EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞARİ'İN ŞERİAT'IN KONULMASINDAKİ KASDI / BEŞİNCİ MESELE:

 

Bu dünyada mevcut bulunan masIahatlar iki açıdan ele alınır:

 

a) Varlık aleminde bulunmaları ve mahiyetleri açısından. b) Onlara şeri hitabın taalluku açısından.

 

Birinci açıdan masIahatlar ele alındığında şu neticeye varılacaktır: Dünya hayatında mevcut bulunan maslahatların tümü, asla katkısız maslahat (mahza hayr) şeklinde değillerdir. Burada masIahattan, insan hayatının kıvamını, yaşantısının devamını temine yönelik hususları, şehevi ve akli özelliklerinin gerektirdiği şeyleri mutlak surette elde etmesini kasdediyoruz. Ki mutlak surette kendisine nimette bulunulmuş olabilsin. Bu husus, yemek içmek. .. gibi beşeri davranışlarda mümkün değildir. Çünkü bu tür masIahatlar az ya da çok, beraberinde ya da önce ve sonrasında külfet ve meşakkatlerle karışık haldedirler. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak, binmek, evlenmek ... gibi. Bütün bunlara yorulmadan, bir çaba sarfetmeden ulaşmak mümkün değildir.

 

Dünyada mevcut bulunan mefsedetler de aynı şekilde katkısız mefsedet (mahza şer) şeklinde bulunmamaktadırlar. Zira varlık ale- (26] minde düşünülebilecek hiçbir mefsedet yoktur ki, onun önünde sonunda ya da beraberinde, bir incelik, bir şefkat, alınacak bir lezzet ... bulunmasın; bu mümkün değildir. Bu dünyanın, iki ucun imtizacı, iki tarafın ihtilatı (karması) üzerine kurulmuş bulunduğu esası da, durumun böyle olduğuna delalet edecektir. Dünyada kim halis ve katkısız bir masIahat ya da bir mefsedet arayacak olursa, onu asla bulamayacaktır. Bütün yaratıkların halleriyle ilgili tecrübe ve gözlemler bunun kesin delili olmaktadır. Bunun aslını da, varlık aleminin imtihan ve buna bağlı olarak da iyiyi kötüden ayırma esası üzere kurulduğunu belirten nasslar teşkil eder: Yüce Allah "Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz"[Enbiya 35]; "Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için ölümü ve dirimi yaratan O'dur"[Mülk 2] buyurur. Hadistede: "Cennet insanın hoşuna gitmeyecek şeylerle (yükümlülükler) kuşatılmıştır. Cehennnem de şehvetlerle sarılmıştır" buyrulmuştur. Dolayısıyla dünyada, ne masIahatın ne de mefsedetin, biri diğerinden katkısız halde bulunmaları asla mümkün değildir.

 

Durum böyle olduğuna göre, dünyevi anlamda masIahat ya da mefsedet denildiği zaman, bundan galebe çalan manası anlaşılacaktır. Eğer masIahat tarafı ağır basıyorsa, o örfi anlamda masIahat olmakta; yok diğer taraf galebe çalıyorsa, o da keza örfi anlamda mefsedet olmaktadır. Bu yüzden fiil iki yönlü olmakta ve ağır gelen tarafa nisbet edilmektedir; eğer masIahat tarafı ağır basarsa o matlub (istenilen şey) olmakta ve onun bir masIahat olduğu ifade edilmektedir. Eğ'er diğer taraf galebe çalarsa, bu kez de ondan uzaklaşılmakta ve benzeri şeylerde diri olan adetler (ört) doğrultusunda onun bir mefsedet olduğu söylenmektedir. Eğer örfün gerekleri dışına çıkılacak olursa, bu takdirde fiilin başka bir nisbet ve taksimi olacaktır.

 

Bu, dünyevi anlamda masIahat ve mefsedet kavramlarına, beşeri fiillerdeki varlıkları ve mahiyetleri açısından yaklaşım olmaktadır.

 

Konu ikinci açıdan, yani şer'i hitahın taalluku açısından ele alındığı zaman şöyle denilecektir: Bir şeyin içermekte olduğu masIahat ve mefsedetten, örfi anlamda masIahat tarafı ağır basıyorsa, o şey şer'an maksuddur. Bunun neticesi olarak da, kullara onun ortaya konulması için şeri talep yönelmiş ve böylece o maslahatla ilgili konulan nizamın en uygun yolla yürüdüğü istenilmiş; onun diri adetler doğrultusunda daha tam, maksada daha yakın ve uygun olarak vücuda getirilmesi amaçlanmıştır. Eğer bu durumda, maslahata tabi bir mefsedet veya meşakkat varsa, bu mefsedet ya da meşakkat, o fiilin meşru kılınması ve talepte bulunulmasında dikkate alınmış değildir.

 

Aynı şekilde, örfi anlamda mefsedet tarafı masIahat tarafına ağır basmışsa, şer'an o şeyin kaldırılması amaçlanmakta ve onun için de yasak hükmü konulmaktadır. Böylece mümkün olduğunca, her sağduyu sahibinin benimseyeceği en makul bir biçimde, onun ortadan kaldırılması amaçlanmış olmaktadır. Bu durumda, mefsedete bağlı bir masIahat ya da bir lezzet varsa, bunlar o fiilin yasaklanmasında göz önüne alınmış olmamaktadır. Hükmün konulması sırasında göz önünde bulundurulan husus sadece ağır basan taraf olmakta; yasak durumunda fiilin içerdiği cüzi masIahat, talep durumunda da cüzi mefsedet dikkate alınmamaktadır.

 

Kısaca diyebiliriz ki, şer'an muteber bulunup emir ya da nehye konu edilen masIahat ya da mefsedetler katkısız bulunmakta, az ya da çok iç içelik söz konusu olmamaktadır. Emredilen fiilde mefsedet, yasaklanan fiilde masIahat bulunacağı düşüncesi yanlıştır ve şeri hakikatte böyle bir şey yoktur. Çünkü ağır basılan masIahat ya da mefsedetten maksat, kısmen de olsa Şari'in hakkında bir hüküm koymak için iltifatını gerektirecek bir dereceye çıkmaksızın kesbi itiyad düzeyinde cari olan şeydir. Bu düzeyse, şeri hükümlerin konulmasında Şari'ce dikkate alınmayan bir sınır olmaktadır.

 

Buna iki husus delalet etmektedir:

 

a) Eğer ağır basılan taraf, Şari'ce göz önünde bulundurulacak olsaydı, bu durumda fiilin mutlak surette ne emredilmesi ne de yasaklanması mümkün olacaktı. Aksine fiil, aynı anda masIahat açısından emredilmiş, mefsedet açısından da yasaklanmış olacaktı. Durumun böyle olmadığı ise kesinlikle bilinmektedir.

 

Bu imanın vacib, küfrün haram olması, nefisleri kurtarmanın vacib, öldürülmelerinin yasaklanması vb. gibi emir ve yasaklar içerisinde en uç noktada yer alan örneklerde ortaya çıkacaktır. Eğer öyle olsaydı, yükümlülükler içerisinde kendisinden daha üst mertebede başka bir talep bulunmayan iman yasaklanmış olurdu. Çünkü imanda, nefsi başıboş halinden çıkarma, onu şehevi maksatlarına ulaşmasından engelleme, bir lezzet almayacağı yükümlülük boyunduruğu altına sokma durumları vardır. Öbür taraftan, nefsin yükümlülük bağlarından kurtarılmasını ve hiç çekinmeden her türlü şehevi arzuların yerine getirilmesini gerektiren küfrün de emredilmesi ya da en azından mübah olması gerekirdi. Çünkü şehevi lezzetlerin tadılması, nefsin yükümlülük boyunduruğu altından kurtarılması, kısmen de olsa bir masIahattır. Böyle bir netice ise kesin olarak sakattır. Aksine iman mutlak surette istenilmekte, küfür de keza mutlak surette yasaklanmaktadır. Bu örneğimiz açıkça göstermektedir ki, iman talebine nisbetle içerdiği mefsedet yönü, küfrün yasaklanmasına nisbetle de içerdiği masIahat yönü, şer'an muteber değildir, teşri sırasında dikkate alınmamaktadır.

 

b) Eğer ağır basılan taraf, teşri sırasında dikkate alınacak olsaydı, o takdirde, kula yönelik bütün yükümlülükler takat üstü yükümlülük halini alırdı. Böyle bir şey ise batıldır. Takat üstü yükümlülüklerin (teklif-i ma la yutak) şer'an batılalduğu usul ilminde ortaya konulmuştur. Mağlup tarafın dikkate alınması durumunda, takat üstü yükümlülüğün lazım geleceğini ise şöyle açıklarız: Mesela yapılması istenilen fiilde bulunan ağır basılan taraf, ağır basan tarafla tezat teşkil eder. Bu durumda ağır basılan mefsedetin vukuuna meydan vermemek şartıyla, ağır basan maslahatın gerçekleştirilmesi emredilmiş olacaktır. Yani kişi aynı anda bir fiili hem işlemekle hem de ondan kaçınmakla memur olacaktır. Zira, daha önce de geçtiği üzere masIahatlar ya da mefsedetler katkısız bulunmazlar ve mutlaka az ya da çok birbirleriyle katkılı halde bulunurlar. Onun için bu netice kaçınılmaz olacaktır. Bunun neticesinde bir fiilin işlenmesi ya da işlenmemesi konusunda hem emir hem de yasak aynı anda ve bir arada vukubulmuş olacak; aynı fiil hakkında hem yap hem de yapma denilmiş olacaktır ki, böyle bir şey takat üstü yükümlülüğün ta kendisidir.

 

İTİRAZ: MasIahat bazen emredilmiş olmaz da izin verilmiş (mübah kılınmış) olabilir. Bu durumda ise emir ve yasak bir arada bulunmuş olmaz ve bahsettiğiniz sakınca da doğmaz.

 

CEVAP: İtiraz yerinde değildir. Çünkü sizin bu dediğiniz her maslahat için geçerli değildir. Zira masIahat mübah kılınmış olabileceği gibi, emredilmiş de olabilir. İddianız bir an için kabul edilse bile, yine de izin (ibaha) aynı anda emir ve yasakla birlikte tezat teşkil eder. Çünkü işi tercihe bırakma (tahyir), tercihin söz konusu olamayacağı emir ya da nehiy durumu ile ters düşer. Halbuki her ikisi de aynı fiil üzerinde söz konusu olmaktadır. Her ikisine de birlikte taalluk etmesi durumunda hitap, istenildiği şekil üzere yerine getirilmesi imkanı olmayan bir hitap olur. Bizim açıklamak istediğimiz şey de budur. Bu, gasbedilmiş bir yerde kılınan namaz gibi de değildir: Çünkü o mesele de, namazın başka yerde kılınması gibi, masIahatın mefsedetten ayrılması imkanı bulunmaktadır; Burada ise durum öyle değildir.

 

İTİRAZ: Sizin bu izahınız, feylesofların ve onların izinden gidenlerin görüşünü hatırlatıyor. Onlara göre, şerrin yaratılışı, şer kasdedildiği için olmamaktadır. Yaratılıştan maksat sadece hayırdır. Eğer Allah hayır ve şer karışık bir şey yaratmışsa, o şeyin yaratılma amacı, içermiş olduğu hayır olmaktadır; o şey şer de içeriyorsa da şer için yaratılmamıştır. Aynen bir doktorun hastasına acı ve hoşlanılmadık bir ilacı içirmesindeki maksadı gibi. Doktor böyle bir ilacı hastasına içirirken, o ilacın içindeki acılığından, hoşlanılmadık halinden dolayı içirmemektedir. Bilakis içermiş olduğu şifa ve vereceği rahat için içirmektedir. Tedavi için damar kesmek, kan almak (hacamat), kangren olmuş uzvu kesmek de aynıdır. Bunlardan maksat eza vermek değil, rahata kavuşturmak ve zararı defetmektir. Feylesoflara göre sebeblerinden neşet eden bütün mefsedetlerin durumu da aynıdır. Sizin anlattıklarınız da bunun bir benzeridir. Çünkü siz "Şari, masIahat yönüne itibarla teşri kasdında bulunurken, mefsedet tarafına yönelik bir kasıd göstermemekte, onu itibara almamaktadır. Bununla birlikte mefsedet de bulunmakta ve masIahattan ayrılmaz bir özellik göstermektedir ... " diyorsunuz. Keza sizin bu izahınız, Mutezile'nin "Şerler ve mefsedetlerin vukuu murad değildir. Bunlar Allah'ın iradesi hilafına vukfı bulmaktadırlar" şeklindeki görüşlerini de hatırlatmaktadır ki, haşa Yüce Allah böyle bir noksanlıktan münezzehtir.

 

CEVAP: Feylesofların sözleri yaratma ile ilgili kasıd (halki-tekvini kasıd) hakkındadır. Bizim buradaki konumuzun ise, onunla bir ilgisi yoktur. Bizim konumuz teşrii kasıd hakkındadır. Emir ve nehiyler bahsinde, bu iki konu arasındaki fark ortaya konulmuştur. Oraya bakılabilir. Bilindiği üzere şeriat, mutlak anlamda kulların maslahatlarını temin için konulmuştur. Nitekim bu husus yerinde açıklanmıştır. Bir masIahatın ce Ibi ya da bir mefsedetin defi için meşrfı kılınan her bir şeyde, o şeyde bulunup da onunla tenakuz halinde bulunan unsur (ağır basılan taraf) teşri esnasında dikkate alınmamaktadır. Her ne kadar teşri kılınan fiiller içerisinde ağır basılan ve teşride dikkate alınmayan bu unsur varlık aleminde mevcutsa da, bu varlık ona taalluk eden kadim kudret ve kadim irade ile olmaktadır. Yoksa haşa Allah'ın ilminden, kudret ve iradesinden, yerde gökte ne varsa hiçbir şeyin gizli ve uzak kalması mümkün değildir. Teşri hükmü farklı bir şeydir ve konuluşuna göre kendisine has bir bakış açısı ve tertibi vardır. Emir ve nehiy, emredilen ya da nehyedilen şeyin vukfı bulma ya da bulmama iradesini zaruri olarak gerektirmez. Böyle bir görüş sadece Mutezile'ye ait olmaktadır ve sakatlığı Kelam ilminde ortaya konulmuştur.

 

Teşrli kasıd ile yaratma kasdı başka başka şeylerdir. Bunlar birbirlerine karıştırılmamalıdır. Aralarında da, birinin varlığından diğerinin varlığını gerektirecek zaruri bir bağ bulunmamaktadır.

 

 

FASIL:

 

Eğer masIahat ya da mefsedet Şari'in iltifatını gerektirecek bir ziyadeliğe ulaşmışsa yani şayet müstakil olarak bulunduğu zaman Şari'ce dikkate alınacak bir durumda bulunuyorsa, o zaman hüküm ne olacaktır? Bu konu üzerinde durmak gerekiyor. Konunun açıklık kazanabilmesi için önce misallendirmek ve sonra da Allah'ın yardımıyla bir neticeye varmak istiyoruz:

 

Çaresiz kalan bir kimsenin laşe (murdar hayvan eti) ya da pis ve iğrenç bulunan şeyleri yemesi, suç ve cinayetlerin önünü alabilmek amacıyla katilin öldürülmesi, (yol) kesenin (el ya da ayaklarının) kesilmesi, bütün had ve diğer cezaların uygulanması, kangren olmuş organın kesilmesi, ağrıyan dişin çekilmesi; tedavi amacıyla damar kesmek ya da hacamat olmak vb. gibi yollarla elem verici tasarruflara girişilmesi ve benzeri gibi, şayet kendisine galebe çalan şeylerden ayrı tek başına düşünülecek olsa, Şari'in itibara alarak hakkında yasaklayıcı hüküm koyacağı şeyler kasdediliyor. Kısaca hakkında delillerin tearuz halinde bulunduğu her şey de diyebiliriz.

 

Bu durumda şu iki şıktan biri karşımıza çıkacaktır:

 

a) Ya her iki taraf da birbirine eşit durumda olacaktır. b) Ya da bir taraf diğer tarafa ağır basacaktır.

 

Eğer birbirlerine eşit durumda olurlarsa ve bu netice delillerin gereği olarak ortaya çıkmışsa, bu durumda mükellefin yapacağı bir .şey yoktur; bunlardan birini diğeri üzerine tercih yoluna gidemez. Sanıyoruz böyle bir durum şeriatta mevcut değildir. Şayet var olduğu farzedilecek olsa, bu takdirde delile dayanmaksızın arzular istikametinde bir tercih durumu karşımıza çıkacaktır ki, şeri konularda böyle bir neticenin bulunması ittifakla batıl olmaktadır. Şari'in kasdının, o şeyin yapılması ve terkedilmesi konusuna bir arada ve aynı anda taalluk etmesi ise sahih değildir. Çünkü böyle bir şey takat üstü yükümlülük olur. Çünkü biz bu meselede her iki tarafın da birbirine eşit olduklarını varsayıyoruz. Bu haliyle aynı şeyin bir anda hem emredilmiş hem de nehyedilmiş olması mümkün değildir. Şari'in kasdının bunlardan hiçbirisine taalluk etmediğini söylemek de mümkün değildir. Çünkü biz burda emir ve nehyin aynı anda birlikte varid bulunduğunu farzetmiş bulunuyoruz. Emir ve nehiy, -inşallah ileride geleceği gibi- kısmen de olsa Şari'in kasdının bir delili olmaktadır.

 

Zira "iktiza" (gereklilik) olmaksızın ne emir ne de nehiy bulunmaz. Hal böyle olunca, geriye Şari'in kasdının mutlaka iki taraftan birisine taalluk halinde olduğu şıkkı kalmaktadır. Taalluk olunan taraf ise mükellef için belli değildir. Bu durumda mükellefin mutlaka beklemesi (tevakkuf etmesi) gerekecektir.

 

İki taraftan birinin diğer taraf üzerine ağır basması durumunda ise şöyle denilebilir:

 

a) Şari'in kasdı diğer tarafa taalluk etmiş (değil)dir. Zira Şari'in kasdı eğer öbür tarafa taalluk halinde olsaydı, o takdirde tercih sahih olmazdı ve hüküm, iki tarafın da birbirlerine eşit olmaları durumunda olduğu gibi olur ve neticede de tevakkuf etmek (beklemek) gerekirdi. Böyle bir netice ise, tercih bulunduğu için sahih olamaz.

 

b) Şöyle demek de mümkündür: Müctehid nazarında her iki taraf da. birlikte itibara alınmaktadır. Çünkü ikisinden her birinin Şari'in maksadı olması ihtimal dahilindedir. Biz ise, sadece biz ce Şari'in maksudu olduğu kanaatinde bulunduğumuz şeyle yükümlüyüz. Yoksa Şari'in gerçek maksadının ne olduğunu bilemeyiz ve biz onunla yükümlü değiliz. Ağır basan taraf (racih) -her ne kadar diğer tarafa galebe çalmışsa da- bizzat karşı tarafın Şari'in maksudu olabileceği ihtimalini ortadan kaldırmaz. Ancak bu ihtimal, her iki tarafında eşit olması durumunda teklifkonusunda gözönünde bulundurulmaz, düşünme ve inceleme (nazar) konusunda ise dikkate alınır. Ulemadan bazılarına göre, hilafa riayet kaidesi (yani mümkün mertebe ihtilaflardan kurtulmaya çalışma) işte buradan çıkmıştır. Birinci ihtimal "muhattie" (yanlışlayıcılar) grubunun, ikinci ihtimal de "musavvibe" (doğrulayıcılar) grubunun telakkileri üzere geçerli olmaktadır.?

 

Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Getirilen bir yükümlülükte, ağır basan (racih) tarafla, ağır basılan (mercüh) tarafın bir arada bulunmaları durumunda, ağır basılan taraf hükmün konulması sırasında dikkate alınmış olmamaktadır. Zira eğer o da dikkate alınmış olsaydı, bu durumda aynı fiil hakkında hem emir hem da yasağın bir arada bulunması söz konusu olurdu. Bu ise takat üstü bir yükümlülüktür (teklif-i ma la yutak). Keza bütün ictihadi meselelerde de durum aynı olurdu. Bu durumda, her müctehidin ictihadında isabetli olacağı görüşünü kabul etsek de etmesek de netice değişmeyecektir. Şu halde ağır basılan (mercüh) tarafın, "kesbi itiyad" düzeyinde olması ya da ondan daha ziyade bir seviyede bulunması arasında bir fark bulunmayacaktır. Neticede esas bozulmamaktadır ve delil her iki kısım için de mutlaktır. Bizim açıklamak istediğimiz şey de işte budur.

 

Burada "Ağır basılan taraf, Şari'in ikinci derecede ,kasdı ile dikkate alınmış olamaz mı? Zira bilindiği gibi Şari'in maksatları birinci derecede (asli) maksatlar, ikinci derecede (tali) maksatlar diye iki kısma ayrılmaktadır" şeklinde bir soru akla gelebilir.

 

Buna verilecek cevabımız şu şekilde olacaktır: İkinci derecede tali kasdın sabit olabilmesi için, birinci derecede olan asli kasıtla çelişir olmaması gerekmektedir. Böyle bir çelişkinin olması durumunda ise, o şeyin ne asli kasıtla, ne de tali kasıtla dikkate alınması mümkün değildir. Bu konu inşallah bu kitabın ilgili yerinde açıklanacaktır.

Tevfik ancak Allah'tandır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ALTINCI MESELE