bu türden
olmaktadır."
Kısaca diyebiliriz ki,
bu kısımdan olan insanlar için hazIar, amelleri karşı karşıya getirirler. Bu
durumda ameller arasında tercihe gidilir. Hangisi ağır basarsa, mükellef artık
onu işler ve diğerlerini bırakır. Bu cümlenin açıklanması, fıkıhta feri
meseleleri ortaya koyma hakkındaki fukahanın sözlerinin temelini
oluşturmaktadır.
(2) (Amelde mevcut bulunan nefislerine yönelik)
kendi hazIarını düşürmüş kimseler: Ameller arasında tercihte bulunma konusunda
bunların hükmü de, aynen birinci kısımdakilerin hükmü gibidir. Ancak
nefislerinde rağbet kalmama neticesinde bunların hazlarının düşmüş olması,
onların kulluktan kesilme ve ibadetlerden nefret etme gibi bir neticeye
düşmelerini önlemekte, haklar arasında tercihte bulunmada onları başarılı
kılmakta, başkalarının yapamayacakları amelleri yapabilecek güç ve kudrette
kılmaktadır. Bunun neticesinde bunlar, daha çok am el işleyebilmekte, hizmet için
daha geniş bir alan bulabilmektedirler. Başkaları için olağanüstü olan ve
gözlerinde çok büyütülen kalbi ve bedeni olan dini vazifeler bunlar için mümkün
olmaktadır. Ancak kulun yükümlü tutulduğu bütün mükellefiyetleri, yapması
mendub görülen herşeyi ortaya koymaları ise mümkün değildir. Bundan yasaklar
müstesnadır. Çünkü yasaklar mutlak anlamda terk ve amellerin istenilmemesi
olmakta, birşeyler işlemeyi gerektirmemektedir. Hiçbir şeyin yapılmamasını
istemek (en-nefyu'l-amm), meydana gelmesi mümkün bir şeydir; ama herşeyin
yapılmasını istemenin (el-isbatu'l-amm) vücut bulma imkanı yoktur. Bu kısımdan
olan insanların kendi nefislerine yönelik hazIarı düşmüş olunca, o zaman bunlar
için hakların karşı karşıya gelmesi sadece emir (ilahi hitap) açısından olmaktadır.
Mesela, "Nefsinin de senin üzerinde hakkı vardır" hadisini ele
alalım. Bu durumda olan kimselerin hakkı, zayıf ya da tamamen düşmüş
olmaktadır. Bunun sonucunda da diğerlerinin hakkı ona göre kendi hakkından daha
güçlü hal almıştır. Onun hakkı, dikkat edilmesi gereken şeylerin en sonunda
gelmektedir. Hazlar düştüğü zaman, ona halef olan şeyler onun yerini alacaktır,
çünkü hazzı talep için ayrılacak zaman boş kalmayacak ve onu pek çok amel
dolduracaktır. Emir doğrultusunda hazzının gereği olan ameli işlediği zaman
ise, ileride de geleceği gibi, bu da bir ibadet olacaktır. Dolayısıyla daha
önce adet olan şeyler bu insanlar için ibadet halini alacaktır. Bunlar kendi
nefisleri (hazIarı) yönünden düşmüş, fakat -diğer ibadetlerde olduğu gibi- emir
yönünden sabit olmuşlardır. İşte bu noktadan hareketle, kendi nefsi hazlarını
düşüren insanlar, insanların en abi di olmuşlardır. Hatta bunların amellerinin
büyük çoğunluğu vacib hükmüne dönüşmüş olmaktadır. Bu konu geniş bir alandır.
Yeri burası değildir.
FASIL:
Buraya kadar
anlattıklarımız, izin verilmiş -vacib, mendub, mübaholup da, işlenmesi
sırasında meşakkatlere sebebiyet veren amellerle ilgili idi. Eğer meşakkate
sebebiyet veren ameller, bir de izin verilmiş türden olmazsa, o durumda böyle
bir sebebiyet vermenin önüne geçileceği konusu gayet açık olmaktadır. Çünkü bu
durumda kişi, yasağın işlenmesi yanında, ayrıca bir de kendisini sıkıntı ve
meşakkat altına sokmaktadır.
