SAHİH-İ MÜSLİM

HİBE

 

5/6- HAKKINDA VASİYETTE BULUNACAĞI BİR ŞEYİ BULUNMAYAN KİMSENİN VASİYETTE BULUNMAMASI

 

4203-16/1- Bize Yahya b. Yahya et-Temımı tahdis etti, bize Abdurrahman b. Mehdi, Malik b. Miğvel'den haber verdi. O Talha b. Musarrif'den şöyle dediğini rivayet etti: Abdullah b. Ebu Evfa'ya Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vasiyet etti mi, diye sordum. O, hayır, dedi. Ben: O halde neden insanlara vasiyette bulunmaları (farz olarak) yazıldı, yahut da niçin onlara vasiyet etmeleri emri verildi, dedim. O: (Allah Rasulü) aziz ve celil Allah'ın kitabını vasiyet etti, dedi.

 

Diğer tahric: Buhari, 2740, 4460, 5022; Tirmizi, 2119; Nesai, 3622; İbn Mace, 2696

 

 

 

4204-17/2- Bunu bize Ebu Bekr b. Ebu Şeybe de tahdis etti, bize Veki' tahdis etti, (H.) Bize İbn Numeyr de tahdis etti, bize babam tahdis etti. Her ikisi Malik b. Miğvel'den bu isnad ile aynısını rivayet etti. Ancak Veki'in hadisinde şöyle denilmektedir: Ben: Peki insanlara nasıl vasiyette bulunmaları emri verildi, dedim. İbn Numeyr'in hadisinde de şu şekildedir. Ben: O halde müslümanlara vasiyette bulunmaları nasıl (farz olarak) yazıldı, dedim. 

 

 

 

4205-18/3- Bize Ebu Bekr b. Ebu Şeybe tahdis etti, bize Abdullah b. Numeyr ve Ebu Muaviye, A'meş'den tahdis etti (H.) Bize Muhammed b. Abdullah b. Numeyr de tahdis etti, bize babam ve Ebu Muaviye tahdis edip, dediler ki: Bize A'meş Ebu Vail'den tahdis etti, o Mesruk'dan, o Aişe'den şöyle dediğini rivayet etti: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Ne bir dinar, ne bir dirhem, ne bir koyun, ne bir deve bıraktı ne de herhangi bir şeyi vasiyet etti.

 

Diğer tahric: Ebu Davud, 2863; Nesai, 3623, 3624; İbn Mace, 2695;

 

 

 

4206- .. ./4- Bize Zuheyr b. Harb, Osman b. Ebu Şeybe ve İshak b. İbrahim de hepsi Cerir'den tahdis etti (H.) Bize Ali b. Haşrem'de tahdis etti. Bize İsa -ki b. Yunus'dur- haber verdi, hepsi A'meş'den bu isnad ile aynısını rivayet etti.

 

 

 

4207-19/5- Bize Yahya b. Yahya ve Ebu Bekr b. Ebu Şeybe de -lafız Yahya'ya ait olmak üzere- tahdis etti, o, dedi ki: Bize İsmail b. Uleyye, İbn Avn'dan haber verdi, o İbrahim'den, o Esved b. Yezid'den şöyle dediğini rivayet etti: Aişe'nin huzurunda Ali (radıyallahu anh)'ın vasi olduğunu sözkonusu ettiler. Aişe: Ona ne zaman vasiyette bulundu? Ben onu göğsüme dayamış idim. -Yahutta kucağıma, dedi.- Leğenin getirilmesini istedi. Benim kucağıma düştüğü halde ben onun vefat etmiş olduğunu dahi anlayamadım. Ona ne zaman vasiyette bulundu, dedi.

 

Diğer tahric: Buhari, 2741, 4459; Nesai, 3624, 3625; İbn Mace, 1626

 

 

 

4208-20/6- Bize Said b. Mansur, Kuteybe b. Said, Ebu Bekr b. Ebu Şeybe ve Amr en-Nakid -lafız Said'e ait olmak üzere- tahdis edip, dediler ki:

Bize Süfyan, Süleyman el-Ahvel’DEN tahdis etti, o Said b. Cübeyr’DEN şöyle dediğini rivayet etti: İbn Abbas, dedi ki: O perşembe günü, neydi o perşembe günü? Sonra gözyaşları çakıl taşlarını ıslatacak kadar ağladı. Ben: Ey İbn Abbas! Perşembe günü ne demek, dedim. O şöyle dedi: (O gün) Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hastalığı ağırlaştı. "Getirin size benden sonra satmayasınız diye bir yazı yazayım" buyurdu. Orada bulunanlar birbirleri ile anlaşmazlığa düştüler. Halbuki bir nebinin huzurunda tartışılmaması gerekir. Onlar: Bu hali nedir? Yoksa sayıklıyor mu? Ona bir sorup anlayın, dediler. Allah Rasulü: "Beni (kendi halime) bırakın. Benim içinde bulunduğum hal daha hayırlıdır. Size şu üç hususu tavsiye ediyorum: Arap Yarımadasından müşrikleri çıkartın. Gelen heyetlere benim kendilerine yaptığım şekilde ikramda bulunun." buyurdu. (Said b. Cübeyr), dedi ki: İbn Abbas üçüncüsünü söylemedi. Ya da o söyledi de ben unuttum.

 

Ebu İshak İbrahim, dedi ki: Bize el-Hasen b. Bişr tahdis edip, dedi ki:

Bize Süfyan da bu hadisi tahdis etti.

 

Diğer tahric: Buhari, 3053, 3168, 4431; Ebu Davud, 3069 -muhtasar-;

 

 

 

4209-21/7 - Bize İshak b. İbrahim tahdis etti, bize Veki', Malik b.

Miğvel'den haber verdi. O Talha b. Musarrif'den, o Said b. Cubeyr'den, o İbn Abbas’DAN şöyle dediğini rivayet etti: Perşembe günü, o ne perşembe günüydü? Sonra gözyaşları akmaya başladı. Öyleki onun yanaklarında gözyaşlarının inci gibi dizilmiş olduğunu gördüm. (İbn Abbas devamla), dedi ki:

Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bana kürek kemiğimi ve kalemi -yahut tahtayı ve kalemi- getirin de size kendisinden sonra ebediyyen sapmayacağınız bir yazı yazayım" buyurdu. Hazır bulunanlar: Şüphesiz Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sayıklıyor, dediler.

 

Yalnız Müslim rivayet etmiştir

 

 

 

4210-22/8- Bana Muhammed b. Rafi' ve Abd b. Humeyd de tahdis etti. Abd, bize Abdurrezzak haber verdi derken İbn Rafi' tahdis etti, dedi. Bize Ma'mer, Hadesan'den haber verdi, o Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'den, o İbn Abbas’DAN şöyle dediğini rivayet etti: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in vefatına yakın evde de aralarında Ömer b. el-Hattab'ın da bulunduğu bir takım adamlar bulunuyorken Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Haydi getirin size kendisinden sonra sapmayacağınız bir yazı yazayım" buyurdu. Bunun üzerine Ömer: Şüphesiz Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in ağrıları çokça artmış bulunuyor. Sizin yanınızda da Kur'an zaten var. Bize yüce Allah'ın kitabı yeter, dedi. Evdekiler anlaşmazlığa düştüler ve birbirleri ile tartışmaya başladılar. Onlardan kimisi: Haydi getirin de Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) size kendisinden sonra sapmayacağınız bir yazı yazsın diyor, kimileri de Ömer'in, dediği gibi söylüyordu. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in huzurunda bu şekilde gürültüleri ve anlaşmazlıkları çoğalınca Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Haydi kalkın" buyurdu.

Ubeydullah, dedi ki: İbn Abbas şöyle diyordu: Şüphesiz musibetin en büyüğü Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in onlara böyle bir yazıyı yazmalarına engel teşkil eden anlaşmazlıkları ve gürültüleri oldu.

 

 

Diğer tahric: Buhari, 114,4432, 5669, 7366

 

AÇIKLAMA:          (4203) "Talha b. Musarrif" Musarrif isminde mim harfi ötreli sad fethalı şeddeli ve kesrelidir. Re harfinin fethalı rivayeti de nakledilmiştir. (musarraf) Ama doğru ve meşhur olan kesreli söyleyiştir.

 

"Abdullah b. Ebu Evfa'ya ... sordu." Aişe (r.anha)'nın rivayetinde (4205) "Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ne dinar ... bıraktı ne de vasiyet etti." Bir başka rivayette: (4207) "Aişe (radıyallahu anha)'nın huzurunda Ali (r.a.)'ın vasi olduğunu söylediler ... " Vasiyet etmedi" ibaresi malının üçte birini de vasiyet etmedi, başka bir vasiyeti de olmadı demektir. Çünkü onun bir malı yoktu, Ali (radıyallahu anh) da başkasına da -şianın iddialarının aksine- herhangi bir vasiyette bulunmuş değildir.

 

Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'e ait olan Hayber ve Fedek'deki araziye gelince; O bunu hayatta iken sebil olarak dağıtmış ve onu müslümanlara tasadduk etmişti. Onun Allah'ın kitabını, ehl-i beyti tavsiye etmesi, müşriklerin arap yarımadasından çıkartılmasını, gelen heyetlerin ağırlanmasını vasiyet etmesine gelince; bunlar "vasiyette bulunmadı" sözlerinin kapsamında kastettiği şeyler değildir. Bundan kastettiği az önce sözünü ettiğimiz şekildir. Esasen vasiyet hakkında soru soranın maksadı da budur. Dolayısı ile hadisler arasında bir çelişki bulunmamaktadır ..

 

"Yüce Allah'ınkitabını vasiyet etti." İçindeki hükümlerle amel etmeyi vasiyet etti demektir. Zaten yüce Allah da: "Biz o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" (Enam, 38) buyurmaktadır. Bunun da anlamı şudur: Bir takım hususlar vardır ki bunlar, ondaki naslardan hareketle bilinebilir. Bir takım hususların hükmü de istinbad ile çıkartılır. Soru soranın: "O halde müslümanlara vasiyette bulunmaları neden (farz olarak) yazıldı?" şeklindeki sözleri ile kastettiği yüce Allah'ın: "Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman eğer hayır (mal) bzrakacaksa ... vasiyette bulunmak takva sahipleri üzerine bir hak olarak yazıldı" (Bakara, 180) buyruğudur. Bu ayet-i kerime cumhura göre nesh edilmiştir. Bununla birlikte soru soranın vasiyetin yazılmasından kastının onun teşvik edilmiş olma ihtimali de vardır. Allah en iyi bilendir.

 

(4208) "İbn Abbas'ın perşembe günü o ne perşembe günüydü" sözleri ise o günün İbn Abbas'ın kendi kanaatine göre ne kadar şiddetli ve ne kadar hoş olmayan bir gün olduğunu ileri derecede ifade etmektir. Bununla kastettiği ise Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in yazmak istediği şeye engel olunmasıdır. Bundan dolayı İbn Abbas o en büyük musibet Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in O kitabı yazmasına engel olunmasıdır demiştir. Doğrusu yüce Allah'ın izni ile birazdan sözkonusu edeceği gibi bu yazının terk edilmesi olmakla birlikte İbn Abbas'ın kastettiği budur.

 

(4209) Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hastalığının arttığı esnada "bana kürek kemiğini ve kalemi -yahut da tahtayı ve kalemi- getirin de size kendisinden sonra ebediyyen sapmayacağınız bir yazı yazayım buyurdu. Onlar Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sayıklıyor, dediler." Bir rivayette de (4210) "bunun üzerine Ömer (radıyallahu anh), dedi ki: Şüphesiz Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hastalığı arttı. Yanınızda da Kur'an-ı Kerim var. Bize Allah'ın kitabı yeter ... Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kalkın buyurdu."

 

Şunu bilelim ki, Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yalan söylemekten ve şer'i hükümleri herhangi bir şekilde değiştirmekten sağlıklı iken de hasta iken de korunmuştur. Aynı şekilde açıklamakla emrolunduğu şeyleri açıklamayı Allah'ın kendisine tebliğ etmesini farz kıldığını tebliğ etmeyi terketmekten de masumdur, korunmuştur. Bununla birlikte onun makamı hakkında eksiltici özellik taşımayan ve şeriatının yerleşmiş hükümlerini bozmayan türden olan bedenlerde görülen geçici hastalık, rahatsızlık ve benzeri hallerden korunmuş değildir. Nitekim Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'e büyü yapılmıştı. Öyle ki bir şeyi yapmamış olduğu halde onu yaptığı izlenimi kendisinde doğuyordu.

 

Bununla birlikte bu halde iken bile ondan daha önce hükmü tespit edilmiş hükümlere aykırı herhangi bir söz ondan çıkmamıştır. Bu husus bilindiğine göre şunu da belirtelim ki ilim adamları, Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in neyi yazmak istediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Onun herhangi bir çekişme ve bir takım fitnelerin ortaya çıkmaması için belli bir kimsenin halifeliğini açıkça yazmak istediği söylendiği gibi haklarında anlaşmızlıkların ortadan kalkması için önemli hükümlere dair bir özetin bulunduğu bir yazı yazmak istediği ve böylelikle burada tespit edilen ifadeler etrafında ittifakın gerçekleşeceği de söylenmiştir. Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunu yazmasının maslahat olduğunu gördüğü sırada yahut da bu husus ona vahyedildiğinde yazmak istedi. Sonra onu yazmamanın maslahat olduğunu gördü, yahut da bu husus ona vahiy ile bildirildi ve o birinci emri nesh etti.

 

Ömer (radıyallahu anh)'ın sözlerine gelince; hadisin şerhi ile ilgili açıklamalarda bulunan bütün ilim adamlarının ittifak ettiklerine göre bu Ömer (radıyallahu anh)'ın fakih oluşunun, faziletlerinin, oldukça incelikli noktalara dikkat eden ve bu gibi incelikleri gözden kaçırmayan bakış açısının delillerinden birisi olduğunu ifade etmişlerdir. Çünkü o belki de gereklerini yerine getirmekten acze düşecekleri, bundan dolayı da cezalandırılmayı hakedecekleri bir takım hususları yazmak istediğinden korkmuştu. Çünkü bunlar yazılacak olursa artık haklarında içtihadın sözkonusu olmayacağı nass ile tespit edilmiş hususlar olurdu. Bunun için Ömer (radıyallahu anh): Bize Allah'ın kitabı yeter demişti. Buna sebep ise yüce Allah'ın: "Biz kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" (Enam, 38) buyruğu ile: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" (Maide, 3) buyruklarıdır. Böylelikle yüce Allah'ın dinini kemale erdirdiği ve artık ümmetin sapmayacağından emin olduğu ve bunu söylemekle de Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'i rahatlatmayı istediği anlaşılmaktadır. Bu bakımdan Ömer, İbn Abbas’DAN ve ona muvafakat edenlerden daha fakih idi.

 

İmam Hafız Ebu Bekr el-Beyhaki, Delailu'n-Nübuvve kitabının sonlarında şunları söylemektedir: Ömer (r.a.) ancak Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hastalığı artınca onu bir parça hafifletmek istemişti. Eğer Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in maksadı kesinlikle ihtiyaç duyacakları bir hususu yazmak olsaydı ne anlaşmazlıkları sebebi ile ne de başka bir sebeple ondan vazgeçmezdi. Çünkü yüce Allah: "Sana indirileni tebliğ et" (Maide, 67) buyurmuştur. Nitekim kendilerine muhalefet edenlerin muhalefeti, düşmanlık edenlerin de düşmanlıkları sebebi ile bunun dışındaki hususları tebliği de bırakmış değildir. Aynı şekilde o halde iken yahudilerin Arap yarımadasından çıkartılmalarını ve buna benzer hadiste sözü edilen diğer hususları emrettiği gibi elbette o zaman bunu da emrederdi.

 

Beyhakı devamla, dedi ki: Süfyan b. Uyeyne kendisinden önceki ilim ehlinden naklettiğine göre Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'e Ebu Bekir'in (radıyallahu anh) halifeliğe geçirilmesini yazmak istemişti sonra da yüce Allah'ın bu husustaki taktirini bildiğine dayanarak bunu yazmayı terk etti. Nitekim hastalığının ilk başladığı sırada "vay başımın ağrısı" buyurduğu sırada da bir belge yazmak istemiş sonra da yazmaktan vaz geçmiş ve: ''Allah da müminler de Ebu Bekir'den başkasını kabul etmez" buyurmuştu. Sonra da Ebu Bekir (r.a.)'ı namazda öne geçirmek sureti ile onun halife seçilmesi hususunda ümmetinin dikkatini çekmiş oldu.

 

Beyhakı, dedi ki: Eğer maksat din hükümlerini açıklamak ve onlar ile ilgili görüş ayrılıklarını kaldırmak olsaydı, Ömer bunun yüce Allah'ın: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" buyruğu dolayısı ile esasen gerçekleşmiş olduğunu biliyordu. Artık kıyamet gününe kadar meydana gelecek her bir olayın mutlaka ya nass ya da delalet yolu ile kitap ya da sünnette beyan edildiğini biliyordu. Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in aşırı derecedeki ağrıları ile birlikte bunları yazmaya kalkışması onun için bir meşakkat idi. Ömer (radıyallahu anh) ise daha önce nass ile ya da delalet yolu ile yapılmış olan açıklamalar ile -onun sıkıntı ve zorluklarını hafifletmek maksadı ile- yeterli görmüştü. Diğer taraftan böylelikle ilim ve istinbata ehil olan kimselerin önünde içtihat kapısının kapanmaması ve fer'i meselelerin asli meseleler ışığında çözümlenmesinin önünün tıkanmamasını istemişti. Daha önce Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'de: "Hakim içtihat edip de isabet ederse ona iki ecir vardır. Eğer içtihat edip yanılırsa onun için bir ecir vardır" buyurmuştu. İşte bu da onun bazı hükümleri, ilim adamlarının içtihadına havale etmiş olduğuna ve içtihat dolayısı ile onlar için bir ecir bulunduğuna bir delildir. Böylelikle Ömer (radıyallahu anh) onları bu genel çerçeve içerisinde bırakmanın doğru olacağı kanaatine sahip oldu. Çünkü böyle bir tutum ile içtihatta bulunmak sureti ile ilim adamlarının fazileti ortaya çıkmış olmakta ayrıca Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in içinde bulunduğu zorluklar da hafifletilmiş oluyordu. Ayrıca Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in Ömer (r.a.)'ın bu söylediğine karşı çıkmaması da onun bu tutumunu doğru bulduğuna bir delildir.

 

Hattabı, dedi ki: Ömer (radıyallahu anh)'ın sözlerinin Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hata ettiğini ya da buna benzer hiçbir şekilde ona yakışmayan bir hal içinde bulunduğunu zannettiğini, düşündüğü şeklinde yorumlamak caiz değildir. Ama Ömer (radıyallahu anh), Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hastalığının arttığını ve içinde bulunduğu zorluk ile birlikte vefatının da yaklaştığını görünce onun söylediği bu sözlerin hasta bir kimsenin kesin kararlılık ifade etmediği türden söylediği sözlerden bir söz olabileceğinden ve böylelikle münafıkların buradan hareketle din hakkında tenkit edici sözler söylemeye yol bulabileceklerinden korktu. Çünkü Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in ashabı kesin bir emir vermeden ve kesin bir karar almadan önce bazı hususlarda ona soru sorabiliyorlardı. Nitekim Hudeybiye Barışı hususunda ona muhalif kanaatte olup, ona soru sormuşlardı. Aynı şekilde kendisi ile Kureyşliler arasında barışın yazılmasında da böyle yapmışlardı. Ama Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) herhangi bir hususu kesin olarak emretmiş ise onlardan hiçbir kimse bu hususta ona soru sormazdı. İlim adamlarının çoğunluğu da üzerine vahiy inmemiş olduğu hususlarda hata etmesinin caiz olduğu kanaatindedirler. Bununla birlikte hepsi de böyle bir hataya düşmesi halinde bu hata üzere bırakılmayacağını da icma ile kabul etmişlerdir. Bilindiği üzere Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in yüce Allah, derecesini bütün yaratılmışların üstüne yükseltmiş olmakla birlikte onu sonradan yaratılmış olmanın ve beşeri geçici hallerin belirtilerinden tenzih etmiş değildir. Nitekim namazda yanılmış idi. Dolayısı ile hastalığı halinde bu hallerden bazılarının kendisinde ortaya ÇıkmıŞ olduğunu düşünmek kabul edilmeyecek bir şey değildir. O halde böyle bir durumda hakikati gerçek hali ile ortaya çıkıncaya kadar durup beklemek gerekir. İşte bu hususlar ve buna benzer daha başka hususlardan dolayı Ömer (radıyallahu anh) böyle bir isteğin yapılmasına gerek görmediğini söylemişti.

 

Hattabı, dedi ki: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'den: "Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir" dediği rivayet edilmiştir. Bunun üzerine Ömer de onun buyurduğunu doğru ve isabetli bulmuştu. (Hattabı devamla), dedi ki: "Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir" hadisine iki kişi itiraz etmiştir. Bunlardan birisi dinine bağlılığı hususunda tenkit edilmiş, itham altında bulunan birisidir. O da Amr b. Bahr el-Cahız'dır, diğeri ise basitlikle ve müstehcenlikle bilinen birisidir. Bu da İshak b. İbrahim el-Mevsıli'dir. Çünkü o el-Egani isimli kitabını yazıp bu kitaptaki batıllarda işi ileri götürdükten sonra bunların günahları ile yetinmeyerek kitabının başına hadis ashabını yermekle başlamış ve onların dirayet edip anlamadıkları şeyleri rivayet ettiklerini ileri sürmüştür. Kendisi ve Cahız: Eğer ihtilaf rahmet olmuş olsaydı ittifak azap olmalıydı demişler sonra da ümmetin ihtilafının özel olarak Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in zamanında bir rahmet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü aralarında ihtilaf ettikleri vakit ona soru sorar o da kendilerine beyan ederdi. 

 

Böyle tutarsız bir itiraza cevap da şöyledir: Bir şeyin rahmet olması onun zıddının azap olmasını gerektirmez. Böyle bir ilkeye cahil ya da bilmezlikten gelen başkası bağlı kalmaz ve bunu sözkonusu etmez. Nitekim yüce Allah da:

 

"Geceyi ve gündüzü sizin için sükun bulasınız ve lütfundan arayasınız diye yaratmış olması onun rahmetindendir" (Kasas, 73) buyurmaktadır. Yüce Allah geceyi rahmet diye nitelendirmekle bidikte bundan gündüzün azap olması gerekmemektedir. Bu ise hakkında şüphenin sözkonusu olmayacağı apaçık bir husustur.

 

Hattabi (devamla), dedi ki: Din hususunda ihtilaf üç kısma ayrılır. Birisi yaratıcının varlığı ve vahdaniyeti hakkındadır. Bunu inkar etmek küfürdür. İkincisi onun sıfatları ve meşieti ile ilgilidir bunu inkar etmek bidattir. Üçüncüsü ise hakkında çeşitli hükümlerin bulunma ihtimali bulunan fer'i ahkamdır. İşte yüce Allah bunu bir rahmet ve ilim adamları için bir üstünlük sebebi kılmıştır. "Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir hadisinden kastedilen de budur. " Hattabi'nin (yüce Allah'ın rahmeti ona) sözleri burada sona ermektedir.

 

El-Mazeri, dedi ki: Şayet ashab-ı kiramın bu belgenin yazılması hususunda Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "getirin yazayım" demesine rağmen nasıl ihtilaf edip anlaşmazlığa düşmeleri caiz olmuş ve nasıl olur da onun emrine karşı gelmişlerdir denilecek olursa buna şu şekilde cevap verilir:

 

Emirlerde asl olan mendubluk ifade etmesidir diyenlere göre onları vücuba taşıyacak, emirlerde asl olan vücuptur diyenlere göre de emirleri vücuptan mendubluğa taşıyacak bir takım karinelerin bulunmasının sözkonusu olabileceğinde ve aynı şekilde karinelerin yap emrini mübahlığa, muhayyerliğe ve bunun dışında diğer çeşitli anlamlara çevireceği hususunda da görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Dolayısı ile belki de Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'den bu emri ile gereğini yerine getirmelerinin vacip olmadığını gösteren aksine artık bu işi onların seçim ve tercihine bıraktığını ortaya koyan bir takım karineler görülmüş olabilir. Bunun neticesinde içtihatlarına uygun olarak tercihleri de farklılık göstermiş oldu. Bu da şer'i hususlarda onların içtihada başvurduklarına bir delildir. Ömer (radıyallahu anh)'ın içtihadı kendisini bu işi yapmamaya götürmüş oldu. Belki de o Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) 'in bu sözünü kesin ve kararlı bir maksat ile söylemediğine inanmıştır. İşte onların: Sayıkladı sözlerinden kasıtları ve Ömer (radıyallahu anh)'ın: Onun ağrıları arttı sözü ile ve -şeriatı tebliğ hususunda Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in takip ettiğini alıştıkları şekle uygun olarak bunu kesin olarak kastetmediğine delil teşkil eden bir takım karineler ile ve onun tebliğ esnasında görmeye alıştıkları bilinen yollardan başka bir yol izlediğini görmelerinden de bu sonucu çıkarmışlardı. İşte bu husus Ömer (radıyallahu anh) tarafından -diğerlerinden farklı olarakaçıkça görülmüş, bundan dolayı onlar da ona muhalefet etmişlerdi.

 

Ömer (radıyallahu anh) şu husustan da korkmuş olabilir: Münafıklar bundan dolayı İslam'ın meşhur olmuş bir takım temel kaidelerine dil uzatmaya yol bulabilirlerdi. Çünkü birkaç kişinin bulunduğu tenha bir yerde, bir yazı yazdığı insanlara ulaştığında etrafa yayacak ve buradan hareketle de kalplerinde hastalık bulunan kimseleri şüpheye düşürmek için bazı hususları ekleyebileceklerdi. Bundan dolayı Ömer (radıyallahu anh): Yanınızda Kur'an var, Allah'ın kitabı bize yeter demişti.

 

Kadı Iyaz, dedi ki: Hadiste: "Rasuluilah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sayıklıyor mu" ibaresi Müslim'in Sahihi'nde ve başkalarında bu şekilde soru ile "sayıklıyor mu" diye kaydedilmiştir. Bu ise "sayıkladı, sayıklıyor" diye rivayet edenlerin rivayetinden daha sahihtir. Çünkü bütün bunların Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hakkında düşünülmesi doğru değildir. Çünkü sayıklamanın bir anlamı da hezeyan etmektir. Böyle bir söz yazmayın diyenlerin söylediklerini reddetmek anlamında sordukları bir soru idi. Bunun da anlamı Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in emrini bırakarak sizler onun bu emrini sayıklayarak söz söyleyen kimsenin emri gibi değerlendirmeyin. Çünkü O asla sayıklamaz. Eğer diğer rivayetler sahih ise bu sözü söyleyen kişi gerekli tahkiki yapmadan söylemiş olduğu hatalı bir söz olur. Daha doğrusu o Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in vefatına delalet eden bu halini gördüğü vakit içine düştüğü büyük hayret ve dehşetten, karşı karşıya kaldığı musibetin büyüklüğünden, ayrıca ondan sonra fitnelerden ve dalaletten korktuğu için bu sözleri söylemiş ve sayıklamayı aşırı derecedeki ağrılarla karşı karşıya bulunması anlamında kullanmıştır. Ömer (radıyallahu anh)'ın: "Bize Allah'ın kitabı yeter" sözü ise kendisi ile tartışan kimselere verdiği bir cevabıdır. Yoksa Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in söylediklerine karşı söylediği bir cevap değildir. Allah en iyi bilendir.

 

(4208) "Beni bırakın, içinde bulunduğum hal daha hayırlıdır" buyruğu şu demektir: Sizin kalkıştığınız bu çekişme ve laf kalabalığından beni rahat bırakın. Çünkü benim içinde bulunduğum yüce Allah'ın murakebesi, ona kavuşmanın hazırlığı bunu ve benzeri hususları düşünmek, içinde bulunduğunuz halden daha üstündür.

 

"Müşrikleri arap yarımadasından çıkartın" Ebu Ubeyd, dedi ki: Asmai, dedi ki: Arap yarımadası uzunluğu itibari ile Yemen'in Aden bölgesinin dibinden başlar, Irak'ın verimli topraklarına kadar devam eder. Eni itibari ile ise Cidde ve onun yakınındaki bölgelerden Şam'ın kıyılarına kadar devam eder.

 

Ebu Ubeyde ise şöyle demektedir: Arap yarımadası (Cezıretu'l-Arab) nın uzunluğu Ebu Musa'nın Haferı ile Yemen'in dibi arasındaki yerdir. Eni ise Yebrin kumları ile Semave'nin bittiği yer arasında kalır.

 

Dediklerine göre Arap yarımadasına "cezire: ada" denilmesi etrafında denizlerin bulunması ve pek büyük sular ile diğer yerler ile arasının kesilmesi dolayısıyladır. Çünkü dilde cezrin asıl anlamı kesmektir. Araplara izafe edilmesinin sebebi ise İslam’DAN önce ellerinde bulunan arazinin o olmasıodan dolayıdır. Burası hem onların hem onlardan önceki geçmişlerinin vatanı ve yurdudur. El-Herevi'nin Malik'den naklettiğine göre Cezuratıl Arap Medine'nin kendisidir ama Malik'den geldiği bilinen doğru rivayet Arap Yarımadası'nın Mekke, Medine, Yemame ve Yemen toprakları olduğudur.

 

Malik, Şafii ve onların dışındaki ilim adamları bu hadisi dayanak alarak, kafirlerin arap yarımadasından dışarıya çıkartılmasını farz kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Onların arap yarımadasında yerleşmelerine imkan vermek caiz değildir. Ama Şafii bu hükmü arap yarıdamasının bir bölümü için özelleştirmiştir. Burası ise Hicaz bölgesidir. Ona göre bu bölge Mekke, Medine, Yemame ve buna bağlı olan yerlerdir. Yemen ve Arap yarımadasından sayılan diğer 'bölgeler ise Hicaz’DAN değildir. Bunu da kendisinin ve mezhebine mensup ilim adamlarının kitaplarından meşhur olan bir başka delile dayanarak demiştir.

 

İlim adamları der ki: Kafirlerin hicaz bölgesinde yolcu olarak gidip gelmelerine engel olunmaz ama orada üç günden fazla ikamet etmelerine de imkan verilmez. Şafii ve ona muvafakat edenler der ki: Bundan Mekke ve Mekke'nin Harem bölgesi müstesnadır. Kafir bir kimsenin hiçbir durumda bu harem bölgesine girmesine imkan vermek caiz değildir. Şayet gizlice girecek olursa dışarı çıkartılması gerekir. Eğer ölüp de orada defnedilmişse cesedi değişikliğe uğramadığı sürece kabri açılır ve dışarı çıkartılır. Şafii'nin ve fukahanın büyük çoğunluğunun kanaati budur. Ebu Hanife ise onların harem bölgesine girmelerini caiz kabul etmiştir. Çoğunluğun delili ise yüce Allah'ın:

 

"Müşrikler ancak bir pisliletir. Bu sebeple bu yıllarından sonra mescid-i harama yaklaşmasınlar" (Tevbe, 28) buyruğudur. Allah en iyi bilendir.

 

Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in: "Gelen heyetleri ağırladığım gibi siz de onları ağırlayın" buyruğu ile ilgili olarak ilim adamları der ki: Bu Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in gelen heyetlere gönüllerini hoş tutmak ve kalpleri İslam'a ısındırılacak diğerlerini ve benzerlerini teşvik etmek için yolculuklarında onlara yardım ve destek vermek üzere heyetlere ikramda bulunup onları ağırlamaya dair verdiği bir emirdir. Kadı Iyaz, dedi ki: İlim adamları der ki: Gelen heyettekilerin Müslüman ya da kafir olmaları fark etmez. Çünkü kafir çoğunluk ile hem bizim hem kendilerinin maslahatına olan hususlar için elçi olarak gelir.

 

"Üçüncüsünü ise söylemedi ya da o söyledi de onu ben unuttum." Susup da söylemeyen İbn Abbas, unutan da Said b. Cubeyr'dir. Mühelleb dedi ki: Üçüncüsü ise Üsame (radıyallahu anh)'ın ordusunu hazırlayıp donatmaktır.

 

Kadı Iyaz dedi ki: Bu üçüncüsünün Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in: "Benim kabrimi kendisine tapınılan bir put haline getirmeyin" buyruğu olma ihtimali vardır. Çünkü Malik Muvatta'da bu anlamdaki bir ibareyi Yahudilerin sürgüne gönderilmesi ile birlikte sözkonusu etmiştir. Bunu Ömer (radıyallahu anh)'ın rivayet ettiği hadiste sözkonusu etmektedir.

 

Bu hadiste sözünü ettiğimiz çeşitli hükümler dışında aşağıdaki hususlar da anlaşılmaktadır:

 

1. İlmin yazılması caizdir. Bu meselenin açıklaması daha önce defalarca geçtiği gibi bu hususta birbirinden farklı iki hadis geldiğini de belirtmiş idik. Çünkü selef de bu mesele hakkında ihtilaf etmişler sonra onlardan sonra gelenler yazılmasının caiz olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Aynı zamanda bunu yasaklayan hadislerin tevilini de açıklamış idik.

 

2. Mecazi ifade kullanmak caizdir. Çünkü Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem):

"Size yazayım" sözü yazılmasını emredeyim demektir.

 

3. Hastalık ve benzeri haller nübüvvete aykırı değildir. Durumun kötülüğüne de delil değildir.

 

"Ebu İshak İbrahim, dedi ki: Bize el-Hasan b. Bişr tahdis etti, bize Süfyan bu hadisi rivayet etti." Yani Müslim'in arkadaşı Ebu İshak bu hadisi Süfyan b. Uyeyne'den diye bir tek kişiden rivayet etmek hususunda Müslim ile müsavat halindedir (onunla eşittir). Böylelikle bu hadis, Ebu İshak için bir ravi ile ali bir isnad olmuştur .

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

1- ADAĞIN YERİNE GETİRİLMESİNİ EMİR BABI