EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞARİ'İN ŞERİAT'IN KONULMASINDAKİ KASDI / DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Zaruriyyat; haciyyat ve tahsıniyyat için asıl teşkil eder.

 

Şayet zaruri olan bir şey ihlale uğrasa, bu yüzden mutlak surette haci ve tahsini olan şeyler de ihlale uğrarlar. Ama bunun aksine, haci ya da tahsini olan şeylerin ihlale uğramasından mutlak surette zaruri olanların da ihlale uğraması gerekmez. Evet bazen tahsini olan şeyin mutlak surette ihlale uğramasından haci olan şey bir şekilde zarar görebilir. Bazen de haci olan şeyin mutlak ihlale uğramasından zaruri olan şey bir şekilde zarar görebilir. Bu yüzdendir ki, zaruri olan korunduğunda, haci olanın da, keza haci korunduğu zaman tahsini olanın da korunması uygun düşer. Tahsını haci için, haci de zarurı için var olduğuna göre asıl olan zarurıolmaktadır.

 

Buna göre karşımıza dört önerme çıkmaktadır ve bunların açıklanması gerekmektedir:

 

1. Zaruri, hacı ve tahsını için asıl teşkil eder.

2. Zarurı ihlale uğradığında, bundan haci ve tahsınınin de ihlal e uğraması lazım gelir.

3. Hacı ve tahsınınin ihlale uğramasından, zarurinin ihlali söz konusu değildir.

4. Mutlak surette tahsını ve hacınin ihlale uğraması durumunda, bundan zaruri de bir nevi etkilenebilir.

5. Zaruri için, hacı ve tahsınınin korunması uygun olur.

 

Birinci önermenin açıklanması: Din ve dünya işleri yukarıda zikredilen beş zaruri şeyin korunması esası üzerine kuruludur. Şu halde bütün dünyevi işlerin yolunda gitmesi, kıvamı, zaruriyyat üzerine bina edilmiş bulunmaktadır. Bu itibarla zaruriyyat ihlale uğrayıp ortadan kalkacale olursa, dünya işleri yani teklif ve mükellefiyetI er diye de bir şey kalmayacaktır.

 

Ahiret işleri de aynı şekildedir ve onların kıVrı da ancak zaruriyyatın korunması ile mümkündür.

 

Şöyle ki; din olmadığı zaman, işlenilen her amele beklenilen bir karşılık verilmesi (mükafat ve ceza) diye bir şeyolmaz. Eğer teklif ve buna bağlı olarak mükellef olmasa, bir dine inanan ve onun üzerinde yaşayan kimse olmaz. Eğer akıl bulunmasa, dini yaşama ortadan kalkar. Nesil yok olsa, insanlığın bekası olmaz. Malolmasa -ki buradaki maldan mülkiyet altına giren ve kişinin müstakillen mülkü olan malı kasdediyorum. Ayrıca buradaki mal tabiri her çeşit yiyecek, içecek, giyecek maddelerini ve insanların mülkiyetlerine almak istedikleri her şeyi kapsamaktadır- o takdirde yaşama imkanı olmaz. Eğer bunlar ortadan kalkacak olsa, insanlık yok olur. Bütün bunlar son derece açıktır. Dünya işlerinin nasıl döndüğünü, onun ahiret için bir azık olduğunu bilen hiçbir kimse bu konuda en küçük bir kuşku duymaz.

 

Bu husus sabit olunca, şimdi de diyoruz ki, haci olan şeyler zaruriyyat koruluğu etrafında çevrilmiş koruyucu / tamamlayıcı duvardan başka birşey değildir. Çünkü bunlar zaruriyyat üzerine getirilmiş ve onları tamamlayıcı mahiyette konulmuş şeylerdir. Öyleki bunlar sayesinde zaruriyyat gerçekleştirilirken karşılaşılacak olan meşakkatler ortadan kalkmakta, işlerde ifrat 've tefrite sapmadan itidal üzere hareket etme imkanı doğmaktadır.

Örnek olarak daha önce geçen alış verişlerdeki garar ve cehaletin bulunmaması şartını verebiliriz. Nitekim hastadan, namaz ve oruç gibi mükellefiyetleri yerine getirmesi sırasında kendisine dokunacak meşakkatin kaldırılması ve böylece onun oturarak, yatarak nasıl kolayına geliyorsa öyle namaz kılmasının caiz olması,orucunu sıhhat bulacağı bir zamana erteleyebilmesi; keza yolcunun orucu tutmayıp namazlarını kısaltarak kılabilmesi ve benzeri konular burada misalolarak hatırlanabilir. Bunlar anlaşıldıktan sonra, aklı başında bir kimsenin haci olan hususların, zaruri olan konuların fer'i durumunda oldukları ve onların etrafında dönen bir özellik arzettikleri konusunda şüphe etmesi mümkün değildir.

 

Tahsiniyyat konusunda da hüküm aynıdır. Çünkü bunlar ya haci ya da zaruri olan bir aslın tamamlayıcısı mahiyetindedirler. Eğer zaruri olan bir şeyin tamamlayıcısı iseler konu açıktır. Yok haci olan bir şeyin tamamlayıcısı iseler, haci zarurinin tamamlayıcısı olduğuna göre, tamamlayıcıyı tamamlayan da onun tamamlayıcısı olacaktır. Şu halde tahsiniyyat da aynı şekilde zaruriyyatın bir fer'i ve onun etrafında dönen tamamlayıcı uzantısı durumundadır ve temelini zaruriyyat teşkil eder.

 

İkinci yani "Zaruri ihlale uğradığında, bundan haci ve tahsininin de ihlale uğraması lazım gelir" önermesinin açıklanması: Bir önceki önermenin açıklanmasından bu da ortaya çıkar. Çünkü zarurinin asıl maksat olduğu, onun dışında kalan haci ve tahsini olanların onun bir sıfatı ya da dalı gibi olduğu ve bunların zaruri üzerine bina edilmiş olduğu ortaya çıkınca, zarurinin ihlale uğramasından diğerlerinin de ihlale uğramasının tabii ve kaçınılmaz olması gerekecektir. Çünkü temel çöktüğü zaman onun üzerine kurulu olan binanın çökmesi de öncelikli olarak gerçekleşecektir.

 

Mesela şeriatte satış akdi diye har şeyolmadığını kabul etsek, bu durumda garar ve cehalet üzerinde durmanın bir anlamı kalmayacaktır. Keza kısasın kalkması durumunda, tarafların birbirlerine eşit olmaları şartını aramanın bir anlamı kalmaz. Çünkü bu şart kısasın sıfatlarından (şartlarından) olmaktadır. Bir vasfın, kendisiyle kaim bulunduğu mevsufu bulunmadan sabit olmasını düşünmek muhaldir. Nitekim baygın durumda olan bir kimseden, hayız halindeki kadından namaz düşmektedir. Namaz düşünce tekbir, kıraat, rüku ... gibi farzlar, cemaat, hadesten ve necasetten taharet gibi namazIa ilgili olan bütün hükümler de düşecektir. Farzedilse ki, bir durum için sabit olan bir hüküm vardır ve o durum da ortadan kalkmıştır. Buna rağmen o hüküm, o durum için kasdedilmiş olarak var olmaya devam etmektedir. Böyle bir varsayım, imkansız bir şeydir. Mesela namaz düştüğü zaman, namaza tabi ve onun tamamlayıcısı durumunda olan kıraat, tekbir, dua ... gibi hususların da düştüğü işte bu noktadan hareketle bilinmektedir. Çünkü bunlar namazın vasıfları olmaktadır. Bu durumda "Namazın aslı düşmüştür, vasıfları ise bulunmakta devam etmektedir" demek imkanı yoktur.

 

Namaz ya da orucun belli bir kasıtla nehyedilmiş olması durumunda da aynı şeyi söylememiz mümkündür. Mesela güneş doğarken ve batarken namaz kılmak, bayramda oruç tutmak yasaklanmıştır. Bu durumda namaz ve orucun tamamlayıcı unsuru durumunda olan bütün vasıflar, bu nehyin kapsamı dahiline girmektedir. Çünkü nehiy belli bir vuku şekli olan ibadete yöneliktir ve belli bir ibadetin yasaklanması, bulunduğu konum üzere olmasından dolayıdır. Bu durumda yasağın, o ibadetin bütün fiil ve sözleriyle birlikte ele alınarak yapılmış olması gerekir. Neticede tamamlayıcı unsurlar da bütünüyle birlikte yasağın kapsamına girer.

 

İTİRAZ: Bu tamamlayıcı durumda olan şeylerin kendi başlarına ifade ettikleri anlamlar vardır ve bu açıdan ele aldığımızda bunların yasak kapsamına girmemesi gerekir. Dolayısıyla mutlak surette bunların yasaklanmış olması gerekmez. Mutlak surette yasaklanmış olması gerekmediği zaman ise, kendisine bağlı bulunduğu (asıl) şeyin ortadan kalkmasıyla kendisinin de yok olması gerekmez. Dolayısıyla sizin bir kuralalarak ortaya koyduğunuz husus doğru değildir ve aslın ihlal e uğramasından fer'in de ihlale uğramasılazım gelmez. Keza vesilelerle maksatlar arasında da aynı ilişki bulunmaktadır. Mesela namazIa abdest ilişkisi gibi (Maksat olan namaz bulunmadan da vesile olan abdest bulunabilir.) Şer'an maksatlar bulunmamakla birlikte vesilelerin bulunması mümkün ve sabit olabilmektedir. Mesela hacda (ihramdan çıkmak için) kafasında saç bulunmayan kimsenin kafası üzerinde usturayı gezdirmesi gibi. Herhangi bir şey kendi başına bir anlam ifade ediyorsa, o şey bir başka şeyi tamamlamak üzere konulmuştur diye, tamamlanılan şeyin ortadan kalkması sebebiyle tamamlayan şeyin de ortadan kalkması lazım gelmez.

 

CEVAP: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz diyoruz ki: Kıraat, tekbir ve benzeri şeyleri iki açıdan ele alıp değerlendirmek mümkündür:

 

a) Bunların namazın bir parçası olması bakımından değerlendirilmeleri.

b) Bizzat kendilerinin ifade ettikleri anlam açısından ele alınmaları. İkinci açıdan ele alıp değerlendirme konumuza girmemektedir. Burada konumuza giren, birinci kısımdır, yani kıyam, kıraat ... gibi hususları namazın tamamlayıcı unsurları olmaları açısından ele almak ve ona göre değerlendirmek. Bu açıdan biz bu tamamlayıcı unsurları ele aldığımızda, onların durumlarının mevsufa (sıfatlanan) nisbetle sıfat gibi olduklarını göreceğiz. Mevsuf bulunmadan sıfatın bulunmasını düşünmek ise muhaldir. Çünkü vasıf, aklen kendi kendine mevcut olması mümkün olmayan bir özelliktir. Böylesi kendi kendine kaim olması mümkün olmayan bir şeyin dikkate alınması da muhal olacaktır. Durum böyle olunca, tamamlanılan şeyin (asıl) bulunmaması durumunda, tamamlayan şeyin bulunabileceğini söylemek mümkün olmayacaktır ki, bizim varmak istediğimiz netice de budur. Oruç ve benzeri konularda da durum aynıdır.

 

Vesail / makasıd (araçlar / amaçlar) ilişkisine gelince, o başka bir konudur. Fakat biz, kendisi için konulmuş olması noktasından hareketle, vesilenin maksat için bir vasıf niteliğinde olduğunu kabul edecek olursak, o takdirde maksadın ortadan kalkması halinde vesile hükmün var olmakta devam etmesi mümkün olmayacaktır. Ancak devamına hükmedildiğine dair özel bir delilin bulunması durumu bundan bir istisna olur. Bu durumda vesile bizatihi maksud olur. Başka açıdan diğer bir maksada vesile olması ise buna engel değildir. Başında saç olmayan kimsenin usturayı başı üzerinde gezdirmesi işte bu mana üzerine yorulur.

 

Bu kaideden hareketle, sünnetli olarak doğmuş bir kimsenin sünnet mahalli üzerine, bizatihi maksıld olduğuna delalet eden delil vardır gerekçesiyle ustura gezdirilir demek doğru olacaktır. Böyle bir delilin bulunmadığı durumda ise bu görüş sahih olmayacaktır. Netice itibarıyla diyoruz ki, kaide sahihtir, itiraz ın bir dayanağı yoktur.

 

Allah en iyi bilen ve en iyi hüküm verendir.

 

Üçüncü yani "Hacı ve tahsininin ihlale uğramasından, zarılrinin ihlali söz konusu değildir" önermesinin açıklanması: Zarılri ile diğerlerinin birbirleriyle ilişkisi mevsılf ile sıfat arasındaki ilişki gibidir. Bilindiği gibi, mevsılf bazı sıfatlarının bulunmaması durumunda ortadan kalkmaz. Bizim meselemizde de durum aynıdır. Çünkü iki konu birbirinin benzeri olmaktadır.

 

Örnek olarak şöyle diyebiliriz: Namazın (rükünlerinden değil de) tamamlayıcı unsurlarından olan zikir, kıraat, tekbir veya benzeri namazın evsafından sayılan bir unsurun ihlal e uğraması durumunda, namazın' aslı batıl olmaz.

 

Keza satış akdinde cehalet ve gararın itibardan düştüğü durumlarda akit batıl olmamaktadır. Örneğin tahta ve top halindeki kumaş gibi şeylerin satımında, ceviz ve kestane gibi kabuklu şeylerin satımında, yer altında gömülü bulunan havuç, turp, şalgam ve duvarların temelleri gibi şeylerin satımında garar ve cehalet itibardan düşmüş olmakla birlikte akit batıl olmamaktadır.

 

Yine kısasta eşitliğe riayet (mümaselet) itibardan düşse bile, asıl kısas batıl olmamaktadır. Bu konuya en çok benzer şey, mevsufla sıfat arasındaki ilişki olmaktadır. Nasıl ki, sıfatın bulunmamasından mevsılfun batıl olması ve ortadan kalkması lazım gelmiyorsa, aynı şekilde burada da durum aynıdır. Ancak sıfat, mevsılfun mahiyetinden bir parça olma gibi zati vasıf şeklinde olursa durum değişir. Çünkü böyle bir sıfat o takdirde, mahiyetin rükünlerinden ve o aslın temellerinden biri olmaktadır. Tabii böyle bir rükün ya da temel durumunda olan zati vasfın bulunmaması durumunda, asıl da batıl olacak ve ortadan kalkacaktır. Mesela namazda rükıl ve secde gibi. Namazda bu gibi rükünlerden biri bulunmadığı zaman -özrü bulunmayan kimselere nisbetle- namaz kökten ihlale uğramaktadır. Konu üzerinde durmaya gerek yoktur. Bu şekilde zati olan vasıflar (rükünler) ne tahsiniyyattan, ne de haciyyattandırlar. Aksine bunlar zaruriyyattan olmaktadırlar.

 

İTİRAZ: Namazın kemal sıfatlarından biri de mesela, gasbedilmiş bir yerde kılınmış olmamasıdır. Aynı şekilde boğazlamanın (tezkiye) tam olması için aranan vasıflardan biri de gasbedilmiş bir bıçakla yapılmamasıdır. Bununla birlikte bir grup alim, gasbedilmiş yerde kılınan namazla, gasbedilmiş bıçakla gerçekleştirilen boğazlamanın batıl olacağına, geçerli olmayacağına hükmetmişlerdir. Bu durumda vasıfta bulunan butlan (batıllık), mevsufa (asıla) da sirayet etmiş olmakta ve onu da batıl hale getirmektedir.

 

CEVAP: İtiraz yerinde değildir. Çünkü; bu durumdaki namaz ve boğazlamanın sahih olduğuna hükmeden kimseler, burada sözünü ettiğimiz asıl üzerinden hareket etmiş olmakta ve görüşlerini onun üzerine bina etmiş olmaktadırlar. Onların batıl olduklarına hükmeden kimseler ise, buradaki vasfı zat! bir sıfat olarak telakki etmişlerdir. Bu durumda namazın sanki kendisi yasaklanmış gibi kabul edilmektedir. Çünkü farklı pozisyonlardan (ekvan) meydana gelen namazın tamamı, gasbedilmiş bir yerde meydana gelmiştir. Bir aslın haram kılınması, sadece onu oluşturan pozisyonların haram olmasından dolayıdır. Bu durumda yasak, gasb edilmiş yerde çeşitli pozisyonlardan meydana gelmiş olan namazın bizzat kendisine yönelik olmakta ve böyle bir yerde kılınan namaz, güneş doğarken ve batarken kılınan namazla, bayram günlerinde tutulan oruç hükmünü almaktadır.

 

Boğazlamada da durum aynıdır. Çünkü gasbedilmiş bir bıçakla iş görmek yasaktır ve onunla yapılan işler gasb demektir. Bu durumda bu bıçakla yapılan boğazlama işinin bizzat kendisi de yasak hükmünü alacaklar. Dolayısıyla buradaki vasıf zat! olduğu için yasaktan kaynaklanan batıllık hükmü asıla da sirayet etmiş ve onu da batıl hale getirmiştir.

Burada gasbedilmiş yerde kılınan namaz meselesinde görüş ayrılıklarının kaynağı olan bahisler üzerinde durulabilir. Ancak bunlar, bizim yukarıda geçen önermemizi zedeleyecek durumda değillerdir. Zira sözünü ettiğimiz önermede görüş ayrılıklarının bulunacağını tasavvur etmek söz konusu değildir. Çünkü dayanağı aklidir. Burada görüş ayrılıkları, ancak çeşitli feri meselelerin onun altına girip girmeyeceği konusunda düşünülebilir.

Dördüncü yani "Mutlak surette (tümden) tahsini ve hacinin ortadan kalkması (ihlali) durumunda, bundan zaruri de bir şekilde etkilenebilir" şeklindeki önermenin açıklanması: Bu önerme çeşitli yönlerden açıklanacaktır:

 

a) Zaruri, hacı ve tahsini dikkate alma açısından farklı mertebelerde bulunmaktadırlar. Bunlar içerisinde zaruri olanlar en güçlüsü, sonra da sırasıyla hacı ve tahsini olanlar gelmektedir. Ancak bunlar birbirleriyle irtibat halindedirler. (Çünkü birbirlerini tamamlamaktadırlar.) Bu durumda daha aşağı mertebede olan bir hususun iptali, bir üst derecede bulunan bir hususun iptaline bir cüret teşkil edecek ve onun ihlale uğratılması için atılmış bir adım olabilecektir. Buna göre bir aşağı mertebede olan, bir üst mertebede olanın etrafında sanki koruyucu bir sur görevi yapmış olmaktadır. Unutulmamalıdır ki, koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, her an oraya girmesi muhtemeldir. Bu açıdan bakıldığında tamamlayıcı unsurları ihlal eden bir kimse, aslında tamamlanılan şeyi (aslı) ihlal etmiş olmaktadır.

 

Bunun örneği namaz olmaktadır. Namazın, rükün ve farzların dışında tamamlayıcı unsurları bulunmaktadır. Bilindiği üzere bunların ihlal edilmesi, farz ve rükünlerin ihlaline yol açmaktadır. Çünkü daha hafif olan şeyler, daha ağır olan şeyler için bir mukaddime, bir hazırlık mahiyeti arzetmektedirler. Buna şu hadisler de delil teşkil eder. "Koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, oraya girmesi bir an meselesidir"; "Allah hırsıza lanet etsin; yumurta çalar eli kesilir; ip çalar eli kesilir" Büyüklerden birisi tarafından söylenen: "Ben haramla aramda helalden bir sütre edinirim ve onu haram kılmam" sözü de bu manayı ortaya koymaktadır.

 

Bu konu, üzerinde ittifak edilen kesin bir asılolmaktadır ve bu kitabın ikinci kısmında ele alınacaktır.

 

Daha hafif durumda olan şeyleri ihlale cüret gösteren kimseler, daha önemli olanların ihlaline de yel te ne bilirler. Dolayısıyla tahsini ya da hacı olan hususların ihlaline cüret gösteren kimse, aynı şekilde zaruri olan şeyleri ihlale de cüret edebilir. Şu halde, tamamlayıcı unsurların mutlak surette (yani tümden) ortadan kaldırılması durumunda, zaruri olan şeylerin de bir şekilde zarar görebileceği neticesi çıkar.

 

Bu durum, tamamlayıcı unsurları mutlak surette terk ve onları ihlal durumunda söz konusudur. Öyle ki, kişi bunları hiç işlememekte, işlese bile çok cüzi bir ölçüde gerçekleştirmektedir. Veya tekrarlanan şeylerdense küçük bir kısmım yerine getirmekte, büyük kısmım ise terk ve ihliH etmektedir. Bu durumda zaruri olanların da bir şekilde zarar göreceği ortadadır. Bu noktadan hareketle, namazım sadece farzlarına riayet ederek kılan kimsenin tavn hoş karşılanmamış ve onun kıldığı bu namazın pek iç açıcı olmayacağı, onun namazdan çok bir eğlence şeklinde telakki edileceği belirtilmiştir. Bazı alimlerin böyle bir namazın batıl olacağım söylemeleri işte böyle bir yaklaşımın neticesi olmaktadır. Alış veriş kımusunda da aynı şeyi söylüyoruz: Garar ve cehaletin bulunmaması gibi tamamlayıcı unsurların yok olması durumunda, akitte taraf olanlardan her ikisine de ya da birine neredeyse bir fayda doğmayacaktır. Bu durumda akdin olmasıyla olmaması arasında pek fark olmayacaktır. Hatta bazen olmaması olmasından daha da hayırlı olacaktır. Benzeri diğer meselelerde de durum aynıdır.

 

b) Her derecenin, kendisinden bir üst mertebeye olan nisbeti, farzIa nafile arasındaki nisbet gibidir. Mesela avret mahallinin örtülmesi, kıbleye yönelinmesi, asıl namaza nisbetle mendub gibidir. Sure okunması, tekbir ve teşbihte bulunulması da namazın aslına nisbetle aym şekilde olmaktadır. Yenilecek ve içilecek şeylerin pis olmaması, başkasına ait bulunmaması, şeri usule göre boğazlanmış olması gibi hususlar da, bünyenin korunması ve yaşantının sürdürülmesi aslına nisbetle nafile durumundadır. Satış akdinde, satılan şeyin belli olması, şer'an kendisinden istifadenin helal olması ve benzeri aranan şartlar da, akdin aslına nisbetle keza aynı şekilde nafile durumundadır.

 

Hükümler bahsinde de ortaya konulduğu gibi, cüz itibarıyla ele alındığında mendub olan şeyler, küll olarak düşünüldüğünde vacib hükmünü almaktadırlar. Bu durumda mendubun mutlak surette (küll halinde) ihlal edilmesi, vacibin rükünlerinden birinin ihlali anlamına gelmektedir. Çünkü küll olarak mendub, o vacibin bir rüknü halini almıştır. Bir kimse, vacibin rükünlerinden birisini özürsüz ihlal ettiğinde, nasıl ki o vacib ihlale uğruyor ve ortadan kalkıyorsa, rükün mevkiinde ya da ona benzer durumda olan bir şeyin ihlali halinde de durum aynı olacaktır.

 

İşte bu açıdan da bakıldığında, tamamlayıcı unsurların mutlak surette ihlali durumunda, zaruriyyatın da bundan bir şekilde etkilenip zarar görebileceğini söylemek doğru olacaktır.

 

c) Haciyyat ve tahsiniyyat bir bütün olarak ele alındığında, bunlardan her birinin zaruriyyatın fertlerinden biri gibi olabilirliği söz konusudur. Şöyle ki, zaruriyyatın kemal hali, ancak mükellefe bir güçlük ve sıkıntı getirmeksizin kolaylık ve genişlik üzere olması; üstün ahlak anlayışına ve kabul görmüş telakkilere uygun düşmesi durumunda olabilir. Aksi takdirde sağduyu sahiplerince iyi ve güzel bulunmaz. Haci ya da tahsini unsurlar ihlal edildiği zaman, o takdirde zaruriyyat sıkıntı ve meşakkat içerecek ve sağduyu sahiplerinin güzel ve iyi buldukları vasıflardan uzak kalmış olacaktır. Bu durumda zaruri olan vacibin işlenmesi bir tekellüf arzedecek ve şeriatın konulduğu sırada gözetilen maksatlara ters düşmüş olacaktır. Hadiste: "Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim" buyrulmaktadır. Hal böyle iken, şayet tamamlayıcı unsurların bulunmadığı farzedilecek olsa, o takdirde vacib bu prensip doğrultusunda bulunmamış olacaktır. Böyle bir durum ise, açıkça vacibde bir kusurun bulunması demektir. Ancak zarurinin tamamlayıcısı durumunda olan unsurda bulunan kusur, tüm olarak değil de kısmen bulunacak olur ve bu kusur zarurinin güzelliğini, üstün ahlak anlayışına uygunluğunu ortadan kaldırmaz, genişlik ve kolaylık kapısını tamamen kapatarak güçlük ve sıkıntılar doğurmazsa, bu durumda söz konusu kusur ve noksanlığın, ihlal edici olmayacağı da açıktır.

 

d) Her bir haci ya da tahsini, asılolan zarurinin hizmetinde bulunmakta, kişiyi ona hazırlamakta ve onun özel konumunu güzelleştirici, kemale ulaştırıcı roloynamaktadırlar. Bu haliyle onlar zaruri için ya bir mukaddime, ya bir hatimedirler ya da onun eşliğinde yapılan ve ona güç katan bir unsur olmaktadırlar. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, tamamlayıcı bu unsurlar (haci ve tahsini), zarurinin etrafında dönmekte ve ona hizmet etmektedirler. Bu durumda, zarurinin en güzel bir şekilde yerine getirilebilmesi için onların bulunması gerekmektedir.

 

Mesela namazdan önce abdest alınıp temizlik yapıldığı zaman, bu durum önemli bir ibadet için bir hazırlığın olduğunu hatırlatacaktır. Kıbleye yönelindiğinde, bu yöneliş kendisine yönelinenin huzurunda bulunulduğunu düşündürecektir. Kulluk görevinin yerine getirilmesine niyet edildiği zamansa, bundan huşil ve sükiln doğacaktır. Sonra namaza girecek ve namazda farz olan, Fatiha'nın (Ümmü'l-Kur'an) okunmasından sonra ziyade bir silre okumakla, namazı kemal vasfına doğru yaklaştıracaktır. Çünkü okunan bu silrelerin tamamı, kendisine yönelinen Rab Teala'nın kelamı olmaktadır. Kişi namaz içerisinde tekbir alıp, tesbihte bulunduğu, teşehhüd okuduğu zaman, bütün bunlar onun kalbini uyaracak, Rabbine olan münacatında, O'nun yüce huzurunda duruşunda gaflet haline düşmemesi için kendisini ikaz da bulunacaktır. Bitimine kadar bu böyle devam edecektir. Şayet kişi kılacağı bu farz namazından önce bir nafile kılacak olursa, o takdirde kılacağı bu namaz farz için bir mukaddime (ön hazırlık), bir basamak olacak ve yavaş yavaş kişiyi ona hazırlayacaktır. Farzın arkasından bir nafile daha kılması takdirinde ise, bu durum farzdaki huzuru için daha da uygun bir davranış olacaktır.

 

Namazda bu husus itibara alındığı için, namazın her anı, amelle birlikte zikirden hali bırakılmamıştır. Böylece huşu, teslimiyet, boyun eğme ve saygı içerisinde Allah ile birlik olma için gerekli hem dilin hem de organların mutabakatı sağlanmıştır. Namaz içerisinde hiçbir yer, sözlü ya da fiili zikirden boş bırakılmamış ve böylece gaflet kapısının açılmasına, şeytanın vesveselerinin girmesine imkan tanınmamıştır.

 

Görüldüğü gibi, bu tamamlayıcı unsurlar zaruriyyat koruluğunun etrafını kuşatmakta; onun hizmetinde bulunmakta ve onu desteklemekte, güçlendirmektedir. Bu durumda şayet bu tamamlayıcı unsurlar tamamen ya da çoğunlukla ihlal e uğrayacak olsa, bundan zarurinin de ihlal e uğraması söz konusu olabilecektir. Namaz hakkında verdiğimiz bu izah, diğer zaruriyyat ve onların tamamlayıcı unsurları için de aynıdır.

 

Beşinci yani "Zaruri için, haciye tahsininin korunması uygun olur" önermesinin açıklanması:

 

Dördüncü önermenin izah ve açıklanmasından, bu önermenin de doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü madem ki, zaruriyyat tamamlayıcı unsurlarının ihlale uğraması yüzünden bozulabilmekte ve ortadan kalkabilmektedir, bu durumda zarurinin muhafazası için onların da korunması istenilecektir. Keza madem ki, bunlar zınettirler ve zarurinin güzellik ve kemali de ancak bunların bulunmasıyla ortaya çıkacaktır, o zaman onların ihlal edilmemesi ve korunması uygun olacaktır.

 

Bütün buraya kadar anlattıklarımızdan şu netice çıkmaktadır: Riayeti istenilen üç mertebe içerisinde, birinci mertebede bulunan zaruriyyatın muhafazası en büyük maksad olmaktadır. Bunlar her millette / şeriatte dikkate alınan hususlardır ve hiçbir şeriatte, furilda olan ihtilaflar gibi, bunlar hakkında ihtilaf bulunmamaktadır. Bunlar dinin esas ve temelleri (usillu'd-din), şeri kaideler ve şeriattaki külli esaslardan ibarettir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

BEŞİNCİ MESELE