Ancak, bazen şeriatta
mükellefe ağır gelen bir durum için sebep olan şeyler bulunabilir. Şu kadar var
ki, Şari'in bunlardan kasdı hiçbir zaman mükellefi meşakkat ve sıkıntı
içerisine sokmak değildir; bu tür şeylerle O, sadece masIahatın teminini,
mefsedetinde uzaklaştırılmasını dilemiştir. Yasak olan suçların işlenmesi
karşılığında getirilen kısas ve diğer cezaları bunlara örnek verebiliriz.
Bunlar, suçu işlemek niyetinde olan kimse için caydırıcı ve böyle bir fiilin
işlenmesinden (ya da tekrarından) kendisini alıkoyucu, başkaları için de ibret
olucu bir özellik arzederler. Bu cezaların ağır gelmesi ve acı vermesi, aynen
kangren olmuş bir organın kesilmesi ya da acı bir ilacın içilmesi sırasında
bunların acı ve ıztırap vermesine benzemektedir. Nasıl ki, böyle bir tedaviye
başvuran doktor için, bu yaptıklarıyla hastasına acı ve ıztırap vermek istiyor,
demek yanlış ise, burada da durum aynıdır. Çünkü Şari' Teala (insanlığı tedavi
eden) en büyük doktor olmaktadır. Daha önce geçen ve Allah'ın dinde zorluk
kılmadığını ve kulların böyle bir sıkıntıya düşmesini istemediğini gösteren
deliller burada tekrar hatırlanabilir. Şu kudsi hadiste belirtilen husus da
bunun bir benzeri olmaktadır: "Yapmak durumunda olduğum hiçbir şeyde,
mü'min kulumun canını alma sırasındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmemişimdir. O
ölümden, ben ise ona' kötülük yapmaktan hoşlanmıyorum. Bununla birlikte onun
mutlaka ölmesi gerekiyor." Ölüm mü'min için kaçınılmaz ve Rabbine kavuşmak
ve orada ebediyet yurdunda nimetlenmesi için bir yol olmaktadır. Bu yüzden
ölüme yönelik bir kasdın bulunması muteberdir. Öbür taraftan ölümün sevilmemesi
sebebiyle de hoşlanılmamaktadır. Bu mana
gözönünde bulundurulduğunda, yapılması nefse çok ağır gelen adakların da bu
kısma katılması mümkündür. Çünkü mükellef, adakta bulunduğu şeyin gereğini
yapmak durumunda olduğu için, onun adadığı şeyleri üstlenme si hoş
olmamaktadır. Bununla birlikte meydana geldiği zaman, adanılan şeyler ibadet
oldukları için -zor gelse de- yerine getirilmeleri gerekir. Aynen, gerektirici
suçlar işlendiğinde onlara bağlanan cezaların da doğması gibi. Ancak adanan
şeyler ibadet türünden olmazsa veya ibadet türünden olsa bile tahammülü mümkün
olmayan şekilde olsa ve haklarında hafifletici hükümler getirilmiş bulunan
kabilden olsa, yahut da dinde zarurl ya da haci olan bir durumla çatışsa, o
zaman düşmektedir. Mesela, malının tamamını tasadduk etmeye yemin etse, sadece
üçte birini vermesi yeterlidir. Mekke'ye yürüyerek hac etmeyi nezretse ve buna
da güç yetiremese, binerek gider, haccını yapar ve bir kurban keser.
Evlenmeyeceğine ya da
yemeyeceğine ... dair nezirde bulunsa, hükmü geçersiz olur. Görüleceği üzere,
bu gibi kişinin kendi nefsini meşakkat ve sıkıntıya sokması durumunda derhal
şeriatın merhamet ve yardımı kendisine yetişmektedir.
