EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞARİ'İN ŞERİAT'IN
KONULMASINDAKİ KASDI / SEKİZİNCİ MESELE:
Şer'an celb edilmek
istenen maslahat ve defedilmek istenen mefsedetler, sadece ahiret hayatına yönelik
bir dünya hayatının gereklerini temin için dikkate alınmakta, sırf nefislerin
arzu ve istekleri doğrultusunda celb ya da detleri istenilmemektedir.
DELİLLERİ:
(1) İnşallah ileride de geleceği gibi, şeriat,
sadece mükellefleri arzu ve heveslerinin esiri olmaktan kurtarmak ve sırf
Allah'ın kulu olmalarını temin etmek için gelmiştir. Şeriatın bu amacıyla,
onun, kulların arzu ve hevesleri, her nasılolursa olsun öncelikle zevklerinin
tatmin edilmesi istekleri doğrultusunda konulmuş olduğunu varsaymak,
birbirleriyle bağdaşmayacak şeylerdir. Yüce Rabbimiz bu meyanda şöyle
buyurmuşlardır: "Eğer gerçek (hak) onların heveslerine uysaydı, gökler,
yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi. "[Mü'minun, 71]
(2) Daha önce de belirtildiği gibi, mükellefiçin doğan
masIahatlar genelde zararlarla katkılı bulunmaktadırlar. Nitekim mefsedetler de
bazı faydalar içerir durumdadırlar. Mesela: İnsan hayatının dokunulmazlığı
vardır ve onlar her türlü saldırıdan korunmalıdırlar (can güvenliği esastır).
Eğer, ya malın heder edilerek canın kurtarılması ya da can pahasına da olsa
malın korunması gibi bir durum ortaya çıkarsa, malın ziyanı göze alınarak
insanın kurtarılmasına öncelik verilecektir. Eğer insanın kurtarılması ne dinin
ihyası karşı karşıya gelecek olursa, insanın ölmesi pahasına da olsa, dinin
ihyası öne alınacaktır. Nitekim kafirlerle cihad edilmesi, mürtedin öldürülmesi
bu esasın birer ayrıntıları olmaktadır. Keza bir insanın hayatı ile pek çok
insanın hayatı karşı karşıya geldiğinde, bir insanın hayatını ortadan
kaldırarak pek çok insanın hayatını kurtarmak da öncelik arzedecektir.
Yolkesicinin öldürülmesi örneğinde olduğu gibi. Bu örneklerde de görüldüğü
ğibi, masIahat ve mefsedetler iç içedir. Yeme ve içme de insan hayatının bekası
söz konusudur. Apaçık faydalar içermesine rağmen yeme ve içme de de, gerek onu
elde etme esnasında, gerek çiğneme ve yudumlamada, gerek yiyip içtikten sonra
hazmetme, dışarı atma vb. gibi hususlarda birçok sıkıntı ve meşakkatler
bulunmaktadır.
Bütün bunlarda önemli
olan husus, nefislerin arzu ve hevesleri doğrultusunda olmaksızın, din ve
dünyanın (birlikte) direği durumunda olan masIahat yönüdür. Hatta bu konuda
sağduyu sahibi insanlar, şeriat gelmeden önce dahi, onun getireceği detaylara
ulaşamasalar bile, kısmen de olsa esas masIahatlarda görüş birliğine
ulaşmışlardır. Mesela dünyaya da ahiret için dünya hayatının yaşanılır halde
tutulması ilkesini benimsemişler ve bir şeriat üzere olmamalarına rağmen bu
yüzden birçok arzu ve heveslerin gereğini yasaklamışlardır. Şeriat geldiğinde
ise, bütün bunlara açıklık getirmiş, ahiret hayatına yönelik bir dünya yaratmak
için bütün mükellefleri gönüllü ya da gönülsüz itaate sevketmiştir.
(3) Bütün menfaat (yarar) ve mazarratlar (zarar)
izafi (göreli) olup, değişmez bir gerçeklik arzetmezler. Yani menfaat ya da
mazarratlar halden hale, kişiden kişiye ve zamandan zamana farklılık
gösterirler. Mesela yeme ve içme insan için açık bir menfaat olmaktadır. Ancak
bu, yemek ihtiyacının bulunması, yenilecek şeyin lezzetli, temiz olması; acı ve
tiksinti verici olmaması, yer yemez hemen veya zaman içinde bir zarar verici
olmaması, elde edilmesi uğrunda gerek dünyada gerekse ahirette bir zarar
doğurucu olmaması; keza o şeyin yenilmesinden dolayı hemen ya da zaman
içerisinde bir başkasına zarar verilmiş olmaması... gibi şartların bulunmasına
bağlıdır. Bu şartların tümü ise, çok nadir bir arada bulunabilir. Pek çok
menfaat, bazı insanlar için zarar olabilir, hatta aynı insanlar için dahi
farklı zaman ve durumlarda zarar şeklini alabilirler. Bütün bunlar, maslahat ve
mefsedetlerin, şehevi arzuların yerine getirilmesi için değil de, dünya
hayatının ayakta tutulması için meşru kılındıkları ya da yasaklandıkları
konusunda açıktırlar. Eğer şehevi arzuların yerine getirilmesi için konulmuş
olsaydı, o durumda arzu ve heveslere tabi olma neticesinde bir zararın ortaya
çıkmaması gerekirdi. Oysaki durum öyle değildir. Buradan da, masIahat ya da
mefsedetlerin arzu ve heveslere tabi olmadıkları anlaşılmaktadır.
(4) Aynı fiil hakkında gözetilecek amaçlar
farklılık arzedebilir. Bundan dolayı bir fiilin işlenmesi durumunda, o fiil
ondan fayda bekleyen kimseler için menfaat olacakken, işlenmemesini isteyen
kimseler için de zarar sayılacaktır. Bu durumda çoğu kez ihtilafların meydana
gelir olması, şeriatın şehevi arzu ve istekler doğrultusunda konulmuş olmasına
imkan vermez. Şeriatın tam ve ahenk içerisinde yürürlükte olabilmesi için
mükelleflerin garazlarına uysun uymasın, mutlak anlamda masIahatın esas
alınması gerekecektir.
FASIL:
Bu arzettiğimiz
açıklamalar sonucunda şu kaideler ortaya çıkacaktır:
(1) Mutlak surette "Menfaatlerde asılolan
izindir (mübahlıktır); zararlarda ise yasaklıktır" dememiz doğru
olmayacaktır. Nitekim Fahreddin Razi böyle demiştir. Zira, gerçek anlamda bir
faydanın, keza aynı vasıfta bir zararın bulunması hemen hemen imkansızdır.
Bunların neredeyse tümü izafilik arzeden şeylerdir.
Madem ki masIahat ve
mefsedetler, Şari'in hitabına bağlıdır ve biz biliyoruz k( Şari'in hitabı da
durumlara, şahıslara ve vakitlere göre farklı biçimde yönelmekte ve aynı şeyle
faydalanmak belli bir hal, durum, zaman ya da şahıs için mübah olurken, daha
farklı bir hal, durum, zaman ya da şahıs için mübah olmamaktadır; bu durumda
mutlak anlamda "Menfaatlerde asılolan izindir (mübahlıktır); zararlılarda
ise yasaklık (haramlık) tır" demek nasıl mümkün olacaktır?
Keza fayda zarardan,
zarar faydadan uzak bulunmayacağına göre, aynı şey hakkında hem emir hem de
yasak nasıl bir arada bulunacaktır? Mesela şarap hakkında, "Madem ki o
kafayı bulduruyor, tasayı gideriyor, insanı cesaretlendiriyor; öyleyse orada
asılolan mübahlıktır; öbür taraftan o insanın aklını başından alıyor, Allah'ı
anmaktan ve namazdan alıkoyuyar; öyleyse asılolan onun haramlığıdır" demek
mümkün müdür? Fayda ve zarar birbirlerinden uzak olmayacaklarına göre böyle bir
netice ortaya çıkmaz mı? Yine: "Hoşa gitmemesi, acı ve tiksinti verici
olması sebebiyle ilaç içmede asılolan yasaklıktır; faydası olması sebebiyle de
onun içilmesinde asılolan mübahlıktır" demenin bir anlamı yoktur. Çünkü
fayda ve zararı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu durumda her şeyde asıl,
aynı anda hem mübahlık hem de haramlık olacaktır. Böyle bir netice ise aklen
imkansızdır (muhaldir).
İTİRAZ: Zarar ve faydanın
karşı karşıya gelmesi durumunda, güçlü taraf dikkate alınır ve hüküm de ona
nisbet edilir. Diğer kısım ise, dikkate alınmaz ve sanki yok gibi kabul edilir.
CEVAP: Sizin bu
itirazınız, bizim iddiamızı desteklemektedir. Çünkü bu itiraz, menfaatlerde
asılolanın mutlak anlamda mübahlık, zararlarda da asılolanın mutlak anlamda
yasaklık olmadığını; bilakis bir şeyin fayda ya da zarar kabul edilmesinin
"ahirete yönelik bir dünya"nın gereklerine bağlı olduğunu gösterir.
Her ne kadar bu yolda beklenti halinde olan bazı zararlar ya da bertaraf
edilebilecek bazı faydalar bulunabilecekse de, bir şeyin masIahat ya da
mefsedet olduğunu belirlemede kıstas, ahirete yönelik bir dünyanın gerekleri
olacaktır.
(2) Karafi, masIahat ve mefsedetler konusunda bir
çıkmazdan bahsetmiş, fakat gerekli cevabı vermemiştir. Ona göre bu çıkmaz,
hüküm çıkarmada masIahat ve mefsedetleri dikkate alan bütün alimler için
kaçınılmazdır. O şöyle diyor:
"MasIahat ve
mefsedetten maksat eğer bunlarla isimlendirilen şeylerse (müsemmalarsa), bu
nasılolabilir? Zira bütün mübahlarda, çoğu kez hem masIahat hem de mefsedet
aynı anda bir arada bulunur. Çünkü temiz ve lezız yiyeceklerin yenilmesinde,
güzel elbiselerin giyilmesinde bedenlerin istifade edecekleri maslahatların
bulunması yanında; onları elde etme, kazanma, yeme, pişirme, çiğneme suretiyle
yutulur hale getirme ve hazmı kolaylaştırma, bu arada elleri kirletme gibi daha
pek çok, sağduyu sahiplerinin durup dururken istemeyecekleri sıkıntı ve
meşakkatler bulunmaktadır. Ateş yakmayı ve onun dumanından rahatsız olmayı kim
ister ki?! Bu durumda kesinlikle ortada hiçbir mübahın kalmaması gibi bir
netice doğacaktır. (Çünkü bütün mübahlarda, verilen örnekte olduğu gibi,
mefsedetler bulunmaktadır; mefsedetler de dikkate alınacağına göre mübah diye
hiçbir şey kalmayacaktır.)"
"(Mübahların var
olabilmeleri için) masIahat ve mefsedetin mutlak anlamlarından daha özel bir
mana kasdetmiş olabilirler. Fakat bunun (hususiliğin) da belli bir mertebesi
yoktur ve bunlardan bir kısmı diğerlerinden daha öncelikli değildir. Sonra
masIahat ve mefsedet esasından vaz geçmek Mutezile mezhebinin prensipleriyle
asla bağdaşmaz. Çünkü böyle bir durum, hikmetten uzak bir tahakküm ve sefihlik
halini alır. (Yüce Allah ise böyle bir durumdan münezzehtir.)"
Mutezile burada şöyle
bir açıklama getirebilir: "Bunun kıstası şudur: Allah Teala'nın terkinden
dolayı vaidde bulunduğu her masIahat, keza işlenmesinden dolayı vaidde
bulunduğu her mefsedet bizzat maksud olmakta; Allah Teala'nın hakkında bir
vaidde bulunmadığı şeyler ise tartışmamız dışında kalmaktadır. Dolayısıyla biz
bir tahsise gitmeden, mutlak anlamda dikkate alınan (masIahat ve mefsedetleri)
kasdediyoruz. Bu yüzden bir çıkmaz söz konusu değildir."
Mutezile'ye cevabımız
şöyle olacaktır: "Size göre, vaid ve teklif maslahat ve mefsedet esasına
bağlıdır ve akla göre Allah üzerine, masIahatları terk edenlere, mefsedetleri
de işleyenlere vaidde (cezada) bulunması vacib olmaktadır. Eğer siz muteber
olan masIahat ve mefsedetleri, onların üzerine gerekecek olan vaidden çıkaracak
olursanız, o durumda bundan devir (kısırdöngü) lazım gelir. Yine eğer bir şeyin
masIahat veya mefse-
det olduğunu, onlar
üzerine gerekecek vaidden çıkarmak doğru olursa, o durumda sizin masIahatın
terki, mefsedetin de işlenmesi doğrultusunda teklifte bulunulabileceğini caiz
görmeniz gerekecektir. Böyle bir durumda ise hakikatler tersyüz olacaktır.
Çünkü dikkate alınan bizzat tekliftir; Allah Teala bizleri ne ile yükümlü
kılmışsa, o masIahattır. Bu ise sizin prensibinizi kökten sarsar.
"Bizim (Eşari)
imamlarımızın bu çıkmazdan nasipleri ise şöyle olmuştur: İmamlarımız, 'Allah
Teala mutlak masIahat ve mutlak mefsedeti, tafdil yoluyla dikkate almıştır'
diyememişlerdir. Çünkü mübahlarda mutlak masIahat da, mutlak mefsedet de
mevcuttur; bununla birlikte masIahat dikkate alınarak vacib ya da mefsedet
dikkate alınarak haram kılınmamış, mübahlık üzere bırakılmışlardır. Buna
mukabil imamlanmız: 'Allah Teala mübahlarda, (masIahat ya da mefsedetlerden)
bir kısmını ilga etmiş, bir kısmını da dikkate almıştır' demişlerdir. Peki,
dikkate alınacak olanla ilga edilecekler hangi ölçüye tabi tutulmaktadır?
denildiği zaman ise, buna cevap verememekte, hangilerin itibara alınmış
olduğunu tesbit için istikraya başvurma yoluna girmektedirler. Bu tutum her ne
kadar, fıkhın bazı hikmet ve inceliklerine vakıf olma yöntemini ihlal ediyorsa
da, onlar 'Allah dilediğini yapar, istediği hükümde bulunur; dilediğini dikkate
alır, istediğini de terkeder' diyerek işin içinden çıkıyorlar. Bu hususlan
aklen vacib gören Mutezile ise, bu konuda tam bir çıkmaz içerisine giriyor.
Çünkü onlar eğer bu kapıyı açacak olurlarsa, o durumda Mutezile mezhebi
prensiplerini kökten sarsmış olacaklardır." Karafi'nin sözü burada
bitiyor.
Bizim daha önce
verdiğimizi açıklamalar ışığında konuyu ele aldığımızda, böyle bir çıkmaza yer
bulunmadığını göreceğiz:
Önce Eşan mezhebine göre
konuyu ele alalım: Şen verilerin istikraya tabi tutulması, masIahat ve
mefsedetlerden hangilerinin muteber olduğunu, hangilerinin de muteber
olmadığını, hem de bu konunun kıstaslarını da belirleyecek şekilde ortaya
koymaktadır. Bu konuda kesin delil şu olmaktadır: Şeriatın geniş caddesinden,
hiç sapmadan, yalpa yapmadan yürüyenlerin, her şeyin hakkını vererek şen nizamı
ihlale girmeden, kaideleri çiğnemeden hareket edenlerin hallerinin istikrası
neticesinde hiçbir maslahatın kaçırılmış olmadığının ortaya çıkması; keza, bu
yolculuk sırasında şen esasların ihlalleri ve onlara muhalefet ölçüsünde
aksaklıkların meydana geldiğinin görülmesi olmaktadır. Bu bütün şen esas ve
konular için böyledir. İlimde yüksek payeye ulaşmış alimler bu neticeyi elde
edince, bunlarla ilgili her konuya ait kıstaslar da kendiliğinden ortaya çıkmış
oldu.
Bunlar usul-i fıkıh
kitaplarında açıklanmış ve etraflıca ele alınmıştır.
Mutezile mezhebine gelince,
yine durum aynıdır ve bunlar hakkında da bir çıkmazdan söz etmek mümkün
değildir. Çünkü Mutezile maslahat ve mefsedetlerin, aklın ulaştırdığı neticeye
göre dikkate alınacağı inancındadır ve alemin düzeni hem cüzı hem de küllü
planda maslahatların ortaya konulmasına bağlıdır, düzenin bozulması da
mefsedetlerin irtikab edilmesinden kaynaklanır, diyorlar. Şeriatı ise, akılla
kavranılan bu masIahat ve mefsedetlerin fazlasız-noksansız ortaya çıkarıcısı
kabul etmektedirler. Eşarilerle Mutezile arasında netice itibarıyla bir fark
yoktur; bunlar arasındaki asıl ihtilafkonusu masIahat ve mefsedetlerin ne ile
kavranabileceği konusudur. Bu konudaki ihtilafları ise, maslahatların şer'an
dikkate alınmış olmasına ve onların özleri itibarıyla belirli (munzabıt)
bulunmalarına engel değildir.
Karafi, Fahreddin
Razi'nin azimet ve ruhsat hakkındaki "mani'in varlığına rağmen fiile
girişmek" konusundaki sözüne de takılmış ve aynı tavrı göstererek şöyle
demiştir:
"Bu bir çıkmazdır.
Çünkü bu dikkate alındığında namazların, had ve tazir cezalarının, cihadın,
haccın hep ruhsat olması gerekir. Zira bütün bunlara girişmek caiz olmaktadır.
Halbuki bu yükümlülüklerin karşısında iki tane mani bulunmaktadır:
(1) "Bu yükümlülüklerle mecbur etmeye engel
teşkil eden nassların zahir ifadeleri: Mesela: 'Allah size dinde bir zorluk
kılmadı'[Hac 78] ayetiyle 'Zarar vermek ve zararla mukabelede bulunmak yoktur'
hadisini ele alalım. Bunlar zikredilen yükümlülükler için birer mani
durumundadırlar. Öbür taraftan insan en güzel bir şekilde yaratılmıştır.
Nitekim 'Andolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık'[İsra 70]; 'Biz insanı
en güzel şekilde yarattık'[Tin 4] ayetlerinde bu husus belirtilmiştir.
Böylesine şerefli insanın cihadla helake sürüklenmesi, onun meşakket ve
sıkıntılara sokulması uygun değildir."
(2) "Yine "ici'ire" (kira) akdi
mevcut olmayan şeyin satımı olduğu için ruhsat olmaktadır. Keza selem akdi de
böyledir. Kıraz ve müsakat akitleri de ücreti n belli olmaması sebebiyle iki
ruhsat kabul edilir. Avın, kanı akıtılmadığı halde dikkate alınmayıp
yenilmesinin helal olması ruhsat olmaktadır. Şeriatın verilerinin istikraya
tabi tutulması neticesinde görüyoruz ki, hiçbir masIahat az da olsa mefsedetten
uzak değildir; keza hiçbir mefsedet de masIahattan hali bulunmamaktadır. Hatta küfür
ve ımanda bile bu böyledir. Diğerlerini artık siz takdir edersiniz.
"Buna göre
diyebiliriz ki, şeriatte bulunan bütün hükümler karşısında şeri bir mani
bulunmaktadır. Çünkü maniden, 'kuvvetli (racih) bir muarızdan uzak bulunan
güçlü bir mani'in kasdedilmesi mümkün değildir. Çünkü laşe yeme ve benzeri
durumlarda, İaşenin mefsedetine ağır basan bir muarız (yani, laşenin yenilmesi
talebi) bulunmaktadır. Bu durumda kasdedilen, sadece güçlü muarızla karşı
karşıya olan mani değildir. Bunun sonucunda bütün şeri hükümler ruhsat kapsamı
içerisine girer. Çünkü her hükümde güçlü ya da zayıfmuarızı bulunan bir mani
vardır."
Karafi, daha sonra
Tenkih ve Mahsul adlı şerhlerinde Razı'nin, tam olarak ruhsatın kıstaslarını
ortaya kaymadan aciz kaldığını ifade etmiştir.
Bizim konu başında
arzettiğimiz izahlar, Ruhsat bahsinde verilen bilgilerle de birleştirildiğinde
inşallah bu konuya da açıklık getirecektir.
(3) Bu mesele iyice kavrandığında, pek çok Kur'an
ayeti ve ilgili hükümler daha sağlıklı anlaşılacaktır: 'Yerde olanların hepsini
sizin için yaratan O'dur''[Bakara 29]; "Göklerde olanları, yerde olanları,
hepsini sizin boyunduruğunuz altına vermiştir''[Casiye 13]; "Ey Muhammed!
De ki: 'Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?'
'Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar
içindir' de"[A'raf 32] ayetleri ve' benzeri nasslar mutlak anlamda zahir
anlamlarında değillerdir; aksine bunlara getirilen kayıtlar bulunmaktadır.
MasIahatların celbi (sağlanması), mefsedetlerin defi (giderilmesi) hususundaki
şeriatın tavrı, bu
tür nassların
zahirlerinin kayıtlanmış olduğunu göstermektedir. Allahu a'lem!
(4) Bazıları da şöyle demişlerdir: "Ahiret
hayatıyla ilgili masIahat ve mefsedetler ancak şeriat yoluyla bilinebilir.
Dünyevı masIahatlar ise; akıl, tecrübeler, adetler ve muteber zanlar ile
bilinebilir. Dolayısıyla masIahat ve mefsedetler konusunda, hangisinin daha
güçlü hangisinin daha zayıf olduğunu öğrenmek isteyen kimse, Şari'in süklit
geçtiği düşüncesiyle, konuyu aklına vursun; sonrada aklın ulaştığı neticeler
üzerine ahkam bina etsin. MasIahat ya da mefsedetine vakıf olma imkanı
bulunmayan taabbu di hükümler hariç, hemen hemen hiçbir hüküm bu söylediğimiz
çerçevenin dışında kalmayacaktır .... " Bunların sözü böyle ilgili
açıklamalar ışığı altında meseleye yaklaştığımızda, konu üzerinde durmamız
gerekecektir: Ahiret işlerinin ancak şeriat yoluyla öğrenilebileceğine aynen
katılıyoruz. Dünyevı masIahat ve mefsedetler hakkında söylediklerine gelince,
kısmen doğrudur, her yönden doğru değildir. Durum böyle olduğu içindir ki,
fetret devrinden sonra şeriat geldiğinde, dünyevı işlerde istikametten
sapmaların, hükümlerde adaletten uzaklaşmaların olduğu ortaya çıkmıştır.
Eğer durum mutlak
anlamda dedikleri gibi olsaydı, şeriatın sadece ahiret işleriyle ilgili
masIahatları getirmekle ve onları yerleştirmeye çalışmakla uğraşması, dünyevı
işlerle uğraşmaması gerekirdi. Halbuki durum öyle olmamıştır. Şeriat, hem dünya
hem de ahiret işlerini birlikte düzenlemiştir. Gerçi, dünya hayatının
ikamesinden gözetilen amaç ahiret hayatı ise de, bu durum şeriatın
gönderilmesinde güdülen maksadın, dünyevı maslahatların gerçekleştirilmesi için
de olacağına engel teşkil etmez. Böylece ahiret yolculuğu kolaylaşacak ve
hedeflenen amaca ulaşmak imkanı doğmuş olacaktır. Bu uğurda şeriat, en iyi
biçimde, birçok tasarruflara vücut vermiş, yürürlükte olan bir çok fes ad
yollarını da ortadan kaldırmıştır. Yürürlükteki adetler göstermektedir ki,
aklın, dünyada mevcut bütün masIahat ve mefsedetleri tüm ayrıntılarıyla yalnız
başına kavraması imkansızdır. Ancak yukarıdaki sözün sahibi, masIahat ve
mefsedetler, şeriat onların genel esaslarını koyduktan sonra, tecrübelerle ...
vb. kavranabilir, demeyi kasdediyorsa, elhak doğrudur ve o takdirde tartışmaya
da gerek yoktur.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: