بَاب
فِي رَدِّ
الْوَسْوَسَةِ
108-109. (Kalbe Gelen) Kuşkunun (Vesvesenin) Önlenmesi Hakkında (Gelen Hadisler)
حَدَّثَنَا
عَبَّاسُ
بْنُ عَبْدِ
الْعَظِيمِ
حَدَّثَنَا
النَّضْرُ
بْنُ
مُحَمَّدٍ حَدَّثَنَا
عِكْرِمَةُ
يَعْنِي ابْنَ
عَمَّارٍ
قَالَ و
حَدَّثَنَا
أَبُو زُمَيْلٍ
قَالَ
سَأَلْتُ
ابْنَ
عَبَّاسٍ فَقُلْتُ
مَا شَيْءٌ
أَجِدُهُ فِي
صَدْرِي قَالَ
مَا هُوَ
قُلْتُ
وَاللَّهِ
مَا أَتَكَلَّمُ
بِهِ قَالَ
فَقَالَ لِي
أَشَيْءٌ
مِنْ شَكٍّ
قَالَ
وَضَحِكَ
قَالَ مَا
نَجَا مِنْ ذَلِكَ
أَحَدٌ قَالَ
حَتَّى
أَنْزَلَ
اللَّهُ
عَزَّ وَجَلَّ
فَإِنْ
كُنْتَ فِي
شَكٍّ مِمَّا
أَنْزَلْنَا
إِلَيْكَ
فَاسْأَلْ
الَّذِينَ يَقْرَءُونَ
الْكِتَابَ
مِنْ
قَبْلِكَ الْآيَةَ
قَالَ
فَقَالَ لِي
إِذَا
وَجَدْتَ فِي
نَفْسِكَ
شَيْئًا
فَقُلْ هُوَ
الْأَوَّلُ
وَالْآخِرُ
وَالظَّاهِرُ
وَالْبَاطِنُ
وَهُوَ
بِكُلِّ شَيْءٍ
عَلِيمٌ
Ebû Zümeyl'den demiştir
ki: "Ben Hz. İbn Abbas'a: "Benim kalbimde hissettiğim bu duygu nedir?
diye sordum." Neymiş o! (Söyle de bilelim), dedi. Ben de: Vallahi onu söylemem, dedim. Bunun
üzerine bana: Şüphe ile ilgili bir şey mi? (Yoksa) dedi ve gülerek:
"Bundan hiçbir kimse kurtulamamıştır, buyurdu. Nihayet Aziz ve Celîl olan
Allah: "Sana indirdiklerimizde şüphe ediyorsan, senden önce indirdiğimiz
kitapları okuyanlara sor..."[Yunus 94] âyet-i kerimesini indirdi. Bunun
üzerine (Hz. İbn Abbas) bana: Eğer içinde bir şüphe hissedecek olursan: "O
hem evveldir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem bâtındır ve o herşeyi
bilendir."[Hadid 3] de buyurdu.
İzah:
Bilindiği gibi, kalbe
arız olan duygular ya şeytandarıdır yada meleklerdendir. Şeytandan gelene
vesvese (kuşku), melekten gelene de ilham denir. Meîekden gelen ilhamlar,
insanları devamlı doğru yola götürüp imanlarını takviye ederek gözlerini ve
gönüllerini nurl andırdığı, ufuklarını aydınlattığı halde şeytandan gelen
vesveselerin onların gönüllerini ve yollarını karartıp şüphelerin ve tereddüdün
karanlık dehlizlerine sürükleyip huzurlarını kaçırır, azimlerini kırar ve
onları korkuya düşürür.
Esasen, mevzuimizu
teşkil eden bu hadis-i şerifte de açıklandığı gibi, bu vesveselerden insan
kurtulamamıştır. Binaenaleyh, insanların bu vesveseden kurtulması kendi elinde
olmadığından yüce Allah insanları kalplerine gelen bu vesveselerden dolayı
sorumlu tutmamıştır. Kullarına olan bu lütfunu; "... Allah kimseye gücünün
yeteceğinden azlasını yüklemez."[Bakara 286] âyetiyle bildirerek kullarını
büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştır.
Ancak, şurasını
unutmamak lazımdır ki, ihtiyarsız olarak insanın kalbinden geçen bu
düşüncelerden insanın sorumlu olmaması için onun doğruluğuna inanarak
başkalarına anlatmış olmaması gerekir. Nitekim bir hadis-i şerifte:
"Şüphesiz ki dilleriyle söylemedikçe yahut filen yapmadıkça Allah
ümmetinin gönüllerinden geçirdikleri şeyleri, onlara bağışlamıştır.”
Buyurulmuştur. Müslim iman; Buharî iman, talak; Ebu Davud, talak
Bu mevzuda Bezi yazarı
şöyle diyor:
"Eğer metinde
geçen Yunus suresinin 94. ayeti Hz. Nebii muhatap alıyorsa bundan Hz. Nebiin
bile vesveseden kurtulamadığı, vesvesenin insanlardan ayrılmayan beşeri bir
hadise olduğu ve insanın imanına bir zarar veremeyeceği anlaşılır. Fakat şübhe
mü'minin ayrılmaz vasfı değildir. Çünkü imanla şüphe bir arada barınamaz.
Bazılarına göre de bu âyetten murat-muhakkak ki insan şu nedir, şu nedir diye
(içinden kendi kendine) bir takım sorular sormakta devam edecektir. Nihayet haydi
yaratıkları Allah yarattı ya Allah'ı kim yarattı, diyecektir" [Müslim,
iman: Buharî, bcd'u'l-halk] Mealindeki hadisde anlatılmak istenen manadır, yani
senin ümmetine şeytanlar vesvese vermeye devam edeceklerdir. Hatta onların
kafalarına: "Haydi yaratıkları Allah'ın yarattığını kabul edelim ya
Allah'ı kim yarattı" sorusunu dahi getireceklerdir. "İş bu dereceye
gelince o kimse, hemen Allah'a sığınsın ve (kafasından geçen bu sorulara kulak
vermekten) vazgeçsin."[Müslim, iman] demektedir.
Bezi yazarının bu
ifadelerinden anlaşılacağı üzere bu gibi vesveselere maruz kalan bir kimse
"Eûzü billahi mineşşeytanirracim" diyerek Allah'a sığındığı sürece
bu vesveseler ona hiçbir zarar veremeyecektir. Bu
vesveselerden Allah'a
sığınmak "Amentu billahi
(Allah'a inandım)"[Müslim,
iman] demek suretiyle de olabilir.
Her ne kadar mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifin zahirinden bu vesveselerden Hz. Nebiin dahi
kurtulamadığı anlaşılıyoısa da onun nezih kalbi imana zarar veremeyen bu
vesveselerden de münezzehdir.
İsmail Hakkı
Bursevi'nin de ifaede ettiği gibi "Yüce Allah'ın ona "sana
indirdiklerimizden şüphe ediyorsan..." buyurması bir padişahın askerlere
duyurmak istediği emri onların kumandanına hitaben vermesi kabilindedindir.
Çünkü askerlere verilecek bir emri bu şekilde kumandana yönelterecek vermek,
askerler üzerinde daha tesirli olur. Yüce Allah'ın Rasulimün şahsında ümetine
yönelttiği bu buyruğunda ehl-i kitaba müracaat edilmesini istemesi, onların
kitaplarında Hz. Nebiin geleceğinin ve vasıflarının açıkça
bulunmasmdandır..."
Çünkü, o zamanlarda Hz.
Nebiin ümmeti arasında şüphe içerisinde bocalayan kimseler vardı. Bir numara
sonra mealini sunacağımız hadis-i şerifte de açılanacağı üzere şeytanın insanın
kalbine vesvese vermesi, neticesinde o insanın bundan rahatsız olup zararından
korunmaya çalışma,ı iman zayıflığının alameti değildir. Bilakis iman
alâmetidir. Bezi yazarının Ruhu'l-Beyan tefsirinden naklettiğine göre; Bir
yahudi Hz. Nebiin müslümanlara şeytanların namazda bile vesvese verebileceğine
dair sözünü işitince kendilerine ibadet esnasında şeytanın asla vesvese
veremediğini söyleyerek itiraz etmiş. Bunun üzerine Hz. Nebi o yahudiye cevap
vermek üzere, Hz. Ebu Bekir'i görevlendirmiştir. Hz. Ebu Bekir yahudiye ''Bir
hırsız girmek için içerisi altın gümüş ve mücevherlerle dolu bir evi mi tercih
eter, yoksa içi bomboş olan harab bir evi mi tercih eder?" diye sormuş; o
yahudi de "elbette içi altın ve gümüşlerle dolu mamur evi tercih
eder" deyince Hz. Ebu Bekir: "İşte insanın en büyük düşmanı olan
şeytan da kalbi böyle iman cevheriyle mamur olan insanların kalbine girmeye
çalışır. Kalbi harab olan kimselerin kalbine niçin girsin? diyerek onu
susturmuş.
Bu mevzuda Bediuzzaman
Said Nursi de şöyle diyor: "Tedâî-yi hayalet, tahattür-i faraziyyât bir
nevi irtisam-ı gayrî ihtiyaridir. İrtisam ise, eğer hayırdan ve nûrâniyyetten
olsa, hakikatin hükmü bir derece suretine ve misaline geçen, güneşin ziya ve
hararetinin ayinedeki misaline geçtiği gibi... eğer şerrden ve kesiften olsa
asim hükmü ve hassası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Meselâ
necis ve murdar bir şeyin ayini-deki sureti ne necistir ne murdardır ve yılanın
timsâli ısırmaz.
Öyleyse kalbini böyle
vesveseler gelen kimse telaşa kapılmadan bu vesveseleri defetmenin yolunu
aramalıdır. Bunun en sağlam yolu tevhid âlimlerinin eserlerini okuyup onlardan
en iyi şekilde yararlanmaktır.