Bu durumda, Şari'in
mükellefin sıkıntı ve meşakkat içerisine girmemesi hakkındaki maksadının, hem
emredilen hem de yasaklanılan şeyleri kapsadığı görülmektedir.
İTİRAZ: Peki Kur'an'da:
"O halde size tecavüz edene, size tecavüz ettikleri gibi siz de tecavüz
edin"[Bakara 194] ayetinde, cezaya "tecavüz" denilmiştir. Bu ise
tecavüze yönelik bir kasdın olmasını gerektirir. Bunun delalet ettiği şey de,
tecavüz de bulunanın başına gelen meşakkattir. (Öyle ise meşakkate yönelik bir
kasıd vardır).
CEVAP: Tecavüze karşı
verilecek cezanın "tecavüz" diye isimlendirilmesi mecaz olmaktadır ve
bu tür kullanış şekli Arap dilinde mevcuttur. Şer'i nasslarda da aynı üslup
çokça kullanılmıştır. ''Allah onlarla alay eder ... "[Bakara 15];
"Fakat hile yaptılar, Allah da onlara hile yaptı"[Al-i İmran 54];
"Gerçekten onlar düzen kuruyorlar, Ben de bir düzen kuruyorum"[Tarik
15-16] gibi ayetler bunlardandır. Bu itibarla itiraz ın dayanağı yoktur.
FASIL:
Bazen mükellefin karşı
karşıya kaldığı meşakkat, kendisi ya da içine girdiği amel sebebiyle değil de,
tamamen harici bir unsurdan kaynaklanabilir. Böyle bir durumda Şari' Teala'nın
o elem ve meşakkatin korunması ve ona karşı sabır ve tahammül gösterilmesi gibi
bir kasdı bulunmamaktadır. Öbür taraftan Şari'in, nefsin bu gibi meşakkatler
altına sokulmasına sebebiyet verecek bir davranışa girilmesi gibi bir kas dı da
bulunmamaktadır. Bununla birlikte, insana eza ve işkence veren şeyler kulların
denenmesi ve onların ayıklanması için yaratılmakta ve Allah onları dilediği
gibi ve dilediği şekilde insanlara musaHat kılmaktadır. "O yaptığından
sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır. "[Enbiya 23] Şeriatın
bütün verilerinin değerlendirilmesi sonucunda, bu gibi durumlarda insana
ulaşacak meşakkatin ortadan kaldırılması ve mübah olan hazIarını koruyabilmesi
hakkında mutlak surette izin bulundugu sonucu çıkmaktadır. Hatta fiilen meydana
gelmese bile, eğer beklenti halinde ise, kulun maksadının tamamlanması, ona
genişlik getirilmesi, Yaratıcısına yönelişinde kusur göstermemesi ve nimetlerin
şükrünü gerçekleştirebilme si için ondan sakınmasına ve gerekli önlemler almasına
dahi izin verilmiştir.
Bu izinler arasında
şunları sayabiliriz: Açlık, susuzluk, sıcaklık ve soğukluğun vermiş olduğu elem
ve ıztırabın giderilmesi; hastalanma durumunda tedavi uygulanması; gerek
insandan gerekse başkalarından gelecek her türlü eza ve işkence verici
şeylerden korunma, her türlü beklenti halinde bulunulan güçlükler karşısında
tedarikli olma ve önceden hazırlıklar yapma ... gibi. Bu dünyada, hayatın düzen
ve devamını sağlayan masIahatların temini ile mefsedetlerin uzaklaştırılmasına yönelik
diğer hususlar da bu türdendir. Sonra şeri kanunların benimsenme ve
üstlenilmesi suretiyle ahiretle ilgili eza verici şeylerin uzaklaştırılması ve
fayda verecek şeylerin de gerçekleştirilmesi gelir. Nitekim kulun fiillerinin
sebebiyet verdiği şeyler konusunda da durum böyle idi. Bu gibi şeyler hakkında
şer'an izin verilmiş olduğu dinde zorunlu olarak bilinir.
Ancak hakkında
uzaklaştırılmasına dair izin bulunan şeyin giderilmesi kesinlik arzediyorsa, bu
durumda Şari' Teala'nın o meşakkatin kaldırılmasına yönelik kasdının bulunacağı
konusunda kuşkumuz bulunmaz. Bu noktadan hareketle Şari', eşkiyayı
(isyancıları) yola getirmemizi, İslam'ı ve müslümanları ifsad için faaliyette
bulunanlarla mücadele etmemizi, İslam'ı ve İslamtoplumunu yıkmak isteyen kafirlere
karşı cihadda bulunmamızı vacip kılmış bulunmaktadır. Burada meşakkatlerin
kuHara musaHat kılınması ve mübtelalık (ibtila, sıkıntıya maruz kılma) yönü
dikkate alınmamaktadır. Çünkü bu gibi ineşakkatlerin ortadan kaldırılmasının
vacip kılınması sebebiyle, her ne kadar iman konusunda dikkate alınmış olsa da,
teklifte bu yönün dikkate alınmamış (mülga) bulunduğunu anlıyoruz. Nitekim
teklif yönü de daha başlangıç itibarıyla (ibtidaen) dikkate alınmamaktadır;
bununla birlikte aslında o (teklif) bir mübtelalıktır (ibtila, sıkıntı). Çünkü
kul yönünden ya taat ya da masiyet (günah) olmakta; Allah yönünden de onun
yaratması söz konusu olmaktadır. O şeyin işlenmesi ya da terkedilmesi, o fiil
ya da terki Allah'ın kulda yaratması neticesinde olmaktadır. Bu durumda kulun,
Allah'ın kaza ve kaderine teslim olmaktan başka yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Burada da aynı şekildedir.
Meşakkatin defedilmesi
hakkında verilen izin kesinlik arzetmiyorsa, o zaman musallat kılma ve
mübtelalık yönünün dikkate alınmış olması mümkündür ve o meşakkatli şeyin
musallat ve mübtela kılan (Allah) tarafından gönderilmiş olduğu gözönünde
bulundurulur. Bu durumda kul Allah'ın kaza ve kaderine teslim olabilir. Bu
yüzdendir ki, mesela tedavi olma talebi kesinlik arzetmediği için, örnek ilk nesillerden
(selef-i salih) birçoğu onu terketmişlerdir. Hz. Peygamber [s.a.v.] de hastalık
hali üzere devam etme hakkında izin vermiştir. Nitekim sar'alı siyah bir
cariye, Hz. Peygamber'den [s.a.v.] iyileşme si için kendisine dua etmesini
istemişti. Hz. Peygamber [s.a.v.] de onu, hasta haline sabır göstermesi ve buna
mukabil sevap alması ya da kendisine dua etmesi ve böylece şifa bulması
arasında seçimli bırakmıştı. Başka bir hadiste (hesapsız cennete gire-
ceklerden söz ederken)
de: " ... Vücutlarını (kızgın demirle) dağlamayanlar ve ancak Rablerine
tevekkül edenlerdir" buyurmuşlardır. İznin gereği olmak üzere haz yönünün
dikkate alınması ve teşvikle (nedb) güçlenmesi de mümkündür. Nitekim tedavi
konusunda durum böyledir. Hadiste Hz. Peygamber [s.a.v.] "Tedavi olunuz.
Çünkü derdi indiren (Allah) devasını da indirmiştir" buyurmuştur. İbahanın
(tercihe bırakma) sabit olması durumunda ise, durum daha da açıktır.
Buraya kadar olan
kısımda, meşakkatin kullanıldığı anlamlardan üçüncüsü üzerinde durmuş ve sözü bitirmiş
olduk. Şimdi ise dördüncü anlamı üzerinde söz edeceğiz ki bu da arzu ve hevese
uymamak ve ona muhalefet etmekten kaynaklanan meşakkat olmaktadır. Bunu da
sekizinci meselede işleyeceğiz:
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: