EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞERİATIN ANLAŞILMAK İÇİN
KONULMUŞ OLMASI / BİRİNCİ MESELE:
Kutlu İslam şeriatı Arapça'dır ve onu diğer yabancı dillerle anlama imkanı yoktur.
Aslında bu konu fıkıh usulü
bahislerinde işlenmekte, orada bazı usulcülere göre Kur'an'da
yabancı kökenli kelimeler bulunmadığı, diğer bazılarına göre ise, onda ancak
Arapların konuşa geldikleri kelimelerin bulunduğu, dolayısıyla kök itibarıyla
Arapça olmasa bile Arapçalaşmış kelimelerin bulunabileceği belirtilmektedir.
Biz burada, bu başlığı konunun bu yönü için açmış değiliz.
Bizim bu konudan
maksadımız şudur: Kur'an Arap diliyle inmiştir;
dolayısıyla onu anlama çabaları da, yine ancak Arap dili vasıtasıyla olacaktır.
"Biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kur'an
olarak indirdik"[Yusuf, 2]; "Onu apaçık Arap diliyle, uyaranlardan
olman için Cebrail senin kalbine indirmiştir''[Şuara 195]; "And olsun ki: 'Muhammed'e elbette bir insan öğretiyor'
dediklerini biliyoruz. Kasdettikleri kimsenin dili
yabancıdır; Kur'an ise fasih bir Arapçadır"[Nahl 44]; "Biz bu Kur'an'ı
yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: "Ayetleri uzun açıklanmalı değil
miydi?, Bir Arab'a yabancı
dille söylenir mi?" derlerdi.''[Fussilet 44] Bu
ve benzeri ayetlerde Kur'an'ın Arapça olduğu, Arabın diliyle geldiği; onun yabancı bir dille, Arapların
dışında başka bir ulusun diliyle gelmediği belirtilmiştir. Bu durumda, kim Kur'an'ı anlamak isterse, ona mutlaka Arap dili açısından
yaklaşmak zorundadır. Başka yollardan yaklaşarak onu anlamaya çalışmak imkanı
yoktur. Bizim bu meseleden kasdettiğimiz şey işte
budur.
Kur'an'da yabancı kökenli kelimelerin bulunması veya bulunmaması
konusuna gelince, eğer Araplar bu kelimeleri kullanıyorlar, manalarını
anlıyorlarsa, o takdirde böyle bir şeyi problem edinmenin bir anlamı yoktur.
Çünkü, yabancı kökenli de olsa, bir kelimeyi Araplar kullanmışlar ve
kendilerine mal etmişlerse, artık o kelime kendi dillerinden olmuştur. Dikkat
edilecek olursa, Araplar hiçbir yabancı kelimeyi orijinal dilindeki telaffuzu
üzere bırakmazlar. Ancak çok nadir olarak kelimenin harfleri Arap harflerine,
onların çıkış yerlerine tıpatıp uyuyorsa, o durumda bir değişikliğe
gitmemişlerdir. Bu tür kelimeler ise çok azdır. Bu durumda, telaffuzu da
değişen kelime, artık Arapça'ya malolmuştur.
Eğer yabancı kelimenin harfleri, Arap harflerine tamamen ya da kısmen
benzemiyorsa, bu durumda Araplar, mutlaka o kelimeyi kendi dillerindeki
harflere çevirerek almışlar ve hiçbir zaman onu yabancı dildeki asıl
telaffuzuyla kendi dillerine nakletmemişlerdir. Arapça kalıp dili olması
sebebiyle, giren yabancı kelimeler eğer kalıba uyuy'orsa
olduğu gibi, uymuyorsa bazı değişikliklerle uydurularak alınmıştır. Bütün
bunlardan sonra yabancı dillerden giren bu kelimeler, artık Arap diline
eklenmiş bir hal almakta, ondan sayılmaktadırlar. Aynen daha önceden olmayan ve
irticalen söylenen sözleri şiirler ve onlar için konulan ve zinler
de olduğu gibi. Bu husus, Arap diliyle uğraşanlarca bilinen bir konudur; bu
konuda herhangi bir tartışma ya da problem de bulunmamaktadır.
Kaldı ki, son devir
alimlerinin konuyla ilgili belirttikleri görüş ayrılıkları üzerine herhangi şeri bir hüküm de doğmamakta; fıkhi
bir mesele ortaya çıkmamaktadır. Sadece Kelamla ilgili bir meselenin ortaya
konulması belki mümkün olabilir. Yüce Allah, Kur'an'da
yabancı kökenli isimleri Arapların dillerinde yer ettiği şekilde zikretmiş
olmakla, bu konuda bir araştırmaya girme külfetini ortadan kaldırmıştır.
Şu halde biz "Kur'an Arap diliyle indirilmiştir, o Arapça'dır
ve onda yabancı (ucme) kelime yoktur ... "
derken, bununla şunu kasdetmiş oluyoruz: Kur'an, gerek kelime manaları, gerekse manaları ifadede
kullanılan üslup şekilleri konusunda Arapların bildiği ve kullandığı dille
inmiştir. Kendi tabii dilleri olması hasebiyle onlar, dili kullanırken amm (genel) bir ifade kullanırlar; bununla zahiri
kastedebilirler; keza amm bir ifade kullanırlar,
bununla bir açıdan amm başka bir açıdan hass (özel) bir mana kasdedebilirler;
keza amm bir ifadeden has bir anlamı murad edebilirler; zahirden zahir olmayan bir anlam ...
çıkarabilirler. Bütün bunlar sözün başından, ortasından ya da sonundan
anlaşılır. Konuşulan sözün başı sonunu, sonu da başını tamamlar. Kullanıllan bazı sözler, hal kadnesiyle
anlaşılır, nitekim işaretler de kullanılır.' Aynı şey, pek çok isimle
anılırken, farklı farklı şeylere aynı isim verildiği
de olur. Bütün bunlar Araplarca bilinen şeylerdir. Onlar ve onların dilleri
üzerinde ihtisas yapan kimseler bu konuda herhangi bir kuşku duymazlar.
İşte Kur'an
da, gerek getirdiği manalarda, gerek kullandığı ifade şekillerinde (üslüp) Arap diline has bu özellikleri arzeder.
Nasıl ki, yabancı dillerin anlaşılması Arapça ile olamazsa, Arapça'nın
anlaşılması da diğer yabancı diller yoluyla olamaz. Çünkü Arapça, gerek dilin
konuluşu, gerekse üslüp çeşitleri takımından diğer
dillerden tamamen farklıdır. Bu konuya ilk dikkat çeken şahıs,
"Risale" adlı ilk fıkıh usülü eserinin
sahibi İmam Şafii'dir. Ondan sonra gelen pek çokları ise, konuya bu açıdan
yaklaşmamış ve meseleyi başka bir mecraya çekmişlerdir. Bu yüzden konuya tekrar
dikkat çekmek gereği duyulmuştur.
Tevfik ancak
Allah'tandır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: