EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞARİ'İN ŞERİAT'IN KONULMASINDAKİ KASDI / ON BİRİNCİ MESELE:

 

Şari'in teşri sırasındaki, maslahatların teminine yönelik amacı, mutlak ve genel bir özellik arzeder; fıkhın belli konularına veya belli mahallere ait olmadığı gibi, ihtilafmahalleri dikkate alınmaksızın sadece üzerinde ittifak edilen alanlara da münhasır değildir.

 

Bunun delillerinden biri, daha önce açıklanan ve masIahatların mutlak anlamda dikkate alındığının ve hükümlerin teşrii sırasında kulların maslahatlarının amaçlandığının belirlenmesidir. Eğer maslahata riayet esası belli mahal ve konulara münhasır olsaydı, o durumda hükümler mutlak anlamda masIahatlar için konulmuş olmazdı. Ancak deliller, hükümlerin mutlak slirette masIahatlar için konulmuş olduğunu ortaya koymuştur. Bu husus, maslahata riayet prensibinin belli konu ve alanlarla sınırlandırılmış olmadığını; aksine, hükümlerin konulması sırasında mutlak slirette ve genel anlamda masIahatların dikkate alındığını göstermektedir.

 

Sonra gelen alimlerden biri -ki Karaii oluyor- yanlış bir mütalaa yürütmüş ve şöyle demiştir: "Maslahata riayet prensibi, ancak İctihadi meselelerde isabet eden yalnız bir kişidir' (muhattie) diyenlerin görüşüne göre geçerlilik kazanır. Çünkü aklen zorunlu olarak bilinir ki, racih güçlü ve tercihe şayan) olan bir şeyin, hem racih hem de zıddı (mercuh, zayıf) olması imkansızdır. Aksine, iki şeyden birisi daha güçlü (racih) olduğunda tabiatıyla öbürü de mercuh (zayıf) olacaktır. Aklen zorunlu olarak bilinen bu husus, ictihadi konularda ancak bir kişinin isabet etmiş olacağını ortaya koymaktadır. Bu durumda racih (güçlü ve tercihe şayan) olan doğrultusunda fetva veren isabet etmiş olacak, diğerlerinin ise hata etmiş oldukları ortaya çıkacaktır. Çünkü onlar mercuh doğrultusunda fetva vermiş olacaklardır. Dolayısıyla 'bütün müctehidlerin ictihadlarında isabetli olacakları' (musavvibe) tezi, hem kıyasın delilliği, hem de şeriatın maslahatlara tabi olduğu esaslarıyla çelişki arzetmektedir."

 

Karafi'nin sözleri işte böyle.

 

Karafi, hocası İbn Abdisselam'dan da (ö. 660 / 1262) şöyle nakilde bulunur: "Bunların: 'Bu kaide ancak icmaa dayalı hükümlerde söz konusu olabilir' demeleri kaçınılmazdır. İhtilaflı konularda ise, Allah'dan sadır olan hüküm, işin aslında racihe (daha güçlü ve tercih e şayan) tabi değildir; aksine sadece zanlarda racih durumunda bulunanlara tabidir. O şeyin işin aslında racih ya da mercuh bulunması arasında bir fark yoktur." İbn Abdisselam, musavvibenin tezinin, racih belirlenmiş olacağı için, hükümlerde maslahata riayet prensibiyle bağdaşmayacağı konusunu da kabul etmiştir. O devamla şöyle demiştir: "Her müctehidin ictihadında isabetli olacağı tezini kabul eden kimselerin 'hüküm veren hakim' hadisindeki 'hata' tabirini sebeblere yorması gerekecektir. Çünkü, hatanın ictihadın sebeblerinde yapılabileceğinde ittifak vardır. Bu durumda hadiste sözü geçen ictihad hatasını, bizzat hüküm de yapılan hataya değil de, ittifakla kabul edilen sebeblerde (vesait) yapılan hata anlamına yormak daha uygun olacaktır."

 

İbn Abdisselam'dan nakledilen de böyle.

