EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞERİATIN ANLAŞILMAK İÇİN
KONULMUŞ OLMASI / DÖRDÜNCÜ MESELE:
İslam şeriatının
ümmiliği ve onun ilk muhatapları bulunan Araplarca bilinen hususlar dışına
çıkmadığı neticesi üzerine bazı kaideler kurulacaktır:
1. Birçok insan Kur'an
üzerindeki iddialarında sınırı aşmışlar ve ona tabi at ilimleri, matematik
ilimleri, mantık, ilmi hurM vb. gibi öncekilerin sonrakilerin bütün ilimlerini
yüklemişlerdir. Bir önceki meselede ortaya konulan esasa vurulduğunda bu iddianın
doğru olmadığı görülecektir. Kaldı ki, sahabe, tabiin ve onları takip eden
nesillerden oluş,an selef-i salih Kur'an'ı ve Kur'an ilimlerini, Kur'an'da
bulunan esrarı en iyi bilen kimselerdi; bununla birlikte onlardan hiçbir
kimsenin bu iddia doğrultusunda söz ettiği bize ulaşmamıştır. Onlar Kur'an'dan,
sadece bir önceki meselede geçen tevhid delilleri, teklifi hükümler, ahiretle
ilgili hükümler ve bunlarla ilgili konuların isbatına çalışmışlardır. Eğer
onların bu iddia doğrultusunda çabaları ve incelemeleri olsaydı, meselenin
esasına delalet edecek şeyler mutlaka bize kadar ulaşırdı. Böyle bir şey
ulaşmadığına göre, bu iddianın onlarda mevcut olmadığı anlaşılacaktır. Bu da
Kur'an'da onların iddia ettikleri gibi bütün ilimlerin esaslarının bulunmadığı
na bir delildir. Evet, Kur'an bazı ilimleri içermektedir; ancak bunlar
Arapların bildikleri ilimlerdir, yahut onların bildikleri ilimler üzerine
kurulu olan ve akıl sahiplerinin taaccüb ettiği, işaretleri gösterilmedikçe,
yolları aydınlatılmadıkça üstün akıl sahiplerinin dahi kavrayamayacağı
türdendirY Kur'an'da bunların dışında başka bir şeyin bulunması noktasında ise;
cevap, hayır olacaktır.
İddia sahipleri
muhtemelen kendilerine delilolarak şu ayetleri kullanmaktadırlar: "Sana
her şeyi açıklayan kitabı indirdik"[Nahl 89]; "Kitapta Biz hiçbir
şeyi eksik bırakmadık."[En'am 38] Ayrıca onlar sürelerin başında bulunan
harfleri -ki bunlar Arapların alışkın olmadıkları şeylerdi-, özellikle de Hz.
Ali olmak üzere seleften bazılarından nakledilen sözleri delilolarak
kullanmaktadırlar.
Delilolarak
kullandıkları ayetlerden maksat, müfessirlere göre yükümlülük ve Allah'a kulluk
icrasında gerekli olan hususlarla ilgili şeylerdir, yahut da "Kitapta Biz
hiçbir şeyi eksik bırakmadık"[En'am 38] ayetinden maksat Levh-i mahfüz'dur.
Onlar, bütün aklı ve nakli ilimlerin tamamını içerdiği anlamını gerektirecek
bir şey söylememişlerdir.
Süre başlarındaki
harflere gelince; alimler bunlar hakkında Arapların bilgisi bulunduğunu
gerektirecek şekilde açıklamalarda bulunmuşlardır. Mesela bunlara, siyer
müelliflerinin anlattığı üzere Arapların ehl-i kitaptan öğrendikleri cümmel
hesabı gibi yorumlar yapılmıştır. Yahut da bunların, Allah'tan başka hiçbir
kimsenin bilemeyeceği müteşabihattan olduğu söylenmiştir. Bunları Arapların hiç
bilmediği şekildeki yorumlarına gelince; bu asla caiz değildir ve seleften
hiçbir kimse böyle bir iddiada bulunmamıştır. Dolayısıyla iddiacıların
ellerinde kendi davalarına delalet edecek hiçbir delilleri yoktur. Hz. Ali ve
daha başkalarından nakledilen şeyler ise sabit değildir. Kur'an'ın gerektirdiği
şeylerin inkarı caiz olmadığı gibi, ona onun gerektirmediği şeylerin nisbet
edilmesi de caiz değildir. Dolayısıyla onu anlamak için hassaten Araplara
nisbet edilen ilimlerle yetinmek gerekecektir. Kur'an içerisine konulan şer!
hükümlere ancak bu yolla ulaşılabilecektir. Kur'an'ı anlamak için, bundan başka
yollar arayanlar onu asla anlayamayacaklar; Allah ve Rasulü'ne kasdetmedikleri
anlamları nisbet edecekler; onlara söylemediklerini söyleteceklerdir. En
iyisini Allah bilir ve başarı ancak O'ndandır.
FASIL:
İkinci kaide: Şeriatı
anlamak için mutlaka ümmilerin yani Kur'an'ın kendi dilleriyle indiği Arapların
bildiği hususlara tabi olmak gerekecektir. Eğer onların dillerinde süregelen
bir örf mevcutsa, şeriatı anlamak için bu örfü terketmek asla doğru
olmayacaktır. Eğer böyle bir örf yoksa, şeriatı anlamak için onlarca bilinmeyen
bir yola başvurmak sahih değildir.
