EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞERİATIN ANLAŞILMAK İÇİN
KONULMUŞ OLMASI / BEŞİNCİ MESELE:
Daha önce (İkinci
Meselede) sözün manaya: (a) Asli delalet unsurları açısından, (b) Asli manaya
yardımcı durumunda bulunan tabi delalet unsurları açısından olmak üzere iki
yönden delaleti bulunduğu ortaya konmuştu. Bu durumda, hükümler çıkarılırken
başvurulan yolun asli delalet unsurları yönüyle mi ilgili olduğu ya da her
ikisini de birden mi ilgilendirdiği konusunda düşünmek gerekecektir.
Asli delalet
unsurlarının hükümlere delaletinin sıhhati konusunda herhangi bir problem
yoktur ve bu konuda tartışmaya mahal de bulunmamaktadır. Mesela, asıl
konuldukları manalara delalet etmelerine engel olan bir karine bulunmadığı
sürece emir ve nehiy, umum ve husus sigalarının delaletlerini bu kısma örnek
olarak verebiliriz.
Tabi durumunda olan
delalet unsurlarına gelince; bu gibi unsurlar, asli manaya ilaveten daha başka
manalara delalet etmektedirler. Bu itibarla acaba hükümlerin elde edilmesi
sırasında bunların delaletlerini dikkate almak doğru ve gerekli olur mu? Yoksa
olmaz mı? İşte bu konuda tereddüt bulunmaktadır. Dikkate almanın doğru ve
gerekli olacağını savunanlar da; aksini iddia edenler de vardır ve bunlardan
her birinin kendisine göre konuya ayrı bir yaklaşımı bulunmaktadır.
Dikkate almanın doğru
olacağını savunanlar, iddialarına şu şekilde delil getirebilirler:
(1) Bu türden olan tabi unsurlar, delalet ettiği
şeyler hakkında ya dikkate alınacaklar ya da alınmayacaklardır. Dikkate
alınmamaları mümkün değildir. Çünkü bu unsurlar sırf o manalara delalet etsin
diy"e getirilmişlerdir. Şu halde mutlaka onların dikkate alınmaları
gerekecektir. Bunların delalet ettiği mana, asli mana üzerine getirilen bir
ziyadelik olmaktadır; aksi takdirde sahih olmaz. Bu durumda dikkate alınması
gereken bu ziyade mana, şeri bir hükmün ortaya konmasını gerektiriyorsa, -aynen
asli mananın delaletinin ihmal edilmesi nasıl caiz değilse- onun ihmal edilmesi
ve atılması da mümkün olmayacaktır. Şu halde tabi delalet unsurları dikkate
alınmak zorundadır. Ulaşılmak istenen netice de budur.
(2) Şeriattan hükümler çıkarılması, onun sadece
Arap diliyle gelmiş olması açısından olup; yalnızca sırf kelam oluşu açısından
değildir. Bu nokta gözönünde tutulduğunda, hem birinci delalet yönü, hem de
ikinci delalet yönü kapsam dahilinde olacaktır. Tabi delalet unsurlarının asli
delalet unsurlarıyla olan ilişkisi, bir hususiyet, bir fer' gibi sıfat ile
mevsuf arasındaki ilişki gibidir desek bile delalet açısından bunun bir zararı
olmayacaktır. Durum böyle olunca, hüküm çıkarmada nassların sadece asli delalet
unsurlarına itibar edip, tabi delalet unsurlarını dikkate almamak, keyfi bir
tahsis, delilsiz bir tercih olur. Böyle bir tutum ise batıldır. Bu durumda
hükümlere delalet açısından asli delalet unsurları, tabi delalet unsurlarından
daha ayrıcalıklı değildir. Netice itibarıyla her ikisinin de dikkate alınması
kaçınılmaz olmaktadır.
(3) İlim adamları, tabi delalet unsurlarını
dikkate almışlar ve bu açıdan hareketle çeşitli hükümler çıkarmışlardır:
Örnekler: Hz.
Peygamber'in [s.a.v.]: ''Sizden biriniz ömrünün yarısını namaz kılmadan
geçirir" hadisinden hayız süresinin en uzun müddetinin on beş gün olduğu
hükmü çıkarılmıştır. Aslında hadisten amaç, kadınların dininin noksan olduğunu
belirtmektir; yoksa en uzun hayız müddetini belirtmek değildir. Ancak
kullanılan mübalağa üslubu bu sürenin zikrini gerektirmiştir. Eğer daha fazla
sürmesi düşünülebilseydi, o takdirde mutlaka onun zikredilmesi gerekirdi.
İmam Şafii, "Sizden
biriniz uykusundan uyandığında üç kere yıkamadıkça elini kaba daldırmasın.
Çünkü o, elinin nerede gecelediğini bilemez"llo hadisinden, az suyun,
niteliklerini değiştirıneyen miktardaki necasetle pis hale geleceği hükmünü
çıkarmış ve şöyle demiştir: "Eğer az necaset pisleyicı olmasaydı, elde
bulunma ihtimalinden dolayı uykudan uyanınca ellerin yıkanması müstahaplık
hükmünü gerektirmezdi." Hadisin söylenme amacı, içerisine az necaset düşen
suyun hükmünü bildirmek değildir; ancak bu mana zikri kastedilen şeyden dolaylı
olarak çıkmaktadır.
Gebelik müddetinin en az
süresinin altı ay olduğunu da: "Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay
sürer"[Ahkaf 15] ayetiyle "Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl
içerisinde olur"[Lokman 14] ayetinden çıkarmışlardır. Birinci ayetten
maksat bir ayırım yapmaksızın her ikisinin müddetini birden belirlemektir.
İkincisinde ise, sütten kesilme süresi asıl amaç olarak belirlenmiştir. Her
ikisinde de yalnız gebelik süresinin ne kadar olduğu asıl amaç olarak
belirlenmemiş; onun için herhangi bir süre zikredilmemiştir. Bu iki ayetin birlikte
değerlendirilmesinden' en az gebelik müddetinin altı ayalduğu neticesi
çıkmıştır.
"Oruç tuttuğunuz
günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız helal kılındı. .. Artık, tan yerinde
beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar onlara yaklaşabilirsiniz ...
"[Bakara 187] ayeti hakkında da şöyle demişlerdir: Bu cünüp olarak
sabahlandığı zaman orucun sahih olacağına delalet eder. Çünkü tan yeri
ağarıncaya kadar cinsi ilişkinin helM olması bunu gerektirir. Gerçi bu mana
ayetten asıl amaç olarak gözetilmemiştir, ama cinsi ilişkinin, yeme ve içmenin
mübah olduğunu belirleme kasdından dolaylı olarak bu da çıkmaktadır.
Çocuğun mülkiyet altına
girmeyeceğine de: "'Rahman çocuk edindi' dediler; haşa, melekler sadece
şerefli kılınmış kullardır"[Enbiya 26] ayetiyle bu anlamda olan diğer
ayetleri delilolarak kullanmışlardır. Çünkü ayette Allah'tan başka herkes
-özellikle de melekler- için kulluğun isbat edilmesi suretiyle asıl amaçlanan
şey Allah'ın çocuk edindiği iddiasını reddetmektir; çocuğa malik olunmayacağının
beyanı değildir. Ancak tabi olan bu anlam, ("haşa" ifadesiyle) çocuk
edinmenin reddi ve ona nisbet edilecek olanların ancak kulolacakları asli
anlamlarından dolaylı olarak çıkmaktadır; zira Rab'den ve kuldan gayrı başka
bir varlık yoktur.
Az olsun çok olsun bütün
tahıl ürünlerinden zekat (öşür) alınacağı hükmünü ise: "Göğün suladığı
şeyde öşür uardır" hadisinden çıkarmışlardır. Halbuki, hadisten gözetilen
asli amaç, üründen zekat olarak çıkarılacak miktarın belirlenmesidir;
kendisinden zekat verilecek ürünlerin açıklanması değildir.
Aynı durum özel bir
sebepten dolayı gelen amm nasslar için de söz konusudur. Çoğunluk alimler sebep
özel de olsa, sırf lafza ve maksada itibarla bu tür amm nassların umumu üzere
alınmaları taraftarıdırlar.
Cuma günü ezan vakti
yapılan alış-veriş akdinin "Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan
okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun; alış-verişi bırakın ... "[Cum'a 9]
ayetinden dolayı fasid olduğu neticesini çıkarmışlardır. Halbuki bu ayetten
gözetilen asıl amaç, namaz için koşmanın gerekliliğini bildirmek olup;
alış-veriş akdinin fasid olduğunu açıklamak değildir.
Kıyas-ı celiyi kıyas
olarak kabul etmişlerdir. Mesela, azadın sirayeti konusunda cariyenin köleye
katılması gibi. Zira "Kim bir köledeki kerıdisine ait payı azad ederse
... hadisi şerifinden asıl amaç mutlak
mülkiyeti belirtmektir. Yoksa kölenin erkek olmasının bir özelliği yoktur.
Bu arzettiğimiz
örneklerde ve daha sayılamayacak kadar çok olan konularda hep asli delalet
unsurları değil de, tabi delalet unsurları dikkate alınarak hükümler
çıkarılmıştır. Durum böyle olunca, tabi delalet unsurlarının dikkate alınarak
hüküm çıkarılmasını doğru ve uygulama alanı bulmuş bir husus olarak kabul etmek
gerekecektir.
Tabi delalet unsurlarını
dikkate almanın doğru olmayacağı görüşünde olanlar da görüşlerini şu şekilde
delillendirebilirler:
(1) Bu delalet yönü, sadece asli delalet yönü için
bir yardımcı unsur ve ona tabi durumdadır. Bunların bir manaya delalet
etmeleri, sırf asli mananın tekidi ve onun güçlendirilmesi, açıklanması
yönünden olmakta; işitildiği zaman daha çabuk kabul edilmesini, düşünüldüğü
zaman daha çabuk anlaşılmasırrı temin edici bir roloynamaktadır. Mesela:
"Dilediğinizi yapın!"[Fussilet 46]; "Tat! Hani şerefli olan,
değerli olan yalnız sendin"[Duhan 49] gibi gelen bir emir sigası hakkında:
"Bu emir sigası tehdit için ya da azarlamak içindir" deriz. Çünkü bu
gibi ifadelerde emir kasdedilmez, bu tehdit ve alayetmede sadece bir mübalağa
ifadesi olmaktadır. Bu yüzden de, bu sigalardan emir sadedinde bir hüküm
çıkarılması kabul edilmemiştir ve bu doğru da değildir. Yine "Bulunduğumuz
köye sor"[Yusuf 83] ayeti hakkında da şöyle deriz: Buradan maksat
"köyahalisine sorudur. Ancak yeterli soru sorulmasını ifadede mübalağa
için sorulacak şey bizzat köyün kendisi kılınmıştır. Sorunun köye nisbet
edilmesi üzerine bir hüküm bina edilmiş değildir. "Gökler ve yer durduğu
sürece arada kalacaklardır"[Hüd 107] ayeti de, -eğer göklerin ve yerin yok
olacakları, ebedi olmayacakları görüşü kabul edilirse- aynı şekildedir ve bu
ayetten maksat onların cehennemde ebediliğini bildirmek olduğu için, kafirlerin
azap müddetlerinin sona ereceği neticesi çıkarılamaz.
Bu konuya delalet edecek
sayılamayacak kadar çok durum vardır. Hal böyle olunca, tabi delalet unsurlarının,
asli manaya ilave bir tekitte bulunma, ona açıklık getirme ve güç katmadan
başka bir fonksiyonunun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Şu halde, tabi delalet
unsurlarından müstakil olarak çıkarılacak kendisine has bir hüküm hiçbir
şekilde bulunmamaktadır.
(2) Eğer tabi delalet unsurlarının kendilerine has
birinciden bağımsız şer'an kabul gören bir hükmü bulunsaydı, o durumda aslen
kasdedilen yön halini alırlardı. Zira bu durumda o mananın benimsenmesi asıl
hakkı ile kasdedilmiş olacak ve ibarenin o hükme delaleti ikinci ve tabi olan
yönden değil de birinci ve asli delalet yönünden olacaktır. Halbuki biz bu
hükmün ikinci ve tabi delalet unsurlarından alındığını varsayıyoruz. Bu durumda
ulaşılacak netice çelişki arzedecek ve imkansız olacaktır.
İTİRAZ: Bir manaya
tabilik yoluyla delalet etmesi, onun ikinci derecede de olsa kasıtlı bir
delalet olmasını engellemez. Nitekim şeri maksatlar hakkında da aynı şeyi
söylüyor; onları asli maksatlar, tabi maksatlar diye ikiye ayırıyoruz. Bununla
birlikte bunlardan her iki kısım da Şari'ce dikkate alınmış oluyordu.
Mükellefin asli maksatlardan gafletle, tabi durumdaki maksatları dikkate alarak
işlemiş olduğu bir tasarruf (hukuki fiil) geçerli oluyordu ve böyle ikinci
derecede maksatlar üzerine teklif hükümleri getirilebiliyordu. Nitekim inşallah
ileride de gelecektir. Burada da aynı şeyi söyler ve deriz ki: İkinci derecede
olan yönün delaleti, mükellefin onlardan hüküm çıkarma kasdına engel değildir.
Çünkü bunların şeriatın anlaşılmasına olan nisbeti, ötekilerin (asli delalet
unsurlarının) şeriata olan nisbeti ile aynıdır. Nisbet aynı olunca, bunlar
arasında bir ayırıma gitmek doğru olmayacaktır ve birinin dikkate alındığı gibi
diğerinin de dikkate alınması gerekecektir. Nitekim bunlardan birinin
ihmalinden diğerinin ihmali de gerekmektedir.
CEVAP: Bu -eğer kabul
edilse- o takdirde, bizim iddiamıza en açık delillerden biri olur. Çünkü,
mesela nikah akdi, şehveti gidermek amacıyla yapıldığında sahihtir, zira
nikahtan gözetilen asıl maksadı -ki neslin korunmasıdır- tekit etmektedir ve
mükellefin bu fiiliyle Şari'in amacını tekit ettiğinden habersiz bulunması,
gerçekte nikah fiilinin Şari'in amacını tekit etmesine engelolmamaktadır,
dediğimiz gibi, burada da aynı şeyi söylüyor ve diyoruz ki: Arap dilinde kasıd
açısından tabi delalet unsurları, sadece birinci delalet unsurlarını, aynen
onların delalet ettikleri anlam üzerinde tekit edici mahiyettedir. Dolayısıyla
bunların delalet ettiği mana, bizzat asli mana olmaktadır; tabi olan mana asli
olan manayı tamamlamaktadır. Bundan da, tabi olan mananın asli mana üzerine bir
ziyadelik getirmeyeceği neticesi çıkacaktır. Varmak istediğimiz netice de
budur.
Sonra iki mesele
arasında fark vardır: Şehveti gidermek amacıyla yapılan nikah, her ne kadar bir
açıdan zaruriyyata tabi olan maksatlar kapsamına girmekte ise de, diğer
taraftan o, haciyyat kapsamına girmektedir. Çünkü kulların ihtiyaçlarının
giderilmesi, şehvetlerinin tatmini ve onlardan sıkıntı ve güçlüklerin
kaldırılması anlamı taşımaktadır. Böyle bir nikahın haciyyat kapsamına girmesi
durumunda, onun bu açıdan hareketle zaruriyyata tabi olmaktan ayırt edilerek
asli kasıt ile yapılmış bir akit şeklinde kabul edilmesi mümkündür. Burada
üzerinde durduğumuz mesele ise böyle değildir. Çünkü tabi delalet unsurlarının,
birincinin tekiti dışında müstakil bir manaya delalet edecek şekilde, asli
delalet unsurlarından ayırt edilmesi mümkün değildir. Çünkü Araplar, dili ilk
koyuşlarında tabi delalet unsurlarını birinciden müstakil olarak ele alma
imkanı bulunmaksızın sadece bu amaçla koymuşlardır. Dolayısıyla dilin konuluş
şekli dışına çıkmak mümkün değildir.
(3) Bu delalet yönünün, birinciye tabi olarak
konulmuş olması, bunların delalet edeceği mananın ancak birinci delalet
unsurları yönünden olmasını gerektirecektir. Eğer bunların katacağı mana,
birinci delalet unsurlarının verdiği mana yönünden olmazsa, o zaman bunların
aslı konuluşIarından uzaklaşılmış olacaktır. Bu ise sahih değildir. Bunların,
tekit dışında birinci (asli) delalet unsurlarının ifade etmediği ilave bir
manaya delalet etmesi, bunları aslı delalet unsurlarına tabilikten çıkarır ve o
zaman bunlar yönünden hüküm çıkarılması, Arap dilinde bulunmayan bir yoldan
hüküm çıkarma halini alır. Bu ise doğru değildir. Böyle bir neticeye götüren
şey de doğru olmayacaktır.
Tabi delalet yollarından
elde edildiği söylenen örneklere katılmıyoruz.
Bunlar ya birinci
delalet unsurlarından çıkarılmış hükümlerdir ya da bunların dışında üçüncü bir
cihetten elde edilmiş hükümlerdir.
Hayız müddetinin en uzun
süresinin on beş gün olduğuna dair, hadiste bir delalet bulunduğunu kabul
etmiyoruz. Bu konu tartışmasız bir husus değildir. Nitekim Hanefiler hayız
müddetinin en uzun süresinin on gün olduğu görüşündedirler. Kabul edilse bile
bu, lafzın vaz' yoluyla delaleti açısından değildir. Konumuz ise vaz' yoluyla
delalet hakkındadır, İmam Şafii'nin,az suyun, içine niteliğini değiştirmeyecek
miktarda necaset düşmesiyle pis olması hakkındaki görüşü kıyas ya da daha başka
bir konu dahiline girer. Gebelik müddetinin en az süresinin altı ay olduğu
hükmü, tabi değil aslı delalet neticesinde çıkarılmıştır. Cünüp olarak
sabahlanması durumunda oruca bir şeyolmaması hükmü de aynı şekildedir ve başka
türlüsü de mümkün değildir. Çocuğun mülkiyet altına girmeyeceği konusuna
gelince; bu konu hakkında zikri geçen ayetin delilolarak kullanılması mümkün
değildir ve konu tartışmalıdır. Zekat hakkında belirtilenler ise, zekat matrahı
mahsullerin (aza da çoğa da) teşmil edilmesi görüşünde olanlar, lafzın umumunun
kasdedilmiş olduğu noktasından hareketle bu neticeye varmışlardır, umumun
kasdedilmemiş olduğu noktasından hareketle hükme varmamışlardır. Aksi takdirde
çelişki olurdu. Çünkü şeri delillerden hükümlerin çıkarılması, sadece o
delillerin Şari'ce amaçlanmış oldukları noktasından hareketle olmaktadır. Bu
durumda, bir taraftan amm lafzın zahiri kastedilmiş değildir derken, öbür
taraftan onun umumu ile istidlal nasıl mümkün olur? Özel bir sebep hakkında
gelen amm lafızlar hakkında da söylenecek söz aynıdır. "Alış-verişi
bırakın"[Cum'a 9] buyruğundan hareketle cuma ezanından sonra yapılan
alışveriş akdinin feshi gerekir görüşünde olanlara göre, bu hüküm bizzat
ayetten amaçlanmış olmaktadır, aksi takdirde çelişki doğardı. Kıyas-ı celi
hakkında da durum aynıdır. Bunlar, cariyenin hadiste zikredilen erkek kölenin
hükmüne dahil edilmesini, erkek kölenin hususiyle zikredilmiş olduğu nokta-ı
nazarından hareketle ve kıyas yoluyla sağlamış olmaktadırlar. Bu konuda ileri
sürülen diğer konularda da durum aynıdır.
Kısaca diyebiliriz ki, tabi
delalet unsurlarıyla müstakil olarak hüküm isbatında bulunmak mümkün değildir
ve bunların hükümler için delil olarak kullanılmaları asla doğru değildir.
Üçüncü delile cevap verdiğimiz gibi, birinci ve ikinci deliller hakkında da
aynı şekilde cevap verme imkanıbulunmaktadır. Çünkü birinci delilde, sanki biz
tartışma konusunu kabul ediyormuşuz gibi bize delilolarak kullanılmaktadır
(müsadere ale'lmatlub). Çünkü bu delilde: "Bu durumda dikkate alınması
gereken bu ziyade mana, şeri bir hükmün ortaya konmasını gerektiriyorsa, onun
ihmal edilmesi ve atılması mümkün olmayacaktır" denilmektedir. Üzerinde
tartışılan konu da, işte bu nokta değil midir? İkincisi, tamam kabul edilir.
Ancak, tabi delalet unsurlarının müstakil olarak şeri hükümleri ortaya koyması
tartışma konusunu oluşturmaktadır. Şu halde doğrusu, mutlak surette tabi
delalet unsurlarıyla hüküm isbatının mümkün olmadığı görüşünü benimsemek
olacaktır. Allah en iyisini bilir.
FASIL:
Mesele hakkında deliller
çelişki halindedir. Öyle gözüküyor ki, iki taraftan daha güçlü olan, tabi
delalet unsurlarının dikkate alınmayacağı görüşünde olanlardır. Bu halde durum,
ikinci cihetin yani tabi delalet unsurlarının, asli delalet unsurları üzerine
asla şeri bir hüküm getirecek durumda olmadıkları neticesini gerektirmektedir.
Ancak mesele hakkında
üzerinde durulması gereken bir başka nokta daha var: Asli mana üzerine
ziyadelik getirecek bir nokta vardır ki o da her sağduyu sahibinin kabul
edeceği şer'i adab ve tenezzülat-ı ilahi doğrultusunda hareket etmedir. Bunların
da şeriatte bir yeri vardır, bu durumda ikinci cihet yani tabi delalet
unsurları da manaya delaletten tümden uzak kalmış olmazlar. Bu nokta gözönüne
alındığında, tabi delalet unsurlarının mutlak surette dikkate alınmayacağı
görüşünü tercih etmek zor olacaktır.
Bu hususun açıklığa
kavuşması için yedi örnek vereceğiz:
(1) Kur'an'da hem Allah'tan kullarına karşı, hem
de kullardan Allah'a karşı nida (çağrı) ifadeleri bulunmaktadır. Bunlar ya
hikaye yoluyla ya da öğretme amacıyla yer almışlardır. Allah tarafından kullara
yönelik bir nida ifadesi kullanılacağı zaman uzaklık anlamı veren nida harfi
... kullanılmış, hazif (nida harfinin düşürülmesi) yoluna gidilmemiştir. Mesela
"Ey inanmış kullarımı Benim yarattığım yeryüzü geniştir.[Ankebüt 56]; "De
ki: 'Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullanrım! ... "[Zümer 53];
"De ki: 'Ey insanlar, ben sizin tamamınıza gönderilmiş Allah'ın elçisiyim
.... "[A'raf 158]; ve pek çok yerde geçen "Ey insanlar! ... ";
"Ey iman edenler! ... " ifadeleri gibi. Kullardan Allah'a yönelik
nidalarda ise, nidil. harfi (...) kullanılmamıştır. Çünkü nida harfi asıl
konuluş itibarıyla uyarı içindir; Yüce Allah ise uyarılmaktan münezzehtir.
Sonra nida harflerinin çoğu -ki bunlara nidil. bahsinin esasını teşkil eden ...
harfi de dahildir- uzak içindir. Yüce Allah ise; "Kullarım sana beni
sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım"[Bakara 186]
ayetinde buyurduğu üzere, özelolarak dua eden kimseler için, "Üç kişinin
gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O'dur; beş kişinin gizli bulunduğu yerde
altıncıları mutlaka O'dur ... "[Mücadele 7]; "Biz insana
şahdamarından daha yakınız"[Kaf 16] ayetlerinde de genelolarak herkes için
kendisinin yakın olduğunu bildirmiştir.
Bu işaretten iki edep
(incelik) çıkar:
Birincisi, nida harfinin
kullanılmaması; diğeri de yakınlığın hissettirilmesi. Aynı şekilde, diğer
kısımda nida harfinin kullanılması durumundan da iki mana çıkar: Birincisi,
gaflet, yüzçevirme, uzaklık ve hazır bulunmama gibi özelliklerden uzak olmayan
kimselerin -ki bu kullar oluyoruyarılması; ikincisi, nidada bulunanın şanının
yüceliği, O'nun kullara (maddi) yakınlıktan münezzeh bulunduğu, zira O'nun
yakınlığında yücelik; yüceliğinde yakınlık bulunduğu.
(2) Kulun Rab Teala'ya olan, nidası (duası),
halini düzeltecek, kendisine fayda verecek şeylerin arzulanması, istenmesi
anlamı taşır.
Kur'an'da bulunan bu tür
bütün dualar Rab ismiyle gelmiştir. Bu, kulun, duası sırasında içinde bulunduğu
halinin gereğine uygun bir isimle nİdada bulunması gerektiğini öğretmek
içindir. Çünkü (...) kelimesi sözlükte, beslenen, terbiye edilen kimsenin
işlerini üstlenen kimse demektir. Yüce Allah kulların yapmaları gereken duaları
açıklamak sadedinde olmak üzere şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Eğer
unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bizden öncekilere
yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği
şeyi taşıtma, bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevlamızsın, karirlere
karşı bize yardım et"[Bakara 286]; "Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten
sonra kalplerimizi eğriltme ... "[Al-i İmran 8]
"Allahımız! Eğer bu
kitap, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır ... "[Enfal 32]
ayetinde ise hitap, Rab yerine (...) diye Allah ismiyle gelmiştir ve
yerindedir. Çünkü burası Rab isminin kullanılmasının yeri değildir. Zira Rab
isminin gereğiyle bunların istedikleri şeyarasında bir münasebet yoktur; aksine
zıtlık vardır. Hz. İsa'dan [a.s.] hikaye edilen: "Meryem oğlu İsa,
'Allahım! Rabbimiz! Bize ve bizden sonra geleceklere bayram ve Sen'den bir
delilolarak gökten bir sofra indir ... "[Maide 114] ayetindeki Rab isminin
kullanılışı ise, gerçekten tam yerli yerindedir.
(3) Açıkça ifade edilmesi hoş karşılanmayan ve
haya duyulan konular kinaye yoluyla belirtilmiştir. Mesela cinsi ilişkiden
(cima') söz edilirken (...) ve (...) (=elbise ve dokunma) kelimeleri
kullanılmış; kaza-ı hacet için "tenha yerden gelme = ayak yolundan
gelme" denilmiştir. Hz. İsa ve annesinin ilah olmadıklarını red sadedinde
"Onlar yemek yerlerdi ... " ayeti de böyledir. Bu gibi örneklerden
çıkardığımız bu üslup, bizim için Kur'ani bir edep olarak yer etmiştir. Bu
kinaye lafızların bu manalara delaletleri, asli delalet yoluyla değil, tabi
delalet yoluyla olmaktadır.
(4) Kur'an'da iltifat üslubuna yer verilmiştir. Bu
üslup, kula nısbetle -eğer halin gereği bunu gerektiriyorsa- gayıptan huzura
yönelme edebi anlamına gelir. Mesela: "Hamd, alemlerin Rabbi, merhametli
olan, merhamet eden ve Din Günü'nün sahibi olan Allah'a mahsustur" buyurup
Allah'a gaib sigasıyla övgüde bulunduktan sonra: "(Allahım!) Ancak Sana
kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz .... "[Fatiha 1-4] buyurması
gibi. Durum gerektirdiği takdirde bunun tersi de olur: Mesela:
"Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken yolcular
neşelenirler ... "[Yunus 22] ayetinde olduğu gibi. Bu meyanda:
"Yüzünü asıp buruşturdu ve sırtını çevirdi. Yanına kör bir kimse geldi
diye"[Abese 1-2] ayeti üzerinde düşünelim. Burada Hz. Peygamber sert
biçimde azarlanmış olmaktadır. Ancak azarlanana nisbetle daha hafif olan gaib
sigasının kullanılması anlamlıdır. Daha sonra ise hitap muhatap sigasına
çevrilmiş ancak birinciden daha hafif dozda bir azarda bulunulmuştur. Bu yüzden
de söz: "Dikkat et! Bu Kur'an bir öğüttür"[Abese 11] buyruğu ile
bitirilmiştir.
(5) Şerrin açıkça Allah'a nisbet edilmemesi. Gerçi
hayır gibi şerri de yaratan Allah'tır. Bununla birlikte Kur'ani edep (incelik)
olmak üzere şer, açıkça Allah'a nisbet edilmemiştir: "Ey Muhammed! De ki:
Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip
alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır
elindedir"[AI-i İmran 26] ayetine bakalım: Yüce Allah, her ne kadar ayette
hayır ve şer birlikte zikredilmişse de -çünkü bir kimseye nisbetle mülkünün
elinden çekilip alınması ve alçaltılması apaçık bir şerdir- "Hayır ve şer
elindedir" dememiştir. Evet ayetin sonunda "Doğrusu sen her şeye
kadirsin" buyurmuş ve genel anlamda herşeyin onun yaratması neticesinde
olduğuna işarette bulunmuştur; ama açık olarak şerri O'na nisbet etmemiştir.
Hz. Peygamberin [s.a.v.] bir hadisinde de şöyle gelmiştir: ... ="Hayır
senin iki elindedir; şer ise Sana yol bulamaz" veya "Sana nisbet
edilemez. " Hz. İbrahim [a.s.] de: "Beni yaratan da, doğru yola
eriştiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da
diriltecek O'dur . .Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum
O'dur ... "[Şuara 80] demiştir. Bu ayette görüldüğü üzere Hz. İbrahim,
yaratma, doğru yola ulaştırma, yedirme, içirme, şifa verme, öldürme ve diriltme,
günahları bağışlama gibi fiilleri alemlerin Rabbine nisbet etmiş; fakat bu
arada zikredilen, hastalığı ise O'na nisbet etmeyerek "hasta
olduğumda" şeklinde bir ifade kullanmıştır.
(6) Münazaralarda sert bir üslupla red yoluna gidilmemiş;
hoşgörülü davranılarak, alttan alınarak maksada ulaşma yolu takip edilmiştir.
Mesela:
"Öyleyse, doğru
yolda veya apaçık bir sapıklıkta olan ya biziz ya da sizsiniz"[Sebe' 24],-
"De ki: Eğer Rahman olan Allah'ın çocuğu olsa, kulluk edenlerin ilki ben
olurdum"[Zuhruf 81]; "De ki: Uydurdumsa suçu bana aittir ...
"[Hud 35]; "De ki: Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da
edemedikleri halde mi şefaat edecekler?"[Zümer 43]; "Ya ataları bir
şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?"[Bakara 170]
ayetlerini örnek olarak hatırlayabiliriz. Böyle bir üslubun kullanılması, karşı
tarafın kabulünü kolaylaştıracak, onların inatlarını terketme ve içlerindeki
asabiyet (tarafgirlik) ateşinin söndürülmesi konusunda daha etkin olacaktır.
(7) Durumlar anlatılırken sebeb-müsebbeb konusunda
diri olan adetler doğrultusunda ifade kullanılması hususunda takınılan edeb:
Gerçi Allah işlerin arkasında ne var ne yok biliyordur, bununla birlikte
geçerli olan adetler doğrultusunda (kulların haline benzer) ümitvar bir üslup
kullanmayı tercih etmiştir. Mesela: "Umulur ki Rabbin seni övülen bir
makama ulaştırır"[İsra 79]; "Belki Allah bir zafer verir veya
katından bir emir getirir de ... "[Maide 52]; "Hoşlanmadığınız bir
şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir. "[Nisa 19] Yine bu kabilden olmak
üzere pek çok ayetin sonunda gelen "umulur ki sakınırsınız,"
"umulur ki hatırlarsınız" vb. gibi ifadeler de konumuza misal
olmaktadırlar. Umma, beklenti içinde olma, korku hissetme vb. gibi duygular,
ancak işlerin arkasında ne olup biteceğini bilmeyen kimseler için geçerlidir.
Yüce Allah ise, geçmişte olanı, gelecekte olacağı, olmayacağı; olsaydı nasıl
olacağını ... hep bilir. Bununla birlikte bu gibi durumlardan bahsederken,
bizim bu gibi konularda kullanageldimiz üslubu kullanmıştır. Bu durumda,
çoğunluk insanların sahip olmadıkları bilgi sebebiyle herhangi bir şekilde bir
işin sonucunu bilen bir kimsenin de aynı üslubu kullanması ve o şeyden
bahsederken o şeyin sonucunu kesin bilmeyen insanların kullanacağı ifadeyi kullanması
ve kendisinin de çoğunluk insanların içinde olduğu hissini vermesi gerekir. Bu
tavır, "tenezzül at-ı ilahi" türünden olmakta ve övgüye değer
bulunmaktadır (aydın kesimin halk seviyesine inmesi gibi). Bu konuda Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] tavrı da bizim için bir örnektir. O, münafıkların çoğunun
durumunu biliyordu. Yüce Allah, peygamberini onların iç yüzlerinden haberdar
kılıyordu. Ancak Hz. Peygamber, sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi, zahirde
onlara da mü'minlere davrandığı gibi davranıyordu. Çünkü zahirde onlar da
mü'minler gibi idiler. Açıklamaya çalıştığımız konu da bu türdendir ve konunun
örnekleri pek çoktur.
Durum böyle olunca,
ikinci yönden yani tabi delalet unsurlarından da, asli delalet unsurları
kapsamında bulunmayan şeri hükümler elde edildiği, pratik faydalı neticelere
ulaşıldığı ortaya çıkmış olmaktadır. Bu durum daha önce tercihte bulunduğunuz
tarafın görüşlerini zayıflatmaz mı?
CEVAP: Bu örnekler ve
benzerlerinde ulaşılan neticeler, lafızların mana için konuluşları (vaz')
açısından çıkarılmamıştır. Bunlar başka bir yolla, yani Kur'ani adaba riayet
neticesinde elde edilmiş bulunan hükümlerdir.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:
ÜÇÜNCÜ NEV'İ
ŞERİAT, GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK İÇİN KONULMUŞTUR