EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞERİATIN ANLAŞILMAK İÇİN
KONULMUŞ OLMASI / ÜÇÜNCÜ MESELE:
İlk muhataplar ümmi
olduğu için, kutlu İslam şeriatı da ümmidir. Şari' Teala'nın şeriatten
gözettiği maksatların gerçekleşebilmesi için en uygun yol da budur.
Bu hususa aşağıdaki
durumlar delalet eder:
(1) Gerek mana ve gerekse lafız bakımından
mütevatir olan ve bu hususa delalet eden nasslar: Mesela, "Ümmı kimseler
arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab'ı ve
hikmeti öğreten bir peygamber gönderen odur ... "[Cuma 2]; ''Allah'a ve
okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine inanın ... "[A'raf 158]
ayetleriyle "Ben üm mı bir ümmete gönderildim" hadisini burada
hatırlayabiliriz. İslam ümmetine "ümmi" denmesinin sebebi, daha önce
geçen kavimlerin ilimlerine sahip olmamaları yüzündendir. "Ümmi"
kelimesi, Arapça'da "anne" anlamına gelen "ümm" kelimesinin
ism-i mensubudur ve "anasından doğduğu gibi kalan, okuma yazma öğrenmeyen,
ilk yaratıldığı konumunu muhafaza eden" anlamına gelmektedir. Bir hadis
"Biz ümmı bir ümmetiz; hesap kitap bilmeyiz. Ay böyledir, böyledir ve
böyledir" şeklindedir. Bu hadiste Hz. Peygamber [s.a.v.]
"ümmilik" vasfını açıklamış ve ondan maksadın "hesap kitap
bilmeme" yani bunlarla ilgili ilimlere sahip bulunmama olduğunu
belirtmiştir. "Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış
değildin. Öyle olsaydı., Mtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi"[Ankebut 48]
ayetinde de aynı anlamda kullanılmıştır. Bu türden olan ve ilk muhatapları ümmi
olduğu için, aynı şekilde İslam şeriatının da ümmi olduğunu ortaya koyan Kitap
ve sünnetten pek çok delil bulunmaktadır.
(2) Ümmi peygamber Hz. Muhammed'in [s.a.v.]
özelolarak Araplara genel olarak da bütün insanlığa getirdiği İslam şeriatı, ya
ümmi olacak yani anlaşılması ve yaşanabilmesi için belli bir ilim ve tahsile
ihtiyaç duyulmayacak şekilde gelecekti; ya da öyle olmayacaktı. Eğer onların
belli bir ilim, tahsil ve ihtisasa ihtiyaç duyulmadan anlayabilecekleri ve
tatbik edebilecekleri şekilde gelmişse, işte bu özelliğe şeriatın ümmi oluşu ya
da ümmilerin şeriatı oluşu denmektedir. Eğer böyle değilse, o zaman şeriatın,
muhataplarca bilinmeyen ve anlaşılmayan bir şekilde inmiş olması gibi bir
netice lazım gelecektir. Bu ise şeriatın özüne, onun konuluş şekline aykırıdır.
Şeriatın mutlaka muhatapların anlayabileceği bir şekilde olması gerekir. İlk
muhataplar olan Araplar ümmi idiler. Öyle ise onlara indirilen şeriat da üm mi
olacaktı.
(3) İslam şeriatı eğer Arapların o günkü
seviyelerinde olmasaydı, o zaman onlar için mucize olamazdı. Kur'an'ın meydan
okuyuşu karşısında: "Bu bizim seviyemizde değil ki, bizim sözümüze
benzemiyor, bizce bilinen türden değil; bizim sözlerimiz biz ce biliniyor ve
anlaşılıyor, bu ise bilinmiyor ve anlaşılmıyor ... " gibi ifadelerle mazeret
belirtmeleri mümkün olur ve o haliyle Kur'an onları acze düşüren bir mucize
özelliği arzetmezdi. Ayet-
te: "Biz bu
Kur'an'ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: 'Ayetleri uzun açıklanmalı değil
miydi. Bir Arab'a yabancı bir dille söylenir mi?' derlerdi"[Fussilet 44]
buyrulmakta ve şayet Kur'an Arapça indirilmeseydi, Arap olan ilk muhataplarının
haklı mazeretleri olurdu, denilmektedir. Arap müşrikler:
"Muhammed'e elbette
bir insan öğretiyor"[Nahl 103] deyince, Yüce Allah: "Kas d ettikleri
kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise fasih Arapça'dır"[Nahl 103] diyerek
iddialarını reddetmiştir.
Araplar Kur'an'ın açık
üstünlüğü karşısında boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Bu da, onun kendi
bildikleri üslup ve tarzda olmakla birlikte bir benzerini ortaya koymaktan aciz
kaldıklarını göstermektedir. Bu hususun delilleri çoktur.
FASIL:
Arapların da
ilgilendikleri ve nakledegeldikleri ilimler vardı. Keza onlardan sağduyu
sahipleri üstün ahlak anlayışına ve güzel huylara sahip olmaya önem
veriyorlardı. Şeriat, bunlardan iyi, güzel ve hoş olanları kabulle karşıladı,
onlara ilavelerde bulundu; kötü, çirkin olanları da iptal etti. Onlardan
faydalı olanların faydalarını, zararlı olanların da zararlarını açıkladı.
Onların sahip oldukları
ilimlerden bazıları şunlardır:
1. Nücum (yıldız) ilmi:
Bu ilimle karada ve denizde yollarını buluyarlar, onların hareketleriyle zamanı
ayarlıyorlardı. Ay ve güneşin seyri sırasında uğradıkları konaklar ve bunlarla
ilgili durumları biliyorlardı. Bu Kur'an'ın çeşitli yerlerinde atıfta bulunulan
ve kabulle karşılanılan bir ilim oluyordu. Mesela, "O, yıldızları kara ve
denizin karanlıklarında yol bulasınız diye sizin için var edendir ...
"[En'am 97]; "Onlar yıldızlarla yollarını bulurlar"[NahI 16];
''Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir.
Ay'a erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez.
Her biri bir yörüngede
yürürler"[Yasin 39-40]; "Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan; yılların sayısını
ve hesabı bilmeniz için, aya konak yerleri düzenleyen 0'dur"[Yunus 5];
"Gece ve gündüzü varlığımıza birer delil kıldık. Bir delil olan geceyi
kaldırıp yine bir delil olan gündüzü -Rabbinizin bol nimetini aramanız,
yılların sayısını hesabını bilmeniz için- aydınlık kıldık"[İsra 12]; ''And
olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını
sağladık''[Mülk 5]; "Ey Muhammed! Sana hilal halindeki ayları sorarlar. De
ki: 'Onlar insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür' .. "[Bakara 189] Ve
buna benzer ayetler.
2. Enva', yağmurun ne
zaman yağacağı, bulutların hangi vakitte oluşacağı, bulutları sürükleyen
rüzgarların ne zaman eseceği konularıyla ilgili bilgiler: Şari' Teala,
bunlardan hak olanları batıl olanlarından ayırmış ve bu konuda şöyle
buyurmuştur: "Korku ve ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla
yüklü bulutları meydana getiren O'dur. O'nu gök gürlemesi hamd ile, melekler de
korkularından tesbih ederler''[Ra'd 12-13]; "Söyleyin, içtiğiniz suyu
buluttan indirenler sizler misiniz yoksa onu Biz mi indiririz?"[Vakıa
68-69]; "Yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur yağdırdık''[Nebe' 14];
"Rızkınıza şükredeceğiniz yerde onu vereni mi yalanlıyorsunuz?''[Vakıa 82]
Tirmizi'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber [s.a.v.] bu ayeti şu
şekilde açıklamıştır: "(Nimetlerin O'ndan geldiğini unutuyor) ona gereği
gibi şükretmiyor ve: 'Biz şunun ya da bunun nev'i ile, şu ya da bu yıldız
sayesinde yağmura kavuştuk' diyorsunuz. " Başka bir hadislerinde de şöyle
buyurmuşlardır: "Allah: Kullarımdan kimisi mü'min, kimisi de kafir
sabahladı. Kim Allah'ın lütfu ve rahmetiyle yağmura kavuştuk dediyse; işte o
bana ıman ve yıldızı inkar etmiştir; kim de falan ve falan yıldızın doğması
(nev'i) veya batmasıyla yağmura kavuştuk dediyse; o da beni inkar, yıldıza ıman
etmiştir, buyurdu. " Muvatta'da -ki İmam Malik'in yalnız başına rivayet
ettiği hadislerdendir- yer alan bir hadiste de:
"Deniz tarafından
bir bulut gözükür ve Şam'a doğru yönelirse, o bulut bol yağmur yüklü bir pınar
(gibi) dir'' buyrulmuştur. Hz. Ömer, minberde, halk da aşağıda onu dinlerken
Hz. Abbas'a: "Süreyya'nın nev'inden kaç gün kaldı?" diye sormuş, o
da: "Onun nev'inden şu kadar kaldı" diye cevap vermiştir. Bu
naklettiğimiz deliller, enva' ve yağmurların yağması gibi konularda onların
mevcut bilgi ve inanışlarının hak olanını batıl olanından ayırmaktadır. Yüce
Allah yine bu konularla ilgili olmak üzere: "Rüze garları aşılayıcı olarak
gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu
toplayamazdınız"[Hicr 22]; "Rüzgarları gönderip de bulutları yürüten
Allah'dır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra
diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir''[Fatır 9] buyurmaktadır. Buna
benzer daha pek çok ayet bulunmaktadır.
3. Tarih ve geçmiş
milletlerle ilgili haberler: Kur'an'da ve sünnette bu türden atıflar pek
çoktur. Kur'an'da daha da çoktur ve büyük bir çoğunluğu da Arapların
nakledegeldiklerine benzer olmakla birlikte onların bilmedikleri gayb haberleri
türündendir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed! Bu sana
vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefilolacak diye
kalemlerini atarken sen yanlarında değildin"[Al-i İmran 44]; "Ey
Muhammed! Bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. Sen de, milletin de
daha önce bunları bilmezdiniz. "[Hud 49] Hadislerde de, Arapların ataları
Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in Ka'be'yi inşalarıyla ilgili haberleri vb.
hatırlayabiliriz.
4. çoğu ya da tamamı
batıl olan ilimler: lyafe, zecr, kehanet, remil hattı, çakıl atma, uğursuzluk
telakkileri gibi. Şeriat bunlar içerisinde kehanet, zecr, remil hattı gibi
batıl olanları iptal etmiş ve onları yasaklamıştır; gaybı öğrenmek şeklinde
olmayan falı (fa'l-ı hayr = hayra yarma) kabulle karşılamıştır. Kehanet ve
zecrde gaybı öğrenme iddiası vardır. Bu tür şeylerin büyük çoğunluğu, bir
delile dayanmaksızın gayb hakkında tahminde bulunmaktan ibarettir. Hz.
Peygamber [s.a.v.] bunlara mukabil olmak üzere gayba kesin olarak delalet
edecek vahiy ve ilham yollarını getirmiş; ölümünden sonra nübüvvetten bir cüz
olmak üzere de ümmeti için sadık rü'yayı bırakmıştır. Keza bazı seçkin kimseler
için de bazı nümuneler bırakmıştır ki bunlar da ilham ve firaset olmaktadır.
5. Tıb ilmi; Araplar da,
ilk tabiblerden kalma yoluyla ve öncekilerin ortaya koydukları tabiat ilimleri
üzerine kurulu haliyle değil de, kendi ümmi tecrübelerinden elde ettikleri bazı
tıbbi bilgilere sahip bulunuyorlardı. Şeriatta da bu doğrultuda atıflar gelmiş;
ancak öyle detaylı değil, derli toplu ve sadra şifa verici, az olmakla birlikte
çok büyük netice beklenecek vaziyette temas edilmiştir. Yüce Allah:
"Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz"[A'raf 31] buyurmuştur. Hadislerde
de, bazı dertlere karşı birtakım ilaçların tarifi yapılmış, tıb olarak
geçerliliği kabul edilen şeyler arasında batıl olanlar ise iptal edilmiştir.
Mesela şarapla tedavi, şer'an caiz olmayan unsurları içeren rukye (okuma,
efsun) ile tedavi bunlardandır.
6. Belagat ve fasahat:
Çeşitli üslup ve şekiller, fasahat örnekleri, sözü çeşitli kalıplara koyabilme
yeteneği Arapların en üstün oldukları bir alandı. Buna rağmen Kur'an onları
acze düşürecek bir tarzda geldi. Yüce Allah şöyle buyurur: "De ki:
'İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini
ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki, yine de benzerini ortaya
koyamazlar. "[İsra 88]
7. Darb-ı meseller: Bu
konuda da Yüce Allah: "And olsun ki, biz Kur'an'da insanlara," türlü
türlü misal gösterip açıkladık."[İsra 89] Ancak darb-ı meseller
içerisinden şiiri kullanmamıştır; çünkü o hak değildir. Bu yüzden Yüce Allah:
"Biz Muhammed'e şiir öğretmedik, zaten ona gerekmezdi"[Yasin 69]
buyurmuş, bunun anlamını da: "Şairlere ancak azgınlar uyar. Onların her
vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez
misin?"[Şuara 224-225] Buradan da anlaşılıyor ki, şiirin bir temeli
yoktur. O her vadide şaşkın şaşkın dolaşmak ve fiillerin doğrulamadığı söz
demektir. Bu ise, Allah'ın getirdiği şeriatın esaslarına ters düşen bir şeydir.
Ancak bu konuda Allah'ın getirdiği istisna bakidir.
Buraya kadar verdiğimiz
örnekler, ümmi olan Araplara nisbetle üzerinde durduğumuz konuya işaret için
yeterlidir.
Güzel ahlak sahibi olmak
ve bunlarla ilgili talepler ise, muhataplardan ilk istenilen hususlar
olmaktadır. Bu tür konuların işlenmesi daha çok Mekke döneminde inen sürelerde
görülür. Böylece şeriat onlara yaklaşırken daha ısındırıcı bir yol izlemiş ve
kendilerince zaten övgüye değer bulunan bu konularda daha da etkin bulunması
amaçlanmıştır. Bu konularla ilgili olmak üzere Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder;
hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt
verir"[Nahl 90]; "De ki: 'Gelin size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri
söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik yapın,
yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin ... "[En'am 151]; "Ey
Muhammed de ki: 'Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları
haram kılan kimdir?' ... "[A'raf 32]; "De ki: 'Rabbim sadece, açık ve
gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü ... haram kılmıştır.
"[A'raf 33] Bunlara benzer daha pek çok ayet aynı konuyu işlemektedir.
Allah Teala, onların
güzel ahlak telakkilerine katılmak ve bu konuları işlemekle birlikte, bunlara
nisbetle daha önemli olan bir konuyu da bunlar arasına katmış bulunuyordu:
Şari'in en büyük amacı olmak üzere şirki ortadan kaldırmak ve ahiretle ilgili
konuları inkarı yasaklamak. Aslında öyle olmadığı halde kerem ve güzel ahlaktan
kabul ettikleri şeyleri, yahut fayda ve zarar içermekle birlikte, zararı
faydasından daha çok olan şeyleri iptal etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Ey inananları İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi
pisliklerdir, bunlardan kaçının ki, saadete eresiniz. "[Maide 90] Sonra
Yüce Allah bunlarda -özellikle de içki ve kumarda- bulunan zararları, bunların
insanlar arasında düşmanlık, kin ve buğza sebeb olduklarını, Allah'ı zikirden
alıkoyduklarını açıklamıştır. Bu sayılan zararlar, onların zannettikleri
faydadan daha büyüktür. Onlar güya içkinin korkağa cesaret verdiğini, cimriyi
cömertliğe teşvik ettiğini, tenbeli zindeleştirdiğini söylüyorlar ve onun
faydalı olduğuna inanıyorlardı. Kumar da onlarca güzel bir şeydi. Çünkü kumar
sonucunda fakir ve yoksulları da doyuruyor, ihtiyaç sahiplerine onları kollamak
suretiyle şefkat gösteriyorlardı. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak:
"Sana içki ve
kumarı sorarlar, de ki: 'İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı
faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür' ... "[Bakara 219]
buyurmuş ve onların bu kuruntularının yerinde olmadığını belirtmiştir. Şeriatın
tamamı sadece iyi huylarla ahlaklanma demektir. Bu yüzden Hz. Peygamber
[s.a.v.]: "Ben sadece ahlakın güzelliklerini tamamlamak için
gönderildim" buyurmuştur.
Ancak güzel ahlak
prensipleri iki kısımdır: Birincisi, alışılagelmiş ve makul, kabule yatkın olan
kısım. İslam'ın ilk yıllarında bu tür ahlak prensiplerine uyulması istenmiştir.
Bunlar iyice yerleştikten yani alt yapı oluştuktan sonra ise bunları
tamamlayıcı diğer unsurlar getirilmiştir ki, bunlar da ikinci kısım ahlak
prensiplerini oluşturmaktadır. Bunlar içerisinde ilk planda hikmeti hemen
anlaşılmıyor olanlar vardı. Bu tür olanlar geciktirilmişti. Bunlar içerisinden
en geriye bırakılan da riba yasağı vb. hükümlerdi. Bütün bunlar güzel ahlak
düsturlarına yöneliktir ve bunlar Araplarca genel anlamda bilinen şeylerdi.
Dikkat edilirse,
Araplara ait cahiliye döneminde mevcut bulunan ve İslam tarafından benimsenen
hükümler bulunduğu görülecektir. Nitekim kıraz (mudarabe), diyetin (yüz deve
olarak) belirlenmesi, diyetin (hata yoluyla öldürmelerde) akile üzerine
yüklenilmesi, çocuğun nesebinin kıyafet ilmi (kaiflik) yoluyla babasına
katılması, hac esnasında Meş'ar-ı Haram'da vakfe yapılması, hünsa hakkında
verilen hüküm, mirasta erkek çocuğuna kız çocuğunun alacağı hissenin iki katı
verilmesi, kasame ve alimlerce zikredilen daha başka örnekler bu türdendir.
Sonra diyoruz ki: İslam
bununla yetinmedi ve onların anladıkları tarzda ve gök, yer, dağlar, bulutlar,
bitkiler gibi bildikleri şeylerden istifade ile tevhid (Allah'ın birliği)
delillerini, aynı şekilde ahiret ve nübüvvet (peygamberlik) delillerini getirdi
ve onlara anlayacakları şekilde hitap etti. Onların ellerinde semavi
şeriatlardan bir kalıntı olarak bulunan, ataları Hz. İbrahim'in şeriatından
kalan az bir şeydi. Bu itibarla İslam, onlara bu açıdan yaklaştı ve onları ona
davet etti, Hz. Muhammed'in getirdiği şeriatın aynısıyla Hz. İbrahim'in şeriatı
olduğunu vurguladı. Mesela şu ayetleri bu konuda hatırlayabiliriz: "O,
sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk
kılmamıştır. Size müslüman adını veren O'dur ... "[Hac 78]; "İbrahim,
yahudi de, hıristiyan da değildi, ama o doğruya yönelen (hani!) bir müslimdi
... "[Al-i İmran 67] Evet durum böyle idi. Ne var ki, Araplar onun
şeriatını değiştirmişler, fazladan birçok şeyler sokmuşlar ve onun hakkında
ihtilafa düşmüşlerdi. Bütün bunlardan sonra onun tekrar düzeltilmesi Muhammed
[s.a.v.] tarafından olacaktı. Yüce Allah, onların üzerinde olan nimetlerini
belirtmiş, halihazırda bulunan ve gelecekte elde edecekleri nimetlerini
bildirmiş, cennet nimetleri ve çeşitlerini anlatırken onlarca dünyada bilinen
nimet çeşitlerini kullanmış; ancak bu nimetlerin dünyada iken verdikleri
sıkıntı ve eziyetlerin hiçbirisinin cennet nimetlerinde olmadığını
vurgulamıştır: "Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz
ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip
tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler
üzerindedirler. Biz ceylan gözlüleri defterleri sağdan verilenler için yeniden
yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.
"[Vakıa 28-38] Allah bu ve benzeri ayetlerde, cennet yiyecek ve
içeceklerini onların bildiği türlerle açıklamıştır: Su, süt, içki, bal, hurma,
üzüm ve benzeri bildikleri meyve ve yiyecek isimlerini kullanmış; onların
bilmedikleri acem meyve ve yiyeceklerinden olan ceviz, badem, elma, armut gibi
isimleri kullanmamış, bilakis bunları "meyveler" kelimesi içinde
mevcut kılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey Muhammed! Rabbinin yoluna,
hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış ... "[NahI
125] Kur'an'ın tamamı hikmettir. Onlar hikmeti biliyorlardı; içlerinde hikmet
sahibi kimseler bulunuyordu. Bununla birlikte Kur'an, onları bir benzerini
getirmekten acze düşürecek hikmet incileri getirmişti. İçlerinde öğüt ve
nasihat veren kimseler vardı. Kus b. Saide vb. bunlardandı. Kur'an onlarla hep
bildikleri alanlarda mücadele etmiş, onların bilmedikleri bir yol ya da metoda
başvurmamıştır. Kur'an ve Arap edebiyatı üzerinde bu üç açıdan düşünenler,
Kur'an'ın getirdikleriyle Arap edebiyatında mevcut bulunan şeylerin hep aynı
türden olduklarını göreceklerdir. Şu kadar var ki, Kur'an'da kendisine has,
Arap edebiyatında bulunmayan ve onun mucize yönünü oluşturan özellikler vardır.
Arapların üzerinde
bulundukları her hususta durum aynıdır. Şeriat hiçbir konuda onlarca bilinen
durumlar haricine çıkmamıştır.
Bu husus ortaya çıktığına
göre, şeriatın ümmiliği de açık ve net olarak anlaşılmış demektir.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: