SAHİH-İ MÜSLİM

CUMA

 

HUTBEDE SESİ YÜKSELTMEK VE HUTBE SIRASINDA NELER SÖYLENECEĞİ BABI

 

وحدثني محمد بن المثنى. حدثنا عبدالوهاب بن عبدالمجيد عن جعفر بن محمد، عن أبيه عن جابر بن عبدالله ؛ قال:

 كان رسول الله صلى الله عليه وسلم إذا خطب احمرت عيناه، وعلا صوته واشتد غضبه. حتى كأنه منذر جيش، يقول: صبحكم ومساكم. ويقول. "بعثت أنا والساعة كهاتين". ويقرن بين أصبعيها لسبابة والوسطى. ويقول: "أما بعد. فإن خير الحديث كتاب الله. وخير الهدي هدي محمد. وشر الأمور محدثاتها. وكل بدعة ضلالة". ثم يقول: " أنا أولى بكل مؤمن من نفسه  من ترك مالا فلأهله. ومن ترك دينا أو ضياعا فإلي وعلي" .

 

2002- Bana Muhammed b. el-Müsenna da tahdis etti, bize Abdülvehhab b. Abdülmecid, Cafer b. Muhammed'den tahdis etti, o babasından, o Cabir b. Abdullah'dan şöyle dediğini rivayet etti: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hutbe verdiği zaman gözleri kızarır, sesi yükselir, gazabı artardı. Hatta (düşmanınız) sabaha, akşama size baskın yapacak diyen bir orduyu uyaran kişiyi andırırdı. Şehadet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek "ben ve kıyamet günü şu ikisi gibi gönderildim" derdi. Ayrıca o: "İmdi, şüphesiz en hayırlı söz Allah'ın kitabı, en hayırlı hidayet (rehberlik, yol göstericilik) Muhammed (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hidayetidir. İşlerin en şeriisi sonradan ortaya çıkartılanları (bid'atlerdir). Her bir bid'at de bir dalalettir" diye buyurur ve sonra şöyle derdi: "Ben her bir mümine kendi öz nefsinden daha yakımm. Kim geriye bir mal bırakırsa o onun ailesine aittir, kim de bir borç yahut çoluk çocuk bırakırsa bana aittir ve benim üzerimedir. "

 

Diğer tahric: Nesai, 1577, buna yakın; İbn Mace, 45

 

 

وحدثنا عبد بن حميد. حدثنا خالد بن مخلد. حدثني سليمان بن بلال. حدثني جعفر بن محمد عن أبيه ؛ قال: سمعت جابر بن عبدالله يقول:

 كانت خطبة النبي صلى الله عليه وسلم يوم الجمعة. يحمد الله ويثني عليه .ثم يقول على إثر ذلك، وقد علا صوته. ثم ساق الحديث بمثله.

 

2003- Bize Abd b. Humeyd de tahdis etti ... Bana Cafer b. Muhammed babasından şöyle dediğini tahdis etti: Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinledim: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cuma günü hutbe verince Allah'a hamd ve senada bulunduktan hemen sonra sesi yükselmiş olduğu halde şöyle derdi, dedikten sonra hadisi aynen rivayet etti.

 

 

وحدثنا أبو بكر بن أبي شيبة. حدثنا وكيع عن سفيان، عن جعفر، عن أبيه، عن جابر ؛ قال:

كان رسول الله صلى الله عليه وسلم يخطب الناس. يحمد الله ويثني عليه بما هو أهله. ثم يقول: "من يهده الله فلا مضل له. ومن يضلل فلا هادي له. وخير الحديث كتاب الله". ثم ساق الحديث بمثل حديث الثقفي.

 

2004- Bize Ebu Bekr b. Ebi Şeybe de tahdis etti, bize Veki' , Süfyan'dan tahdis etti, o Cafer'den, o babasından, o Cabir'den şöyle dediğini rivayet etti: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) insanlara hutbe verir, Allah'a layık olduğu üzere hamd ve senada bulunduktan sonra: "Allah kime hidayet verdiyse kimse onu saptıramaz. Onun saptırdığına da kimse hidayet veremez. Sözün en hayırlısı Allah'ın kitabıdır." Sonra hadisi Sekafi'nin hadisi gibi rivayet etti.

 

 

AÇIKLAMA:          "Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hutbe verdi mi... bana aittir ve benim üzerimedir" bu hadiste faydalı bir takım hususlar ve önemli bazı kaideler yer almaktadır.

 

"Sabah-akşam size baskın yapacak diyen" deki zam ir orduyu uyaran kimseye aittir.

"Şehadet parmağı"na sebbabe adının verilmesi ağır sözler söyledikleri vakit bu parmakları ile işarette bulunmalarından dolayıdır.

 

"En hayırlı hidayet Muhammed'in hidayetidir. " Buradaki hidayet (hüda) kelimeleri her iki yerde de he harfi ötreli, dal harfi fethalıdır. Yine her ikisi he harfi fethalı, del harfi sakin (hedy) olarak da okunur ve biz bunları her iki şekilde de zaptetmiş bulunmaktayız. Bir topluluk da bu lafzı böylece iki şekilde zikretmiştir.

 

Kadi İyaz dedi ki: Biz bu lafzı Müslim'de ötreli, başka hadis kitaplarında fethalı olarak rivayet ettik. Herevi de bunu fethalı olarak zikretmiş olup, Herevi onu fethalı rivayete göre yol olarak açıklamıştır. Yani en güzel yol Muhammed'in yoludur. Bu bakımdan filan kişinin hedy'i güzeldir, denildiği zaman yolu ve gidişi güzeldir demek olur. "Ammar'ın hedyi ile hidayet bulunuz" buyruğu da bu türdendir.

 

Ötreli rivayete (hüda) göre anlamı ise delalet ve irşaddır. İlim adamları dedi ki: "Hüda" lafzının iki anlamı vardır. Bunlardan birisi delalet ve irşad anlamında olup, Resullere, Kur'an'a ve kullara izafe olunan odur. Nitekim yüce Allah: "Muhakkak sen dosdoğru yola hidayet eylersin" (Şura, 52); "Muhakkak bu Kur'an en doğru olana hidayet eyler" (İsra, 9); "Takva sahipleri için bir hidayettir" (Bakara, 2) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın: "Semud'a gelince, biz onlara hidayeti (doğru yolu) gösterdik" (Fussilet, 17) buyruğu da bu anlamdadır ki, biz onlara doğru yolu açık seçik gösterdik demektir. "Muhakkak biz onu doğru yola hidayet eyledik" (İnsan, 3); "Biz ona iki yolu gösterdik (hidayet eyledik)" (Beled, 10) buyrukları da bu anlamdadır.

 

İkinci anlamı ise lütuf, tevfik, korumak ve desteklemektir. Bu da yalnızca yüce Allah hakkında sözkonusu olur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki sen, sevdiğini hidayete iletemezsin ama Allah dilediği kimseleri hidayete iletir" (Kasas, 56) buyruğunda bu anlamdadır.

 

Kaderiye, kaderi inkar hususundaki bozuk ilkelerine dayanarak "hüda" lafzı nerede geçerse beyan etmek, açıklamak anlamındadır, demişlerdir. Gerek bizim mezheb alimlerimiz gerekse yüce Allah'ın kaderini kabul eden hak ehlinden başkaları onlara yüce Allah'ın: ''Allah ise esenlik yurduna çağırır ve dilediği kimseleri dosdoğru yola hidayet eyler" (Yunus, 25) buyruğunu delil göstermişlerdir. Burada yüce Allah doğru yola davet etmek ile hidayetin farklı olduğunu ortaya koymuş olmaktadır.

 

Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in: "Her bir bid'at bir dalalettir" buyruğu tahsis edilmiş genel bir ifadedir. Kastedilen ise bid'atlerin çoğunun böyle olduğudur. Dil bilginlerinin dediklerine göre "bid'at" daha önce bir benzeri ve örneği bulunmaksızın yapılan her bir şey demektir. İlim adamları da şöyle tanımlamışlardır: Bid'at, vacip, mendup, haram, mekruh ve mübah olmak üzere beş kısımdır. Kelamcıların inkarcılara, bid'atçilere ve benzerlerine cevap vermek maksadı ile delilleri düzenli bir şekilde ortaya koymaları vacip bid' at türünden, ilim kitaplarının tasnif edilmesi, medrese ve ribatların bina edilmesi ve daha başka hususlar mendub bid'atlerdendir, çeşitli tür yemekler yemek ve benzeri hususlar mübah bid'atlerdendir. Haram ve mekruh bid'atler ise açıkça bellidir. Ben bu meseleyi geniş delil ve açıklamalarıyla Tehzibul Esma ve Lügat adlı eserimde açıklamış bulunmaktayım.

 

Zikrettiğim bu hususlar bilinecek olursa, bu hadis-i şerifin de tahsis edilmiş umumi lafızlardan olduğu da anlaşılmış olur. Aynı şekilde bu türden varid olmuş benzeri hadislerin durumu da böyledir. Bizim söylediklerimizi Ömer b. el-Hattab (r.anh)'ın teravih hakkında söylediği: "Bu ne güzel bid'attir" sözü de desteklemektedir. Bu ise "her bid'at" buyruğunun "her" lafzı ile pekiştiriimiş olmakla birlikte, hadisin tahsis edilmiş genel lafızlı bir hadis olmasına engel değildir. Aksine buna rağmen bu hadis tahsis edilen bir hadistir. Yüce Allah'ın: "Her şeyi mahveden bir rüzgar" (Ahkaf, 25) buyruğuna benzemektedir.

 

"Ben her mümine kendi öz nefsinden daha yakınım" buyruğu yüce Allah'ın: "Nebi müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır" (Ahzab , 6) yani daha bir hak sahibidir, buyruğuna uygundur. Mezheb alimlerimiz şöyle demektedir: Sanki Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) başkasının elindeki yiyeceğe zorunlu olarak ihtiyaç duymuşsa, ve o kişi de aynı yemeğe zorunlu olarak muhtaç ise, Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) O yemeği ihtiyacı olan kişiden alma hakkına sahiptir, o yemeğe sahip olan kişinin de bunu Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'e herhangi bir karşılık gözetmeksizin vermesi gerekir. Ayrıca şunu söylerler: Fakat böyle bir şey her ne kadar caiz (ve mümkün) ise de hiçbir şekilde meydana gelmemiştir.

 

"Bir borç yahut bakıma muhtaç çoluk çocuk (zaya') bırakanın bu bıraktıkları benimdir, benim üzerimedir" buyruğu Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in:

"Ben her bir mümine kendi öz nefsinden daha yakınım" buyruğunun bir açıklamasıdır. Dil bilginleri der ki: Zaya', çoluk çocuk, aile halkı demektir.

 

İbn Kuteybe dedi ki: Bunun aslı "za'a-yaziu-zayaen: kayb oldu, kayb olur, kaybolmak" fiilinin mastandır. Burada, kaybolmaya, zayi olmaya elverişli, çoluk-çocuk, aile efradı bırakan kimse kastedilmektedir. Böylelikle (hadiste) mastar, ismin yerine kullanılmış olmaktadır.

 

Mezheb alimlerimiz dedi ki: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) borçlu olarak ölüp geriye borcunu ödeyecek bir şeyler bırakmayan kimsenin cenaze namazını kıldırmazdı. Bundan maksadı ise insanların borç almayı önemsiz bir iş gibi görmelerini ve borçlarını ödemeyi ihmal etmelerini önlemekti. Böylelikle bu kimselerin cenaze namazlarını kıldırmayarak bu işten vazgeçmelerini sağlamak istemiştir. Şanı yüce Allah müslümanlara bir takım fetihleri nasib edince Allah Resulü: "Kim geriye borç bırakırsa, benim üzerimedir" yani onu ben öderim buyurmuş ve borç bırakanların borcunu ödemeye başlamıştır.

 

Mezheb alimlerimiz, Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in böyle bir borcu ödemesi vacip miydi yoksa o bunu bir ikram olmak üzere mi öderdi? hususunda ihtilaf etmiş olmakla birlikte onlara göre daha sahih olan görüş, bu borcun ödenmesinin Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) üzerinde vacip idi, şeklindedir.

 

Yine mezheb alimlerimiz acaba bu Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in özelliklerinden midir, yoksa değil midir hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bu Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in özelliklerindendir, imam (İslam devlet başkanı) borçlu ölüp, geriye borcunu ödeyecek bir şey bırakmamış kimsenin borcunu beytu'l-mal'da yeterlilik bulunmakla -ve ortada ondan daha önemlisi de olmamakla- birlikte beytu'l mal'dan ödemekle yükümlü değildir, demişlerdir.

 

Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in: "Benim peygamber olarak gönderilmem ve kıyamet şu ikisi gibidir" buyruğu ile ilgili olarak Kadi İyaz şöyle demiştir:

Bunu, bu iki parmağın birbirlerine yakınlığı ve aralarında başka bir parmağın bulunmaması gibi kendisi ile kıyamet arasında bir başka nebinin bulunmaması hali hakkında temsili bir ifade olma ihtimali olduğu gibi, kendisinin peygamberliği ile kıyametin kopması arasındaki müddetin yakınlığını anlatmak ve her ikisi arasındaki farkın sınır tesbiti olarak değil de takribi olarak iki parmak arasındaki fark nisbetinde olduğunu ifade etmek anlamında olma ihtimali de vardır.

 

"Hutbe verdiğinde gözleri kızanr. .. " Bu ifadeler hatibin hutbe konusuna gerektiği gibi dikkat çekmesinin, sesini yükseltmesinin, sözlerini etkileyici bir şekilde söylemesinin müstehap olduğuna ve bu açıklamalarının konuşma mevzuuna uygun bir şekilde teşvik ya da korkutmayı ihtiva etmesinin müstehap olduğuna delil gösterilir. Belki de gazabının şiddetlenmesi onun pek büyük bir iş dolayısı ile uyarıp korkutması ve oldukça büyük bir hususu muayyen olarak sözkonusu etmesi dolayısıyla olmuştur.

 

"Ve emma ba'd (imdi)" derdi. Bu da vaazlarda, cuma, bayram hutbelerinde ve benzeri konuşmalarda "emma ba'd" demenin müstehab olduğu hükmünü ihtiva eder. Aynı şekilde tasnif edilen kitapların hutbelerinde (başında da böyledir) Buhari de bunu söylemenin müstehap olduğu hususunda bir bab açmış ve bu babda bir takım hadisler zikretmiş bulunmaktadır.

 

İlim adamları bu ibareyi ilk olarak kullananın kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bunu ilk kullananın Davud (a.s) olduğu, Ya'rub b. Kahtan olduğu ve Kus b. Saide olduğu söylenmiştir. Bazı müfessirler ya da onlardan pekçok kimse ise bunun Davud (a.s)'a verilmiş "faslu'l-hitab" olduğunu da söylemişlerdir. Muhakkikler ise faslu'l-hitab, hak ve bablı birbirinden ayırd etmektir demişlerdir.

 

(2003) "Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cuma günü hutbesinde ... " bu hadiste Şafii (r.a.)'ın hutbe esnasında yüce Allah'a hamd etmek ve muayyen olarak bu lafzı zikretmek icab eder, başka lafız onun yerini tutmaz şeklindeki görüşünün lehine delil bulunmaktadır.

 

 

 

وحدثنا إسحاق بن إبراهيم ومحمد بن المثنى. كلاهما عن عبدالأعلى. قال ابن المثنى: حدثني عبدالأعلى (وهو أبو همام) حدثنا داود عن عمرو بن سعيد، عن سعيد بن جبير، عن ابن عباس ؛

 أن ضمادا قدم مكة. كان من أزد شنوءة. وكان يرقي من هذه الريح. فسمع سفهاء من أهل مكة يقولون: إن محمدا مجنون. فقال: لو أني رأيت هذا الرجل لعل الله يشفيه على يدي. قال فلقيه. فقال: يا محمد ! إني أرقي من هذه الريح. وإن الله يشفي على يدي من يشاء. فهل لك ؟ فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "إن الحمد لله. نحمده ونستعينه من يهده الله فلا مضل له  ومن يضلل فلا هادي له. وأشهد أن لا إله إلا الله وحده لا شريك له. وأن محمدا عبده ورسوله. أما بعد". قال فقال: أعد علي كلماتك هؤلاء. فأعادهن عليه رسول الله صلى الله عليه وسلم. ثلاث مرات. قال فقال: لقد سمعت قول الكهنة وقول السحرة وقول الشعراء. فما سمعت مثل كلمات هؤلاء. ولقد بلغن ناعوس البحر. قال فقال: هات يدك أبايعك على الإسلام. قال فبايعه. فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "وعلى قومك". قال: وعلى قومي. قال فبعث رسول الله صلى الله عليه وسلم سرية فمروا بقومه. فقال صاحب السرية للجيش: هل أصبتم من هؤلاء شيئا ؟ فقال رجل من القوم: أصبت منهم مطهرة. فقال: ردوها. فإن هؤلاء قوم ضماد.

 

2005- Bize İshak b. İbrahim ve Muhammed b. el-Müsenna -ikisiAbdu'l-A'la'dan tahdis etti, İbnu'l-Müsenna dedi ki: Bana Abdu'l-A'la -o Ebu Hemmam'dır- tahdis etti, bize Davud, Amr b. Said'den tahdis etti, o Said b. Cubeyr'den, o İbn Abbas'dan rivayet ettiğine göre Dimad, Mekke'ye geldi kendisi Ezd-i Şenueli olup şu rih (denilen) deHliği rukye ile tedavi ederdi. Mekkeli'lerin beyinsiz takımından: Muhammed bir delidir, dediklerini işitince, keşke şu adamı görsem belki Allah benim elimle onu şifaya kavuşturur, dedi. Sonra onunla karşılaştı. Ona: Ey Muhammed! Ben bu rih (denilen deliliğe) karşı rukye yaparak tedavi ediyorum ve şüphesiz Allah da benim elimle dilediği kişilere şifa verir, ne dersin sana da okusam mı, dedi.

Bunun üzerine Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz hamd Allah'a mahsustur, O'na hamd eder, O'ndan yardım dileriz. Allah'ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz, O'nun saptırdığına da kimse hidayet veremez. Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur, O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Ayrıca Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür. İmdi. .. " Burada Dimad: Bu söylediğin sözleri bana bir daha tekrar et, dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona aynı sözleri üç defa tekrar etti.

Dimad dedi ki: Ben kahinlerin, sihirbazların, şairlerin sözlerini dinledim fakat senin bu sözlerinin bir benzerini hiç duymadım. Andolsun bunlar denizin dibine kadar ulaşmış sözlerdir, dedi. Sonra Dimad: Elini ver de İslam üzere sana beyat edeyim, dedi ve ona beyat etti.

 

Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ve kavminin adına da (beyatini alıyorum)" buyurdu. O da: Kavmimin adına da (beyat ediyorum), dedi.

Sonra Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir seriyye göndermişti. Bu seriyye onun kavminin bulunduğu yere gitmişti. Seriyyenin komutanı askere:

Bunlardan bir şeyele geçirdiniz mi? dedi. Askerlerden bir adam: Ben bunlardan bir matara ele geçirdim, deyince. Komutan: Onu geri verin, çünkü bunlar Dimad'ın kavmidirler, dedi.

 

 

Diğer tahric: Nesai, 3278 -muhtasar-; İbn Mace, 1893 -muhtasar-

 

AÇIKLAMA:          "Dimad Mekke'ye geldi..." Burada geçen rih (rüzgar)den kasıt delilik ve cin çarpmasıdır. Müslim'in rivayetinin başkasında bu ibare "ervah (ruhlar) a karşı rukye yapardı" denilmektedir. Yani kendilerine bu isim verilmiş olan cinlere karşı rukye yapardı. Cinler ruh ve rüzgara benzedikleri vs insanlar tarafından görülmedikler onlara bu isim verilmiştir.

 

"Senin bu sözlerinin bir benzerini duymadım. Andolsun bunlar denizin dibine ulaşmışlardır." Buradaki (dip anlamını verdiğimiz) "na'us" kelimesini iki şekilde zaptetmiş bulunuyoruz. Bunlardan daha meşhur olanı "na'us" şekli olup bizim diyarımızdaki nüshaların çoğundaki şekil budur. İkincisi ise kamus şeklindedir. Hadisin Müslim'in Sahih'inden başka yerlerdeki rivayetlerde meşhur olan da bu ikincisidir. Kadi İyaz dedi ki: Müslim'in Sahih'inin nüshalarının çoğunda bu lafız kaf ve ayn harfleri ile "ka'us" olarak kaydedilmiştir. Ebu Muhammed b. Said'in kitabında te harfi ile "ta'us" diye geçmektedir. Bazıları ise bunu nun ve ayn harfi ile "na'us" diye rivayet etmişlerdir. Ebu Mesud ed-Dimaşki, Etrafu's-Sahihayn adlı eserinde Humeydi ise el-Cem'u beyne's-Sahihayn adlı eserinde kaf ve mim harfleri ile "kamus" diye zikretmişlerdir. Bazıları doğrusu budur derken Ebu Ubeyd de şunları söylemektedir: Denizin kamusu, ortası demektir. İbn Cüreyc ise denizin en çok dalgalanan yeri (orta kısmı)dır diye açıklamıştır. Kitabu'l Ayn'ın sahibi ise, onun en derin dibidir diye açıklamıştır. el-Harbi dedi ki: Denizin kamusu dibi demektir. Ebu Mervan b. Serrac: Kamus bir şeyi suya daldırmak anlamında "kamese" fiilinden "fa'ul" vezninde bir kelimedir. Denizin kamusu ise, dalgaları çalkalanıp duran ve suları bir türlü karar bulmayan denizin ortası, dalgalı kısmı demektir. Ve bu sahih arapça bir lafızdır demiştir.

 

Ebu Ali el-Ceylan i dedi ki: Ben bu lafız ile ilgili kendimi rahatlatacak bir açıklama bulamadım. Hocamız Ebu'l-Huseyn de şöyle demiştir: Denizin ka'usu sahih bir lafız olup kamus ile aynı anlamdadır. "Ka's" kökünden geliyor gibidir. Bu ise dibinin derin olması demektir. Bu da denizin derin oluşu ve dalgalı olması anlamı çerçevesindedir. Kadi İyaz'ın açıklamaları burada sona ermektedir.

 

Ebu Musa el-Esfahani dedi ki: Müslim'in Sahih'inde nun ve ayn ile "na'uf" olarak geçmektedir. Diğer rivayetlerde ise bu lafız kamus olup denizin ortası ve dalgalı kısmı demektir. Bununla birlikte bu lafız Müslim'in bu hadisi kendisinden rivayet etmiş olduğu İshak b. Rahuye'nin Müsned'inde bulunmamaktadır. Ama Müslim, İshak ile birlikte Ebu Musa'yı da zikretmiş bulunmaktadır. Belki de bu lafız Ebu Musa'nın rivayetinde yer almıştır. Müslim'in bu gibi lafızları zikretmesi sebebine gelince çünkü bir kimse bazen bu lafzı araştırmakla birlikte herhangi bir kitapta bulamayabilir ve bundan dolayı şaşırıp kalabilir. Ama benim kitabıma bakacak olursa bunun aslını ve manasını da öğrenmiş olur.

 

"Matara" anlamındaki "mithare" kelimesi mim harfi fethalı olarak "mathara" diye de söylenir. Bunu İbn Sikkit ve başkaları nakletmiş olup mithara söylenişi daha meşhurdur.

 

 

 

حدثني سريج بن يونس. حدثنا عبدالرحمن بن عبدالملك بن أبجر عن أبيه، عن واصل بن حيان. قال قال أبو وائل:

 خطبنا عمار. فأوجز وأبلغ. فلما نزل قلنا: يا أبا اليقظان ! لقد أبلغت وأوجزت. فلو كنت تنفست ! فقال: إني سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول: "إن طول صلاة الرجل، وقصر خطبته، مئنة من فقهه. فأطيلوا الصلاة واقصروا الخطبة. وإن من البيان سحرا".

 

2006- Bana Süreyc b. Yunus tahdis etti, bize Abdurrahman b. Abdülmelik b. Ebcer babasından tahdis etti, oVasıl b. Hayyan'dan şöyle dediğini rivayet etti: Ebu Vail dedi ki, Ammar bize bir hutbe verdi, oldukça özlü ve beliğ konuştu. Minberden inince biz: Ey Ebu'l-Yekzan! Oldukça beliğ ve özlü konuştun. Keşke bir nefes alsaydın (biraz daha uzatsaydın) dedik. O şöyle dedi: Ben Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'i: "Şüphesiz bir adamın namazı uzun kıldırması, hutbeyi kısa kesmesi fakih oluşunun bir alametidir. Bu sebeb le namazı uzunca kıldırın, hutbeyi kısa kesin ve şüphesiz beyanın bir kısmı bir sihirdir" buyururken dinledim.

 

 

Yalnız Müslim rivayet etmiştir

 

AÇIKLAMA:          "Nefes alsaydın" birazcık uzatsaydın, demektir.

"Fıkhının bir alametidir" alamet anlamındaki "meinne" kelimesi ile ilgili olarak Ezheri ve çoğunluk şöyle demektedir. Bu kelimenin başındaki mim harfi zaiddir ve mef'ile veznindedir. el-Herevi dedi ki: el-Ezheri dedi ki: Ebu Ubeyd mim harfini kelimenin aslından kabul etmekle hata etmiştir. Kadi İyaz dedi ki: Hocamız İbn Serrac" bu asli bir harftir demiştir.

 

"Hutbeyi kısa kesin" bu hadis namazın hafif kılınmasını emreden meşhur hadislere muhalif değildir. Çünkü diğer bir rivayette: "Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in namazı da mutedil idi, hutbesi de mutedil idi" denilmektedir. Zira açıklamakta olduğumuz hadisten maksat şudur: Namaz hutbeye nisbetle uzun olur, yoksa cemaate meşakket verecek kadar uzun kıldırmak kastedilme miştir. Hutbe de konusuna nisbetle mutedil olur.

 

"Şüphesiz beyanın bir kısmı sihirdir" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Ubeyd dedi ki: Bu anlayış ve kalbin zekasından ileri gelmektedir. Kadi İyaz dedi ki:

Bu hususta iki farklı yorum vardır. Birincisine göre bu bir yergidir. Çünkü böylelikle kalpler kullanılan kafiyeli söz öbekleri ile o söze meylettirilmiş olur ve sonunda bundan dolayı günah dahi kazanılabilir. Tıpkı sihir ile kazanıldığı gibi. Ayrıca Malik bu hadisi Muvatta'ında Mekruh Olan Sözler Babında zikretmiş bulunmaktadır. Bu hadisin tevilinde onun izlediği yol budur.

 

İkinci açıklama şekline göre ise, bu bir övgüdür. Çünkü yüce Allah kullarına beyanı öğrettiğini belirterek lütufta bulunduğunu hatırlatmış bulunmaktadır. Onu sihre benzetmesi ise kalplerin ona doğru meyletmesinden dolayıdır. Sihrin asıl anlamı ise çevirmek, meylettirmek demektir. İşte beyan da kalpleri çevirir ve çağırdığı şeye meylettirir. Kadı lyaz'ın açıklamaları bunlardır. Bu ikinci açıklama tercih edilen doğru açıklamadır.

 

"İbn Ebcer, Vası!'dan, o Ebu Vail'den dedi ki: Ammar bize hutbe verdi."

Bu isnad Darakutni'nin istidrakte bulunduğu senetlerdendir. O şöyle demektedir: Bunu yalnız İbn Ebcer babasından, o Vail'den diye münferid olarak rivayet etmiş, A'meş ise ona muhalefet etmiştir. A'meş ise Ebu Vail'in rivayet ettiği hadisleri daha iyi bellemiş birisidir. O bu hadisi Ebu Vail'den, o İbn Mesud'dan diye tahdis etmiştir. Darakutni'nin açıklamaları bunlardır. Daha önce de bizler bu gibi istidraklerin (itirazların) reddolunduğunu kaydetmiş bulunuyoruz. Çünkü İbn Ebcer, rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek kadar sika bir ravidir.

 

 

 

حدثنا أبو بكر بن أبي شيبة ومحمد بن عبدالله. قالا: حدثنا وكيع عن سفيان، عن عبدالعزيز بن رفيع، عن تميم بن طرفة، عن عدي بن حاتم ؛

 أن رجلا خطب عند النبي صلى الله عليه وسلم فقال: من يطع الله ورسوله فقد رشد. ومن يعصهما فقد غوى. فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "بئس الخطيب أنت. قل: ومن يعص الله ورسوله".

قال ابن نمير: فقد غوى.

 

2007- Bize Ebu Bekr b. Ebi Şeybe ve Muhammed b. Abdullah b. Numeyr tahdis edip dediler ki: Bize Veki', Süfyan'dan tahdis etti, o Abdulaziz b. Rufey'den o Temim b. Tarafe'den, o Adiy b. Hatim'den rivayet ettiğine göre bir adam Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in huzurunda hutbe okuyup:

 

Allah'a ve Resulüne itaat eden doğru yolu bulmuş olur. Her ikisine baş kaldıran da azmış olur, dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Sen ne kötü bir hatipsin (bunun yerine): Allah'a ve Resulüne baş kaldıran, de" buyurdu. İbn Numeyr rivayetinde (azmış olur anlamındaki: fekad ğeva ibaresini) "fekad ğeviye" demiştir.

 

 

Diğer tahric: Ebu Davud, 1099,4981; Nesai, 3279

 

AÇIKLAMA:          "Bir adam Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in huzurunda hutbe verdi..."

Kadi İyaz ve bir grup ilim adamı dedi ki: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in ona karşı çıkmasının sebebi birbirine eşit olmayı gerektiren bir zamir ile onu da yüce Allah ile ortak olarak zikretmiş olmasıdır. Ona atıf edatını kullanmayı da yüce Allah'ın adını öne almak sureti ile yüce Allah'ı tazim edecek bir ifade kullanmasını emretmiştir. Nitekim: "Sizden bir kimse Allah diler ve filan dilerse, demesin. Bunun yerine Allah dilerse sonra da filan dilerse, desin" anlamındaki diğer hadis te bunun gibidir. 

 

Doğrusu ise bu nehyin sebebi şudur: Hutbenin özelliği geniş ve açıklayıcı olup işaret ve rumuzlardan uzak durmaktır. Ondan dolayı Sahih'de sabit olduğu üzere Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir söz söyledi mi anlaşılması için onu üç defa tekrarlard!. Birinci kanaat sahiplerinin görüşüne gelince, bu çeşitli sebeblerden dolayı zayıftır. Bunlardan birisi de şudur: Bunun gibi bir zamir Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in kendi sözü olarak sahih hadislerde defalarca geçmiş bulunmaktadır. Allah Resulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Allah'ın ve Resulünün kendisi tarafından, onlardan başka herkesten daha çok sevilmesi" buyruğu ve diğer hadisler buna örnektir. Burada hatibin zamiri ikil kullanmasının sebebi bu konuşmasının öğüt vermek amaçlı bir hutbe olmayışı, aksine bunun bir takım hikmetleri öğretmek maksadı ile yapılmış olmasıdır. Dolayısı ile lafızlan ne kadar az olursa öğüt maksadı ile verilen hutbeden farklı olarak hı-ızedilme, ezberlenme ihtimali daha yüksek olur. Çünkü öğüt maksadı ile yapılan konuşmadan kasıt onun ezberlenip bellenmesi değildir. Onun maksadı sadece o konuşma ile öğüt alınmasıdır.

 

Bunu teyid eden hususlardan birisi de Ebu Davud'un Sünen'inde sahih bir isnad ile İbn Mes'ud (r.a.)'dan sabit olan şu rivayettir: O dedi ki: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bize hutbetu'l-hace'yi öğretti: "Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerlerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidayet verdiği kimseyi saptıracak yoktur. Saptırdığı kimseye de hidayet verecek yoktur. Allah'dan başka hiçbir ilah olmadığına şahitlik ederim. Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna da şahitlik ederim. Onu kıyametin az öncesinde hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere göndermiştir. Allah'a ve Resulüne itaat eden doğru yolu bulmuş olur, onlara başkaldıran ise kendisinden başkasına zarar veremez, Allah'a hiçbir şekilde zararı olmaz." Allah en iyi bilendir.

 

"İbn Numeyr rivayetinde "fekad ğeviye" demiştir .. " Nüshalarda bu şekilde vav harfi kesreli olarak "ğeviye" diye yer almıştır. Kadi İyaz dedi ki: Müslim'in iki rivayetinde vav harfi fethalı ve kesreli olarak gelmiş ise de doğrusu, şerde aşırıya kaçmak anlamındaki fethalı olarak "ğayy"den gelen bir lafız olduğudur .

 

 

 

حدثنا قتيبة بن سعيد وأبو بكر بن أبي شيبة وإسحاق الحنظلي. جميعا عن ابن عيينة. قال قتيبة: حدثنا سفيان عن عمرو، سمع عطاء يخبر عن صفوان بن يعلى، عن أبيه ؛

 أنه سمع النبي صلى الله عليه وسلم يقرأ على المنبر: ونادوا يا مالك.

 

2008- Bize Kuteybe b. Said, Ebu Bekr b. Ebi Şeybe ve İshak el-Hanzali birlikte İbn Uyeyne'den tahdis etti. Kuteybe dedi ki: Bize Süfyan, Amr'dan tahdis etti. O Ata'yı, Safvan b. Ya'lfı.'dan diye haber verirken dinledi, o babasından rivayet ettiğne göre, Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'i minber üzerinde "venadev ya Malik: ey Malik ... diye seslendiler" (Zuhruf, 77) buyruğunu okurken dinlemiştir. 

 

Diğer tahric: Buhari, 3230, 3266, 4814; Ebu Davud, 3992; Tirmizi, 508; Nesai; 1410

 

 

وحدثني عبدالله بن عبدالرحمن الدارمي. أخبرنا يحيى بن حسان. حدثنا سليمان بن بلال عن يحيى بن سعيد، عن عمرة بنت عبدالرحمن، عن أخت لعمرة ؛ قالت:

 أخذت (ق والقرآن المجيد) من في رسول الله صلى الله عليه وسلم، يوم الجمعة، وهو يقرأ بها على المنبر، في كل جمعة.

 

2009- Bana Abdullah b. Abdurrahman ed-Darimi de tahdis etti, bize Yahya b. Hassan haberverdi, bize Süleyman b. Bilal, Yahya b. Said'den tahdis etti. O Abdurrahman kızı Amre'den, o Amre'nin bir kız kardeşinden şöyle dediğini rivayet etti: Ben, "Kaf ve Şanı pek yüce Kur'an'a yemin olsun ki ... " (Kaf, 1) suresini Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in ağzından her cuma onu minber üzerinde okuması sureti ile öğrendim.

 

Diğer tahric: Ebu Davud, 1100- uzunca-, 1102, 1103; Nesai, 948

 

 

وحدثنيه أبو طاهر . أخبرنا ابن وهب عن يحيى بن أيوب ، عن يحيى بن سعيد ، عن عمرة ، عن أخت لعمرة  بنت عبدالرحمن. كانت أكبر منها. بمثل حديث سليمان بن بلال.

 

2010- Bunu bana Ebu Tahir de tahdis etti ... Amre, Abdurrahman'ın kızı ve yaşça kendisinden daha büyük olan bir kız kardeşinden (ablasından), Süleyman b. Bilal'in hadisi rivayet ettiği gibi rivayet etti.

 

 

AÇIKLAMA:          (2008) "Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'i minberin üzerinde: Ey Malik! ... diye seslendiler" buyruğunu okurken dinledi." Buradan hutbe esnasında Kur'an okunabileceği hükmü anlaşılmaktadır ki bunun meşru olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Vacip olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Sahih olan ise bize göre Kur'an okumanın vacip olduğudur, asgari miktar ise bir ayet okumaktır.

 

(2009) "Ben Kaf suresini... ezberledim" ilim adamları dedi ki: Kaf suresini seçmesinin sebebi, bu surenin ölümden sonra dirilişi, ölümü, oldukça şiddetli öğütleri ve kesin yasaklayıcı hükümleri kapsadığından dolayıdır. Yine bu hadiste az önce geçtiği gibi hutbe esnasında Kur'an okunabileceğine delil vardır. Ayrıca her bir hutbede Kaf suresini ya da bir bölümünü okumanın müstehap olduğu hükmü de anlaşılmaktadır.

 

"Amre, yaşça kendisinden daha büyük olan bir kız kardeşinden ... " Bu şekilde bir rivayet sahihtir ve delil gösterilebilir. Adının verilmeyişinin bir zararı yoktur çünkü o sahabe kadındır. Sahabelerin tamamı ise adalet sahibi ravilerdir .

 

 

 

حدثني محمد بن بشار. حدثنا محمد بن جعفر. جدثنا شعبة عن خبيب. عن عبدالله بن محمد بن معن، عن بنت لحارثة بن النعمان ؛ قالت:

 ما حفظت (ق) إلا من في رسول الله صلى الله عليه وسلم. يخطب بها كل جمعة. قالت: وكان تنورنا وتنور رسول الله صلى الله عليه وسلم واحدا.

 

2011- Bana Muhammed b. Beşşar tahdis etti, bize Muhammed b. Cafer tahdis etti, bize Şu'be, Hubeyb'den tahdis etti, o Abdullah b. Muhammed b. Ma'n'dan, o Harise b. en-Numanın'ın bir kızından şöyle dediğini rivayet etti: Ben Kaf suresini ancak Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in ağzından ezberledim. O her cuma bu sureyi okuyarak hutbe verirdi.

Harise'nin kızı dedi ki: Bizim ekmek pişirdiğimiz tandınmız ile Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in tandın birdi.

 

 

وحدثنا عمرو الناقد. حدثنا يعقوب بن إبراهيم بن سعد. حدثنا أبي عن محمد بن إسحاق. قال: حدثني عبدالله بن أبي بكر بن محمد بن عمرو بن حزم الأنصاري، عن يحيى بن عبدالله ابن عبدالرحمن بن سعد بن زرارة، عن أم هشام بنت حارثة بن النعمان ؛ قالت:

 لقد كان تنورنا وتنور رسول الله صلى الله عليه وسلم واحدا. سنتين أو سنة وبعض سنة. وما أخذت (ق والقرآن المجيد) إلا عن لسان رسول الله صلى الله عليه وسلم. يقرؤها كل يوم جمعة على المنبر. إذا خطب الناس.

 

2012- Bize Amr en-Nakid da tahdis etti ... Yahya b. Abdullah b. Abdurrahman b. Sa'd b. Zurare, Harise b. en-Numan'ın kızı Ümmü Hişam'dan . şöyle dediğini rivayet etti: Bizim tandınmız ile Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in tandın iki sene yahut bir sene ve bir senenin bir kısmı aynı idi. Ve ben "Kaf ve o şerefli Kur'an'a yemin olsun" buyruğunu ancak Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in dilinden öğrendim. O bu sureyi her cuma günü insanlara hutbe verdiği zaman minberin üzerinde okurdu.

 

 

وحدثنا أبو بكر بن أبي شيبة. حدثنا عبدالله بن إدريس عن حصين، عن عمارة بن رؤيبة. قال:

 رأى بشر بن مروان على المنبر رافعا يديه. فقال: قبح الله هاتين اليدين. لقد رأيت رسول الله صلى الله عليه وسلم ما يزيد على أن يقول بيده هكذا. وأشار بإصبعيه المسبحة.

 

2013- Bize Ebu Bekr b. Ebi Şeybe de tahdis etti ... Umere b. Rueybe'nin dediğine göre o Bişr b. Mervan'ı minber üzerinde ellerini kaldırmış olduğu halde gördü ve bunun üzerine: Allah şu iki elin cezasını versin. Ben Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'i gördüm. O ellerini şöyle yapmaktan fazla kaldırmıyordu, deyip şehadet parmağı ile işaret etti.

 

Diğer tahric: Ebu Davud, 1104; Tirmizi, 515

 

 

وحدثناه قتيبة بن سعيد. حدثنا أبو عوانة عن حصين بن عبدالرحمن ؛ قال:

 رأيت بشر بن مروان، يوم جمعة، يرفع يديه. فقال عمارة بن رؤيبة. فذكر نحوه.

 

2014- Bunu bize Kufeybe b. Said de tahdis etti, bize Ebu Avane, Husayn b. Abdurrahman'dan şöyle dediğini tahdis etti: Cuma günü Bişr b. Mervan'ı ellerini kaldırırken gördüm. Bunun üzerine Umare b. Rueybe şöyle dedi, deyip hadisi buna yakın olarak zikretti.

 

 

AÇIKLAMA:          (2011) "Said, Hubeyb'den ... " Hubeyb b. Abdurrahman b. Hubeyb b. Yesar el-Ensari olup daha önce defalarca açıklanmış idi.

 

"Bizim tandırımız ile Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in tandırı birdi."

Bu sözleri ile hadisi benediğine, onun Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hallerini bildiğine ve onun evine yakınlığına işaret etmektedir.

 

(2012) "Yahya b. Abdullah b. Abdurrahman b. Sad b. Zurare" ismi bütün nüshalarda bu şekilde Sa'd b. Zurare olarak geçmektedir. Doğrusu da budur. Kadı lyaz da bütün nüshalardan ve üstadlarının tamamının rivayetlerinden bunu böylece rivayet etmiş ve şunları söylemiştir: Doğrusu da budur. Kimisi ise bunun doğrusunun "Esad" olduğunu iddia etmiş ise de bu iddiasında yanılmıştır. Bunları böyle bir yanlışa düşüren ise Hakim Ebu Abdullah b. el-Beyyi'in kitabındaki ifadeye aldanmasıdır. Çünkü o burada doğrusu Esad' dır, Sad' dır, diyenler de vardır, demiştir. Sonra da Buhari'den diye zikrettiği rivayeti nakletmektedir. Halbuki Buhari'nin Tarihinde bulunan ifade onun söylediğinin tam zıddıdır. Çünkü Buhari Tarihinde: Esad değil, Sad' dır. Esad olduğu da söylenmiştir. Halbuki bu bir yanılmadır, demiştir. Ancak Hakim buradaki ifadeyi tam tersine çevirmiştir. Esad b. Zurare ise Hazredilerin efendisidir. Onun kardeşi olan Sa'd b. Zurare ise Yahya'nın dedesidir, uzun bir ömür yaşayıp İslam'a yetişmiş olmakla birlikte çoğu kimse onu ashab arasında zikretmemiştir. Çünkü adı münafıklar arasında geçer.

 

(2013) "Umare b. Rueybe'den ... " Bu hadisten şu hükümler anlaşılmaktadır: Sünnet olan hutbe esnasında (dua ederken) ellerin kaldırılmamasıdır. Bu Malik'in, bizim mezheb alimlerimizin ve başkalarının da görüşüdür. Kadı lyaz seleften bazılarından ve Maliki alimlerinden bunun mübah olduğunu söylediklerini nakletmektedir. Çünkü Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cuma hutbesinde istiska (yağmur duasın)da bulunurken ellerini kaldırmış idi. Birincileri ise bu el kaldırmanın arızi birsebeb dolayısı ile olduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

179- İMAM HUTBE VERİRKEN TAHİYYE(TÜ'L-MESCİD) KILMAK BABI