 

Öyle gözüküyor ki, kaide her iki mezhebe göre de yürümektedir. Çünkü musavvibeye göre hükümler izafi (göreli) dir. Zira onlara göre, Allah'ın hükmü müctehidin inceleme ve düşüncesine bağlıdır. MasIahatlar ise ya (Eşarilere göre) hükme tabidir ya da (Mutezile'ye göre) hükümler maslahatlara tabidir. Bu durumda ihtilaflı konularda masIahat ya da mefsedetler, müctehide göre işin aslında ve kendi zannınca sabit bulunurlar. (Bu durum da izafidir) ve burada muhattie ile musavvibe arasında bir fark da bulunmamaktadır. Mesela: Maliki mezhebine mensub birisi, yaş sebze ve meyvelerde "riba'l-fadl"ın caiz olduğu kanaatinde (zann-ı galib) bulunur. Bu durumda ona göre galib yön, masIahat yönü olmaktadır. Bizzat işin aslında ve onun zannınca durum aynı olmaktadır. Çünkü ona göre böyle bir muamele şer'an haram olan riba kapsamı dışında kalmaktadır. Dolayısıyla bu mallarda, aynı cinsten peşin mübadelelerde fazlalık almaya yeltenen kimse, caiz olan bir şeye teşebbüs etmiş olacaktır. Caiz olan bir şeyin yapılmasında ise, dünyada ve ahirette bir zarar bulunmamaktadır. Aksine böyle bir muamele de bir masIahat bulunmaktadır; onun için de caiz görülmüştür. Şafii birinin kanaatine göre de böyle bir muamele caiz olmasa; o takdirde bu muamele haram olan riba kapsamına girecektir ve bu muameledeki masIahat ciheti zayıf kalan (mercuh) yönü teşkil etmiş olacaktır. Onun zannınca da, bizzat işin aslında da durum aynıdır.

 

Onu işlemesi durumunda hem dünyada hem de ahirette kendisine zarar dokunacaktır. Dolayısıyla burada musavvibenin hükmüyle muhattienin hükmü aynı olmaktadır.

Tenakuzun (çelişki) olması için, racihin mercuh telakki edilmesinin aynı kişi tarafından yapılması lazımdır. Oysaki, burada iki ayrı müctehidin değerlendirmesi söz konusudur ve onlardan her biri, kendi verdiği hükme esas aldığı illetin, haddizatında işin aslında olduğu gibi değil, kendince işin aslında ve kendi zannınca mevcut olduğuna kanidir. Zira işin bizzat aslında da aynen olması ancak icma ile sabit bulunan meselelerde sahih olur. Bu konuda iki taraf da ittifak etmişlerdir. Bundan sonrasında ihtilaf etmişler ve muhattie; hükmün, müctehide göre işin aslında ve kendi zannınca olan hükümle aynı olduğu; musayyibe de, işin aslında bir hükmün olmadığı, hükmün ictihad sırasında ortaya çıktığı. sonucunu benimsemiştir. Her iki grup da, kendi hükmünü, işin aslında da aynı olduğu zannedilen bir illet üzerine bina etmektedir.

 

Burada, teşri sırasında maslahatı dikkate almayı, Allah üzerine vacib görenlerle, onun bunu bir lütuf eseri olarak yaptığı görüşünde olanlar, neticede birleşmektedirler. Keza masIahat ve mefsedetlerin (hüsün ve kubhun) eşyanın sıfatlarından olduğu kanaatinde olanlarla böyle olmadığı inancını taşıyanlar da (Mutezile'nin ilk mensuplarıyla sonra gelenleri) neticede aynı noktaya gelmektedirler. Bu konu üzerinde daha genişçe durulabilir; ancak konu fıkıh usulünün problemlerinden olmaktadır. Durum böyle olunca, İbn Abdisselam'ın öngördüğü mazerete ihtiyaç kalmamaktadır ve konuyla ilgili çıkmazdan söz etmek yerinde değildir. Çünkü el-Cüveyni, Mutezile'nin, hem ictihad hem de hüküm hakkında "her müctehidin isabet etmiş olacağı" (musavvibe) görüşünü ittifakla benimsediklerini nakletmiştir. Buna göre Mutezile, musayyibe görüşüyle, hüsün ve kubuhun aklı ve fiillerin eşyanın zatında bulundukları görüşünü bir arada ele almakta ve bunların arasını birleştirmektedir. Karaf'l'nin sözü ise, nereden bakılırsa bakılsın tam bir problem arzetmektedir.

Allahu a'lem!

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ON İKİNCİ MESELE