Bu kaide, hem
anlamlarda, hem lafızlarda ve hem de üsluplarda geçerlidir. Örnek: Araplar
ötedenberi, anlamları korumak şartıyla lafızlara değiştirilemez metinler
gözüyle bakmazlar. Bazen de lafızların korunmasına özen gösterirler. Bu durumda
iki tutumdan biri kesin olarak onlarca benimsenmiş değildir. Aksine bazen bu
iki tutumdan birini, bazen de diğerini benimser bir tavır sergilemişlerdir. Bu
tutum onların dillerini ve dilin düzenliliğini zedeleyici değildir.
BUNUN DELİLLERİ:
1) Arap edebiyatının pek
çok yerinde bidüziyelik arzeden kuralların gereklerinden çıkılmış olması, nesir
olan ifadelerde ihtiyaç olmadığı halde, manzum olan metinlerde başvurulan
hususiyetlerin kullanılması, meramı ifadede daha uygun olan yolların
terkedilmesi. Bu tür tasarruflar Arap dilinde az değildir ve bunlar dil
bakımından zayıf da kabul edilmemektedir. Aksine, asıl kurallar gereği olan
kullanış şekilleri daha çok olsa da, bunlar da çoktur ve güçlü kullanış
şekilleridir.
2) Arap dilinin bir
özelliği olarak, ifade edilmek istenen anlam bozulmuyorsa, bazı lafızlar
kullanılarak onların müteradiflerinden ve yakın anlamlılarından müstağni
olunur. Bu konuda Kur'an'ın, hepsi de yeterli ve eksiksiz olan yedi harf
Cahruf-ı seb'a) üzere inmiş olması bizim için yeterli bir delildir. Bu manada
hadislerde ve Kur'an'ı iyi bilen selefin sözlerinde çok örnek vardır. Kıraat
imamları, kendilerince sahih olan ve Mushaf hattına uygun düşen kıraat
rivayetleriyle amel edegelmişlerdir ve bu rivayetleriyle onlar hiç kuşkusuz ve
ümmet içerisinde tartışmasız Kur'an okuyucularıdır. Her ne kadar ilk bakışta bu
kıraatler arasında anlam bakımından farklılıklar var gibi gözükse de, bunun bir
zararı yoktur. Çünkü bu durumlarda kelam, baştan sona bir anlam bütünlüğü
içerisindedir ve hitaptan gözetilen amaç itibarıyla arada bir farklılık
bulunmamaktadır. Mesela, Fatiha süresindeki ... kelimesinin .... okunması; ....
ayetinin .... şeklinde okunması; ... ayetinin... şeklinde okunması gibi. Bunun
pek çok örnekleri vardır ve bunların bir zararı da yoktur. Çünkü bunların
hepsi, hitaptan ne kastedildiğinin anlaşılması konusunda birbirleriyle
aynıdırlar ve aralarında bir farklılık yoktur. Dilde bu tür tasarruflarda
bulunmak Arapların adeti idi.
İbn Cinni, İsa b.
Ömer'den -bir başkasından da nakledilmiştir- şöyle nakleder: Zü'r-Rümme'yi şu
şiiri okurken işittim:
Bunun üzerine ona: Bu
şiiri daha önce bana şeklinde okumuştun?!" dedim. O: aynıdır, diye cevap
verdi.
Dikkat edilecek olursa,
Zü'r-Rümme, beytin anlamı her iki şekle göre de doğru olduğu için bu iki kelime
arasındaki farka aldırmamıştır. Ebu'l-Abbas el-Ahval rivayetinde ise: ... ve ...
aynıdır, demiştir. Tabii bu aynılık, kelimenin lügat anlamı itibarıyla değil,
sözden gözetilen amacı ifade açısındandır.
Ahmed b. Yahya da şöyle
anlatır: İbnu'l-A'rabi bana şu şiiri okudu: ...
Adamlarından biri: Böyle
değiL. Bize daha önce ... şeklinde okumuştun" dedi. Bunun üzerine
İbnu'l-A'rabi: "Sübhanallah! Şu kadar zamandır bizimle kalıyor da ... ile
... kelimelerinin aynı olduğunu bilmiyor!" diye cevap verdi.
Arap şiirleri farklı
rivayetlerde farklı şekillerde, birbirinden ayrı lafızlarla gelmiştir. Bütün
bunlar, Arapların meramlarını ifadede özelolarak tek ve katı bir şekle bağlı
kalmadıklarını, bir kelimenin müteradifi ya da ona yakın başka bir kelime
kullanıldığı zaman bunu bir ayıp ya da kelamda zaaf saymadıklarını gösterir.
Ancak başka türlüsü olmayacak yerler bundan bir istisna teşkil eder. Sonuç
olarak diyebiliriz ki, bu konuda Araplarca uygulana gelen tavır, çoğunlukla
müsamaha şeklidir.
3) Araplar, lafzın bazı
hükümlerini genelde dikkate alsalar da kısmen ihmal ederler. Mesela, merm
bitişik zamir üzerine yapılacak aHı mutlak surette hoş bulmazlar ve bu zamirin
gizli olanı ile lafzı açık olanı arasında bir ayırım yapmazlar. ... demeyi hoş
görmedikleri gibi, ... demeyi de hoş görmezler. Ridfdesı herhangi bir yadırgama
göstermeden ... kelimesi ile; ....
kelimesini bir araya getirebilirler. Halbuki, ... kelimesi med bakımından daha
güçlüdür. Tamamen farklı olmalarına rağmen keza; ... kelimesiyle ... kelimesini
de bir araya getirirler. Nazari olarak ele alındığında bu ve benzeri lafızların
gereği olan pek ince hükümler vardır ki, Araplar bunlara pek dikkat etmezler ve
onları ihmal ederler. Tabii bütün bunlar, onların kullanılacak kelimeleri
seçmede aşırı bir titizlik göstermemeleri ve müsamahakar olmalarının bir
neticesinden başka bir şey değildir.
4) Arap dil
otoritelerine göre övgüye değer olan Arap edebiyatı örnekleri, tabii olan ve
yapmacıktan, tekellüften uzak bulunan metinlerdir. Bu yüzdendir ki, eğer şair
şiirleri üzerinde sonradan çalışır ve kullandığı kelimeleri ayıklamaya tabi tutarsa,
onun şiirinin örnek alınıp alınmayacağı konusunda ihtilaf edilmiştir. Asmai
şair Hutay'a'yı ayıplardı ve gerekçe olarak da şöyle derdi: "Onun bütün
şiirlerini pürüzsüz, güzel buldum. Bu da beni, onun şiirleri üzerinde sonradan
çalıştığı ve kullandığı kelimeleri ayıklamaya tabi tuttuğu neticesine götürdü.
Yaratılıştan şair olan kimse böyle olmaz. Anadan doğma şair dediğin, iyisiyle
kötüsüyle sözü geldiği gibi söyler; ne diyeceği nasıl söyleyeceği üzerinde
düşünmez." Onun bu sözü dilcilerce bir metot ve açık bir yolalarak
benimsenmiştir. Kısaca demek gerekirse, bu konuya ışık tutacak deliller pek
çoktur. Arap diliyle uğraşan kimseler bu konuda yeterli bilgiye sahip
olacaklardır.
Durum bu şekilde olunca,
Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün sünneti üzerinde söz edecek kimselerin tekellüfe
girerek, Arap dilinin hususiyetlerini aşan anlamlar çıkarmaya çalışmaları doğru
olmayacaktır. Onların yapacağı şey, Arapların önem verip özen gösterdiği
hususlarla ilgilenmek ve onların durduğu yerde durmak, sınırı aşmamak olacaktır.
FASIL:
Üçüncü kilide: Sözü
doğru anlama ve ona doğru anlam verebilme için verilecek anlamların bütün
Araplarca anlaşılabilir olması gerekecektir. Söze gerek lafız ve gerekse anlam
bakımından Arapların tümü tarafından anlaşılamayan manalar yüklemek gibi bir
zorlamaya gitmek caiz değildir. Çünkü bütün insanlar anlayışta -ki teklif bunun
üzerine gelmektedir- aynı seviyede değillerdir, birbirlerine yakın da
değillerdir. Bütün insanlar ancak müşterek olan hususlarda birbirlerine
yaklaşırlar. İnsanların dünyadaki masIahatları da işte bu yolla gerçekleşir.
Onlar (ümmi Araplar) hiçbir zaman ne sözlerinde ne de işlerinde derine dalmaz,
külfete girmezlerdi. Ancak maksadın ihlal edilmemesi ölçüsünde titizlik
gösterirlerdi. Bunun yanında özel bazı durumları yine belirli insanlar için
kasdettikleri olurdu. Bunlar gizli kinayeler, uzak rumuzlar gibi çoğunluğa
gizli kalan, fakat kasdedilen kimse tarafından anlaşılan şeylerdi. Bunların
dışında konuşulan söz, yapılan iş herkes tarafından anlaşılacak bir şekil ve
tarzda idi. Eğer bu kaideye riayet edilmezse, o takdirde Araplarca bilinen
hususlar dışına çıkılmış olacaktır.
Aynı şekilde Kitap ve
sünnetin de bu şekilde anlaşılması gerekecektir.
Onlara verilecek
anlamlar bütün Araplarca anlaşılabilen manalar olacaktır. Bu yüzdendir ki
Kur'an yedi harf (alıruf-ı seb'a) üzerine indirilmiş ve böylece bütün lehçeler
onda birleşmiş ve dolayısıyla bütün kabilelerin onu anlaması temin edilmiştir.
Yükümlü kılma (teklif)
esası da bu kaide dışına çıkamaz. Çünkü ne zayıf güçlü gibi, ne küçük büyük
gibi, ne de kadın erkek gibidir. Bunlardan her birinin geçerli olan adeti
İlahiye içerisinde varabilecekleri son bir sınır vardır. Bununla birlikte
teklif getirilirken bunların hepsinin müştereken güç yetirebilecekleri bir
seviye esas alınır ve artık üzerlerine konulan bu yükümlülüklerle getirilen
deliller, güzel öğütler vb. yollarla ilzam edilirler. Eğer Allah dileseydi
onları takat üstü yükümlülüklerle mesul tutar, herhangi bir ikna edici delil de
getirmez, nasihat ya da hatırlatmada da bulunmazdı; anlayamadıkları şeyi
anlamakla yükümlü tutar, bilemeyecekleri şeyin bilgisini isterdi. Onun üzerine
hiçbir kimsenin kısıtlılık getirmesi mümkün değildir. Çünkü her şeyin Maliki
olan Allah'ın hücceti her zaman için vardır: "Üstün delil Allah'ın
delilidir"[En'am 149] ayeti bunu söyler. Ancak Yüce Allah böyle yapmamış,
onlara bildikleri yol ve şekillerle hitap etmiş, onlara güçleri yetebilecek
olan şeyleri yüklemiş, bunu yaparken de içlerindeki eğrilikleri düzeltecek,
zaaflarını ortadan kaldıracak, azim ve sebatlarını artıracak metotlar
kullanmıştır: Bu zümreden olmak üzere onlara hitap ederken bazen korkutucu
bazen de müjdeleyici üslup kullanmış, bazen güzel mevizeler (kıssalar) anlatmak
ve böylece ruhlarını okşamak istemiş; geçmiş milletlerin yaşantılarını anlatmış
ve onlar üzerindeki sünneti İlahinin tecellisini açıklamış, daha başka üsluplar
kullanmıştır. Böylece onların, eskilerin durumunu öğrenmek suretiyle bu tür
yükümlülüklerle sadece kendilerinin yükümlü tutulmadığını, bu yükümlülüklerle
herkesin mesul tutulduğunu anlamalarını ve bu yüzden bir sıkıntı duymamalarını
istemiş; hatta geçmiş milletlere nisbetle yükümlülüklerinin azaltıldığını,
ancak tahammülüne güçlerinin yettiği konularda onlarla müşterek olduklarını,
fazilet ve sevaplarının ise katlandığını belirtmiştir. Allah her şeyi bilen ve
her şeyi yerli yerince yapandır.
Tirmizi'nin, sahihliğini
de beyan ederek eserine aldığı bir hadis şöyledir: Übey b. Ka'b anlatır:
Rasulullah [s.a.v.] Cibril ile karşılaştı. Ona: "Ey Cibril! Ben ümmı bir
ümmete gönderildim; onlar içerisinde koca karılar, yaşlı erkekler, çocuklar,
cariyeler, hayatında hiç bir kitap okumamış insanlar var" dedi. Cibril;
"Ey Muhammed! (Bil ki) Kur'an yedi harfüzerine indirilmiştir" diye
cevap verdi.
Sözün özü; bu konuda
yapılması gereken şey, şeriatı anlamaya çalışırken ona ümmi Araplarea
anlaşılabilecek anlamlar verilmesi ve dilin müşterekliğinin korunması olacak;
ona çoğunluğun anlamadığı anlamlar yüklenmeye kalkışılmayacaktır.
FASIL:
Dördüncü kaide: Hitapta anlamlara
önem verilmesi, en önemli amaçtır. Çünkü Araplar anlamlara önem veriyorlar,
lafızları sadece anlamlar için kalıplara döküyorlardı. Bu kaide Arap diliyle
uğraşanlar için bilinen bir husustur. Lafız, amaçlanan mananın ortaya konulması
için sadece bir araçtır; sözden asıl amaç manadır. Sonra her mana da değil,
amaç olan terkibi (cümlenin bütünlüğü içerisindeki) manadır. Çünkü, eğer
terkibi mana anlaşılıyorsa kelimelerin yalnız başlarına sözlük anlamları pek
önemli olmayabilir. Nitekim -daha önce de geçtiği gibiZü'r-Rümme okuduğu bir
şiirde, geçen ... kelimesi yerine ... okunmasına, -amaçlanan mana her iki
durumda da ortaya çıktığı için- hiç aldırış etmemiştir.
Konuya delalet etmek
üzere bundan daha açık bir örnek Hz. Ömer'in tavrıyla ilgilidir. Sahih-i Buharı
(şartı) üzerine tahric edilen ve Camiu'l-İsmaili'de yer alan hadise göre Enes
b. Malik şöyle anlatır: Bir defasında Hz. Ömer ... ayetini [Abese 31] okur ve:
... de nedir?" diye sorar. Sonra vazgeçer ve: "Bize tekellüf ve
derine daIma yasaklanmıştır" der.
Yine onun, Kur'an'da yer
alan "mürselat," "asımt" vb. kelimeler hakkında sık sık
soru sorduğu için Dabi'ı tartakladığı meşhurdur.
Bütün bunlardan
anlaşılan odur ki, Hz. Ömer terkibi mana genel hatlarıyla anlaşılıyorken ve bu
kelimeler üzerine herhangi bir teklifi hüküm de gerekmiyorken, bunların üzerine
düşüp onlarla meşgulolmayı ve daha önemli olan şeyleri terketmeyi bir nevi
tekellüf saymıştır. Bu anlayışın şeriatta sahih bir dayanağı da bulunmaktadır:
Yüce Allah bu anlayışa:
"Yüzlerinizi doğudan
yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Lakin iyi olan
Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan, O'nun
sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünZere ... mal verendir ...
"[Bakara 177] ayetinde işaret etmiştir. Ama böyle değil de, terkibi
mananın anlaşılması lafızların sözlük anlamlarının anlaşılmasına bağlı olsa, o
zaman onu öğrenmek için gösterilecek çaba bir tekellüf sayılmayacak, aksine
zaruri olacaktır. Nitekim yine aynı Hz. Ömer'den şöyle bir rivayet bulunmaktadır:
Hz. Ömer, kendisi
minberde iken: ... ayetindeki ... kelimesini hazır olanlara sormuş ve Hüzeyl
kabilesine mensup bir adam kalkarak, bu kelimenin kendi dillerinde yani azar
azar noksanlaştırmak manasına geldiğini söylemiş ve örnek vermek üzere de şu
beyti okumuştur:
"Keser, yay yapılan
ağacı hani nasıl yontar, Semer de ondan kıvırcık tüylü hörgücü aldı azar
azar."
Bunun üzerine Hz. ümer:
"Ey insanlar! Cahiliyye devri şiirlerinizi toplamaya bakınız; çünkü onda
Kitab'ınızın tefsiri bulunmaktadır" demiştir.
Bu iki haber arasında
bir çelişki yoktur. Çünkü burada ayetin manasının anlaşılması, sorduğu
kelimenin anlamının bilinmesine bağlıdır. Birinci olayda ise durum böyle
değildir.
Durum böyle olduğuna
göre, yapılması gereken şey, ilahi kelamın manasını anlamaya özen göstermektir;
çünkü sözden gözetilen amaç mana olmaktadır. Daha başlangıçta hitap mana
üzerine kurulmuştur. Kitap ve sünnet üzerinde çalışan birçok kimseler, bu
noktadan habersiz olmakta; hiç uygun olmadık yollarla onlardan anlamlar ve
sırlar çıkarılmaya çalışılmaktadır. Tabii bu durumda, ona ulaşmak isteyen
kimseye manalar açılmayacak, Arapların maksatlarına vakıf olmayan
araştırmacılara anlamlar gizli kalacaktır. Bu durumda, bu gibilerin çabaları
boşa gidecek, yanlış yolda güçlerini tüketmiş olacaklardır. Bu tür durumlara
düşmekten rahmetiyle koruyucu olan Allah'tır.
FASIL:
Beşinci kaide: Hem
itikadi hem de ameli mükellefiyetlerin, ümmi bir insanın kavrayabileceği bir
düzeyde olması gerekir ki, mükellef onun hükmü altına girebilsin.
İtikadi (inançlarla
ilgili) yükümlülükler, kavranması kolay, akla yatkın olmalıdır. Öyle ki, keskin
zekalı olsun, kalın kafalı olsun herkes tarafından anlaşılabilir düzeyde olmak
durumundadır. Çünkü, eğer sadece üstün vasıflı insanlar tarafından kavranabilecek
düzeyde olsaydı, o durumda şeriat ne genelolurdu ne de ümmi. Halbuki, daha önce
şeriatın genel ve ümmi olduğu ortaya konmuştu. Şu halde, şeriatın öğrenilmesini
ve inanılmasını isteyerek getireceği itikadi yükümlülüklerin de mutlaka kolayanlaşılır
olması gerekecektir.
Eğer şeriatın getireceği
itikadi yükümlülükler, belirttiğimiz şekilde olmazsa, o zaman büyük çoğunluğa
nisbetle takat üstü yükümlülük gibi bir netice lazım gelir. Halbuki, usul
ilminde de belirtildiği gibi, şeriatta böyle bir yükümlülük mevcut değildir. Bu
noktadan hareketledir ki, şeriat Rabbani konuları açıklarken anlaşılabilecek
bir ifade ve üslup kullanmış, herkesçe anlaşılamayacak konuları bırakmış, isim
ve sıfatların gerekleriyle tarif e çalışmış, (Allah'ın zatı üzerinde değil)
mahlukat üzerinde düşünülmesine teşvikte bulunmuş ve benzeri tavırlar
göstermiştir. Bunun dışında işin karıştırılmasına sebep olabilecek konuları da
"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur"[Şura 11] şeklindeki genel bir
tenzih kaidesine havale etmiştir. Akılların kavrayamayacağı konuları gündeme
getirmemiş, onlar hakkında sükut geçmiştir. Evet, genelolarak anlayışların
farklı olduğu inkar edilemez. Ancak bizim burada sözünü ettiğimiz husus,
yükümlü tutulan miktarlarla ilgilidir.
Bu konuya ışık tutacak
bir diğer delil de şudur: Sahabenin -Allah onlardan razı olsun- bu tür konulara
daldıklarına dair bize herhangi bir bilgi ulaşmamıştır. Dolayısıyla bu konulara
dalanlara, tekellüfe girenlere tutunabilecekleri bir asılolacak onlardan gelen
hiçbir şey yoktur. Bizzat şeriatın sahibi Hz. Muhammed'den [s.a.v.] de bu
konuda hiçbir şey gelmemiştir. Sahabe neslinden sonra gelen tabiin de, aynen
onların yolunu tutmuşlardır. Aksine Hz. Peygamber'den ve ashabtan bu konuda
bize ulaşan haberler, bu tür meselelere dalınmaması ve onlardan uzak durulması
doğrultusundadır. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "İnsanlar münakaşa edip
duracaklar ve birbirlerine: 'Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Peki, Allah'ı kim
yarattı?' diye soracaklar" Fazla soru sormak, faydası dokunmayacak
hususlarda (malayani) tekellüfe girmek hem itikadi konularda hem de ameli
konularda genelolarak yasaklanmıştır. İmam Malik, önceki nesillerin, pratik bir
değeri olmayan konularda söz etmekten hoşlanmadıklarını bildirmiştir. İmam
Malik'in burada kastettiği şey, akılla kavranılamayacak olan ve hakkında vahyin
sükfıt geçtiği konular ya da nadir de olsa müteşabihattan olup da tenzih
ayetine havale edilen koımlar olmaktadır.
Buna göre, bu gibi
konularda araştırma yapmak, çoğunluk insanların anlayamayacağı neticeler çıkarmaya
çalışmak, ümmi İslam şeriatının konuluşunun ruh ve gereklerinden uzaklaşmak
olur. Allah bilir ya, nefisler, kendilerinden istenilmeyen şeyi öğrenmek için
gemi azıya almakta ve sonunda da kaçınılmaz olan karanlıklar içerisine
düşmektedir. Şair ne güzel demiştir:
"Aklın melekeleri
vardır, koşturur bir yere kadar, Aştı mı o sınırı, artık yalpalamalar
başlar."
Fırka ve mezheplerin
tamamı ya da büyük çoğunluğu, işte hep bu tür insanların üstlerine elzem
olmayan hususlara dalmaları sonucunda ortaya çıkmıştır.
Ameli konulara
(ibadetler, muameleler vb.) gelince; bu konularda ümmiliğe riayet prensibi
sonucu olmak üzere, yükümlülükler herkesçe belirgin ve açık olan şeylere
bağlanmış, kesin isabet istenmemiş işlerin yaklaşık olarak yerine getirilmesi
ile yetinilmiştir. Mesela, namaz vakitleri herkesçe gözlenebilen gölge boyu,
fecrin doğuşu, güneşin doğuş ve batışı, şafakın batışı gibi hissi olaylara
bağlanmıştır. Aynı şekilde oruç hakkındaki: "Beyaz iplik siyah iplikten
sizce ayırdedilinceye kadar yiyin, için ... "[Bakara 187] ayetindeki beyaz
iplik ve siyah iplik kelimelerini hakikat anlamında anlayanlar olunca,
"Tan yerinde" kaydı getirilerek İlahi maksadın herkes tarafından
anlaşılması sağlanmıştır. Hadiste de hep ümmi açıklamalar getirilmiştir.
Mesela: "Gece şuradan yönelmeye, gündüzde şuradan uzaklaşmaya
başladığında, güneş de battığında oruçlunun if tar vakti girmiş demektir'';
"Biz ümmı bir ümmetiz; hesap kitap bilmeyiz. (Elleriyle işaret ederek) Ay
böyle ve böyledir''; "Hiltıli görmedikçe oruca başlamayın. Onu görmedikçe
bayram da yapmayın. Eğer hava bulutlu olur (da hilali göremezseniz) O zaman
sayıyı (Ramazan ayını) otuza tamamlayın" hadislerini örnek olarak
alabiliriz. Allah bizden, gerek namaz ve gerekse oruç için, güneşin hilalle
birlikte ayın konaklarındaki seyri hesabını esas almamızı istememiştir. Çünkü
bu Araplarca bilinmeyen şeylerdendi, onların sahip oldukları ilimler arasında
böyle bir ilim yoktu; üstelik böyle bir hesap ilmini esas alma ince bir işti ve
ona ulaşma zordu. Bu yüzden Allah ona itibar etmedi ve bizim hakkımızda zannı
galibi yakın yani kesin bilgi mesabesinde kabul etti. Yine Yüce Allah cahili
mazur gördü ve ondan günahı kaldırdı; hatayı bağışladı, buna benzer çoğunluk
insanların müşterek oldukları daha pek çok noktayı hep dikkate aldı. Bu
durumda, şeriatta belirlenen sınırlardan çıkmak, onun getirdiği ve istediği
şeylerin ötesinde daha başka şeyler aramaya kalkışmak doğru değildir; böyle bir
tavır doğru yoldan sapmaya götürecek, ayakların kaymasına sebep olacaktır.
İTİRAZ: Burada şöyle bir
soru akla gelebilir: Sizin bu dedikleriniz, önceki nesillerden onların bize
ulaşan tavırlarına aykırıdır. Çünkü onlar hükümlere ulaşmak için ince
tetkiklerde bulunmuşlar; şüphelerden uzaklaşmak, riya ve insanlar için yapmacık
hareketlerden kaçınmak, helake götürecek hususlardan uzaklaşmak için aşırı çaba
göstermişlerdir. Halbuki bu konular çoğunluk insanların anlayamayacağı, ancak
seçkin insanlar tarafından kavranılabilecek hususlardır. Onlarca çok büyük
sayılan bazı şeyler vardı ki, çoğunluk insanların onları anlaması mümkün
değildi. Yine, eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, o durumda alimlerin
diğer insanlara karşı bir meziyetleri olmazdı. Sahabe, tabiin ve onlardan sonra
gelen nesiller içerisinde seçkin bir zümre, bir de bunların yanında geniş bir
halk kitlesi vardı. Bu seçkin zümrenin şeriattan anladıkları mana elbetteki
sıradan halk kitlelerinin anladığı manadan farklı idi. Gerçi herkes Araptı ve
hepsi de ümmi bir ümmetti; ama anlayışlar farklıydı. Zamanımıza kadar gelen
diğer asırlarda da durum hep aynı olmuştur. Bunu sizin dediklerinizle nasıl
izah edeceğiz? Hem sonra şeriat bütün Araplarca anlaşılabilecek hususlar
içerdiği gibi, sadece alimler tarafından anlaşılabilecek keza, Allah'tan başka
hiç kimse tarafından anlaşılamayacak şeyler de -ki bunlar müteşabihat
olmaktadır-içermektedir. Buna göre şeriatın içeriğini: (a) Mutlak surette
anlaşılabilenler, (b) Mutlak surette anlaşılamayanlar, Cc) Sadece bazıları
tarafından anlaşılabilenler, olmak üzere üç kısımda toplamak mümkündür. Bu durumda,
onun içeriğinin sadece çoğunluk insanlar tarafından anlaşılabilecek olan
hususların olduğu şeklindeki iddianız nerede kaldı?
CEVAP: Müteşabihat
konusunun bizim burada işlediğimiz konuyla ilgisi yoktur. Çünkü onlar ya
Şari'in anlaşılması için hiçbir kimseye kapı aralamadığı ve tenzih ayetine
havale edilmesini istediği Rabbani durumlarla ilgilidir ya da hükümler
birbirleriyle tearuz (çelişki) arzeden şeri kaidelerden kaynaklanan durumlarla
ilgilidir. Bu ise konumuz u teşkil eden ve herkes için genelolan bir durum
üzerine kurulmuş özel bir husustur. İtirazlara çeşitli açılardan cevap vermek
de mümkündür:
(1) Bunlar izafi konulardır ve geçen delillerden
de anlaşılacağı üzere ilk planda bunlarla kullukta bulunulması istenilmemiştir.
Bunlar, şeriat ilminde derinleşen, teklifi hükümler üzerinde çalışan ve
kendisinden bir açıdan ümmilik vasfı kalkacak şekilde şeri nassları anlamada
çoğunluk insanlarda bulunmayan bir anlayış gücüne sahip bulunan insanlara
arzedilir. Bunların (kendilerince) açık olan nasslar üzerinde tetkikte
bulunmaları, kendi derecelerine ulaşamayan diğer insanlara nisbetle yapılan
tetkik gibi olur. Neticede, böyle kimselerin anladıkları şeye olan nisbet,
sıradan bir kimsenin anladığı şeye nisbet olur. Nisbet korununca da, daha önce
geçenlerle soruda sorulanlar arasında bir çelişki olmadığı anlaşılır.
(2) Yüce Allah şeriatla yükümlü kimseleri çeşitli
mertebelerde yaratmıştır, bunların hepsi aynı düzeyde değillerdir. Bir kısmını
diğerlerinden daha üstün kılmıştır. Nitekim dünya yaşantısında da durum
aynıdır. Şeriatı anlamada daha üstün anlayışa sahip olan kimse, böyle olmayan
gibi değildir; ancak hepsi de müşterek bir durum üzere yürümektedirler.
Bu konuda kişilerin
sahip oldukları hususiyetler, Allah tarafından kendilerine yapılan hediyelerdir
ve onları müştereklik hükmünden dışarı çıkarmazlar; aksine onlar da diğerleri
gibi onun içine girerler. Şu kadar ki onlar, bizzat bu müşterek olan konuda
diğerlerinde bulunmayan bir fazlalıkla ayrıcalık gösterirler. Onların anlayış
bakımından diğerlerinden ayrıcalık göstermeleri, onları müştereklik hükmünden
dışarı çıkarmaz. Çünkü bu fazlalık, esasta müşterek olan bir durumla ilgilidir.
Bunu bir örnekle
açıklayalım: Vera' (takva) genelolarak herkesten istenilmektedir. Bununla
birlikte vera'ın bir kısmı vardır ki, apaçık haram ya da apaçık mekruh gibi,
herkesçe ayan-beyan şeylerden sakınmakla olur. Bir kısmı da vardır ki, herkes
tarafından açıkça bilinmez; fakat belirli bir zümre için bunlar da açıktır ve
sakınılması gerekir. Şimdi bu durumda ikinci türden olan vera' ehli, genel
anlamda birinci zümre içerisine de dahil bulunmaktadır; bununla birlikte
bunlar, birinci kısımda olanların açık görmediği için kaçınmadığı bazı
şeylerden kaçınmak suretiyle onlardan ayrıcalık göstermişlerdir. Çünkü bunlar,
sözkonusu şeyin açık olması durumunda emin olarak; çok ince olması durumunda da
emin olmayarak onun da sakınılması gereken şeylerden olduğuna tanık
olmaktadırlar.
Seçkin zümrenin sıradan
insanlardan ayrıcalıklı olduğu diğer meseleler de aynı şekilde bu kuralın
dışına çıkmaz. Böylece herkesin çoğunluk tarafından anlaşılabilen müşterek bir
durum üzere yürümekte oldukları ortaya çıkmış oldu.
(3) Şeriatta farklılık bulunan hususlar, çoğu kez
sadece mutlak olan ve belirli bir sınır konulmayan, aksine mükellefin
değerlendirmesine bırakılan konularda bulunur. Bu durumda her mükellef kendi
kavrayış ve değerlendirmesine göre sorumlu olur. Mesela, birisi böyle bir
durumda şunu anlar, o onunla sorumlu olur; bir ikincisi onun anlayışından daha
ileri gider, o da onunla sorumlu olur. Öbür taraftan mükellefin, altına girdiği
yükümlülüğe göstereceği sabır ve metanet ölçüsünde de farklılık ortaya çıkar.
Herkes güç yetirebileceği mertebeden sorumlu olur. Güç yetiremeyeceği mertebede
olan bir durumla sorumlu tutulmaz. Daha önce arzedilenlere muhalif olduğu
sanılan hususlar işte bu noktadan kaynaklanmaktadır. Allah en iyisini bilir.
Bizzat bu nokta göz
önüne alındığı içindir ki, ameli konularda hükümler, mükellefleri meşakkate
düşürmeyecek ve bu yüzden onları usandırmayacak tarzda, dünya hayatını düzenli
bir şekilde yürütmesini ve çıkarlarını kollamasını sağlayan adetlerini ortadan
kaldırmayacak biçimde konulmuştur. Şöyle ki: Ümmi olup ne şeriattan ne de akli
hükümlerden hiçbir şeyle uğraşmayan bir kimse, öteden beri alışkın olduğu
adetlerinden bir anda soyutlanırsa, elbette ki onun kalbi kendisini bu duruma
sokan şeyden sıkıntı duyacaktır. Daha önceden bu gibi şeylerden haberdar olan
kimseler ise böyle değildir. İşte bu nokta gözönünde tutularak Kur'an yirmi
(küsur) senede parça parça indirilmiş, yükümlülük getiren hükümler azar azar
gelmiş; bir anda ve toptan gelmemiştir (Tedricilik prensibi ). Bu, kalplerin
bir anda şeriattan soğuyup ondan yüz çevirmemesini sağlamak için yapılmıştır.
Rivayet olunduğuna göre
Ömer b. Abdulaziz'e, oğlu Abdulmelik şöyle der: "Sana ne oluyor da
hükümleri (umur) uygulamıyorsun. Allah'a yemin ederim ki, hak yolda beni de,
seni de kazanlarda kaynatsalar, zerre kadar aldırmam!" Ömer ona:
"- Acele etme
yavrum, Allah içkiyi Kur'an'da iki defa kötüledi, üçüncüde haram etti. Ben
hakkı toptan insanların üzerine yüklediğim zaman, onların da toptan onu
reddetmelerinden ve bundan fitne kopmasından korkuyorum" diye karşılık
vermiştir.
Bu doğru bir manadır ve insanların
yapageldikleri incelendiğinde buna itibar ettikleri ortaya çıkacaktır.
Uygulanan tedricilik metodu hem insanların maslahatlarını daha iyi bir şekilde
ortaya koymuş, hem de ısındıra ısındıra daha tesirli olmuştur. Hükümlerin çoğu
meydana gelen sebepler üzerine gelmiştir. Hükümlerin olaylara paralelolarak
inmesi ve şeriatın bu şekilde yavaş yavaş parça parça oluşması insanlar
üzerinde hem daha tesirli olmuş ve hem de onların kabullerini
kolaylaştırmıştır. Çünkü şeriat böyle geldiğinde, inen her hüküm için, bir önce
gelen (ve ona bir ön hazırlık durumunda olan) hüküm artık yerleşmiş ve
mükellefin daha önce yükümlülükten ve onun bilgisinden haberi olmayan nefsi ona
alışmış oluyordu.
Dolayısıyla her hüküm
indikçe, o bir sonraki için altyapı oluşturduğu için ikinci, üçüncü, dördüncü
... hükümlerin kabulü gittikçe kolaylaşıyordu.
Yine bu yüzdendir ki,
ilk muhatap olan Arapların başlangıçta, bu şeriatın ataları olan İbrahim'in
şeriatı olduğu telkini ile -aynen çocuğun işe, baba mesleği diye ısındırılması
gibi- ona ünsiyet peyda etmeleri temin edilmek istenmiştir: "Babanız
İbrahim'in şeriatı ... "[Hac 98]; "Şimdi ey Muhammed! Sana, 'Doğruya
yönelen (hanif), puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine uy' diye
vahyettik"[Nahl 123]; "Doğrusu İbrahime en yakın olanlar, ona
uyanlar, bu peygamber Muhammed ve inananlardır"[Al-i İmran 68] ve benzeri
ayetler bu doğrultuda inmiştir.
Eğer tedridlik
prensibine uyulmasa da, Kur'an bir defada toptan indirilseydi, o zaman mükellef
üzerine yükümlülük getiren hükümler bir anda çoğalacak ve insanlar bir ya da
iki hükmü kabul eder, onlara boyun eğer gibi onların tamamını kabul
edemeyeceti. Hadiste "Hayır adettir" buyrulmuştur. İnsan, hayır
işlerden birini kendisine itiyat haline getirdi mi, kalbinde onun sayesinde bir
nur oluşur ve kalbi ona açılır. O şeyle ikinci defa karşı karşıya kaldığı
zaman, nefsinde ona karşı bir kabul duygusu bulunur. Yüce Allah'ın taat ehli
hakkındaki adeti böyledir. Nefiste yer eden bir başka adet daha vardır: Nefis,
daha önceden kendince alışkın bulunduğu bir fiilin türünden olan başka bir
fiili kabule daha yatkındır. Bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber [s.a.v.] bunun
(yani tedricilik, kolaylaştırma ve sevdirme metodunun) zıddı olan şeylerden
hoşlanmaz, ona uygun olan şeyleri severdi; yumuşaklığı sever, sertlikten
hoşlanmazdı, derine dalmayı, tekellüfü, kaldırılamayacak yüklerin altına
girilmesini yasaklardı. Çünkü bu tavır, nefislerce kabule daha yatkın ve
çoğunluk insanlar için teşride uygulanacak daha kolay bir yoldu.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: