بَاب
الْأَمْرَاضِ
الْمُكَفِّرَةِ
لِلذُّنُوبِ
1. Günahlara Keffaret
Olan Hastalıklar
حَدَّثَنَا
عَبْدُ
اللَّهِ بْنُ
مُحَمَّدٍ
النُّفَيْلِيُّ
حَدَّثَنَا
مُحَمَّدُ بْنُ
سَلَمَةَ
عَنْ
مُحَمَّدِ
بْنِ إِسْحَقَ
قَالَ
حَدَّثَنِي
رَجُلٌ مِنْ
أَهْلِ
الشَّامِ
يُقَالُ لَهُ
أَبُو مَنْظُورٍ
عَنْ عَمِّهِ
قَالَ
حَدَّثَنِي
عَمِّي عَنْ
عَامِرٍ
الرَّامِ
أَخِي
الْخَضِرِ
قَالَ أَبُو
دَاوُد قَالَ
النُّفَيْلِيُّ
هُوَ
الْخُضْرُ
وَلَكِنْ
كَذَا قَالَ
قَالَ إِنِّي
لَبِبِلَادِنَا
إِذْ
رُفِعَتْ لَنَا
رَايَاتٌ وَأَلْوِيَةٌ
فَقُلْتُ مَا
هَذَا
قَالُوا هَذَا
لِوَاءُ
رَسُولِ
اللَّهِ
صَلَّى اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
فَأَتَيْتُهُ
وَهُوَ
تَحْتَ
شَجَرَةٍ
قَدْ بُسِطَ
لَهُ كِسَاءٌ
وَهُوَ
جَالِسٌ
عَلَيْهِ
وَقَدْ اجْتَمَعَ
إِلَيْهِ
أَصْحَابُهُ
فَجَلَسْتُ إِلَيْهِمْ
فَذَكَرَ
رَسُولُ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
الْأَسْقَامَ
فَقَالَ
إِنَّ الْمُؤْمِنَ
إِذَا
أَصَابَهُ
السَّقَمُ ثُمَّ
أَعْفَاهُ
اللَّهُ
مِنْهُ كَانَ
كَفَّارَةً
لِمَا مَضَى
مِنْ
ذُنُوبِهِ
وَمَوْعِظَةً
لَهُ فِيمَا
يَسْتَقْبِلُ
وَإِنَّ الْمُنَافِقَ
إِذَا مَرِضَ
ثُمَّ
أُعْفِيَ
كَانَ
كَالْبَعِيرِ
عَقَلَهُ
أَهْلُهُ
ثُمَّ
أَرْسَلُوهُ
فَلَمْ
يَدْرِ لِمَ
عَقَلُوهُ
وَلَمْ
يَدْرِ لِمَ
أَرْسَلُوهُ
فَقَالَ
رَجُلٌ
مِمَّنْ حَوْلَهُ
يَا رَسُولَ
اللَّهِ
وَمَا الْأَسْقَامُ
وَاللَّهِ
مَا مَرِضْتُ
قَطُّ فَقَالَ
رَسُولُ اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ قُمْ
عَنَّا
فَلَسْتَ
مِنَّا
فَبَيْنَا نَحْنُ
عِنْدَهُ
إِذْ
أَقْبَلَ
رَجُلٌ عَلَيْهِ
كِسَاءٌ
وَفِي يَدِهِ
شَيْءٌ قَدْ
الْتَفَّ
عَلَيْهِ
فَقَالَ يَا
رَسُولَ
اللَّهِ
إِنِّي
لَمَّا
رَأَيْتُكَ
أَقْبَلْتُ
إِلَيْكَ
فَمَرَرْتُ
بِغَيْضَةِ
شَجَرٍ
فَسَمِعْتُ
فِيهَا أَصْوَاتَ
فِرَاخِ
طَائِرٍ
فَأَخَذْتُهُنَّ
فَوَضَعْتُهُنَّ
فِي كِسَائِي
فَجَاءَتْ
أُمُّهُنَّ
فَاسْتَدَارَتْ
عَلَى رَأْسِي
فَكَشَفْتُ
لَهَا
عَنْهُنَّ
فَوَقَعَتْ
عَلَيْهِنَّ
مَعَهُنَّ
فَلَفَفْتُهُنَّ
بِكِسَائِي
فَهُنَّ أُولَاءِ
مَعِي قَالَ
ضَعْهُنَّ
عَنْكَ فَوَضَعْتُهُنَّ
وَأَبَتْ
أُمُّهُنَّ
إِلَّا
لُزُومَهُنَّ
فَقَالَ
رَسُولُ
اللَّهِ صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
لِأَصْحَابِهِ
أَتَعْجَبُونَ
لِرُحْمِ
أُمِّ الْأَفْرَاخِ
فِرَاخَهَا
قَالُوا
نَعَمْ يَا
رَسُولَ
اللَّهِ صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ فَوَالَّذِي
بَعَثَنِي
بِالْحَقِّ
لَلَّهُ أَرْحَمُ
بِعِبَادِهِ
مِنْ أُمِّ
الْأَفْرَاخِ
بِفِرَاخِهَا
ارْجِعْ
بِهِنَّ
حَتَّى
تَضَعَهُنَّ
مِنْ حَيْثُ
أَخَذْتَهُنَّ
وَأُمُّهُنَّ
مَعَهُنَّ
فَرَجَعَ
بِهِنَّ
Amir er-Rami'den demiştir
ki: Ben memleketimizde idim. Birdenbire bizim için bayrakların ve sancakların
dikilmiş olduğunu gördüm (ve) "Bu da nedir?" dedim. "Bu
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in sancağıdır" dediler. Bunun
üzerine (Rasulullah'in) yanına vardım. Bir ağacın altında kendisi için serilen
bir elbisenin üzerinde oturuyordu. Sahabileri etrafına toplanmışlardı. Ben de
onlar (in arasın)a oturdum. Rasulullah (s.a.v.) hastalıklardan bahsediyordu. Bu
sırada...
"Bir mu'min’e
hastalık isabet eder, sonra Allah bu mü'mini o hastalıktan kurtarırsa o,
hastalık, bu mü'minin günahlarına keffaret, ileride (başına) gelecek işler
hakkında ona bir öğüt olur. (Fakat) bir münafık hastalanır da sonra iyileşecek
olursa, tıpkı sahiblerinin bağlayıp da sonra salıverdiği bir deve gibi olur.
Kendisini niçin bağladıklarını da bilmez, niçin saldıklarınıı da bilmez."
buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlardan bir adam:
"Ey Allah'ın
Rasulül (Bu sözünü ettiğin) hastalıklar da nedir? Vallahi ben (hayatta) hiç
hastalanmadım" dedi. Peygamber (s.a.v.) de: “Sen yanımızdan kalk. (git)
Çünkü sen bizden değilsin" (Kamil bir mü'minin özelliği bela ve
musibetlere maruz kalmaktır.) dedi. Biz (Hz. Peygamber'in) yanında (böyle
sohbet etmekte) iken oraya (elinin) üzerinde elbise olan bir adam çıkageldi.
Elinde bir şey (daha) vardı (ve elbise o şeyin) üzerine sarılmıştı. O zat:
"Ey Allah'ın
Rasulü: Ben seni görünce (huzuruna gelmek üzere) sana (doğru) yöneldim.
(Gelirken) ağaçları sık olan bir yer'e uğradım. Orada (birtakım) kuş yavrusu
sesleri işittim. Onları alıp elbisemin içine koydum. Bunun üzerine anneleri
gelip başımın üstünde dolaş (maya başla)dı. Ben de onun için elbisemi
yavruların üzerinden kaldırdım. Bunun üzerine anneleri yavruların üzerine
kondu. Bende hepsini (birden) elbisemin içine sardım. îşte şu yanımdakiler
onlardır" dedi. (Hz. Peygamber de): "Onları (yere) bırak!"
buyurdu. (Adam da) Onları (yere) bırakıverdi. Anneleri ise (yine) onlardan
ayrılmadı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.)(orada bulunan) sahabilerine (şu):
"Yavruların
annesinin yavrularına olan şefkatine hayret ediyor musunuz?" diye sordu.
(Onlar da): “Evet ya Rasulullah" cevabını verdiler. (Hz. Peygamber de):
“Beni hak (din) ile gönderen Zat'a yemin olsun ki, Allah kullarına yavrularına
karşı şefkatini gördüğünüz şu yavruların annesinden daha merhametlidir. Onları
geri götür ve anneleri ile birliktelerken kendilerini yakaladığın yere
koy." (o zat da) onları geri götürdü.
AÇIKLAMA:
Rasul-i Zişan
Efendimiz, sahabilerinin başına gelen hastalık
ve musibetlerin hikmetinden
şikayette bulunmadan bunlara sabretmenin ahiretteki
sevabından ve Allah'a ait küçük büyük bütün günahlara keffaret olacağından
bahsederken, orada bulunanlardan biri söze karışarak kendisinin hiç
hastalanmadığını ve hastalığın ne olduğunu bilmediğini söylemiş, Hz. Peygamber
de "Sen (bela ve musibetlere tahammül eden ve bu sayede kemale eren kamil
mü'minlerin yoluna ve onların sohbetine tamamen yabancısın" buyurarak onu
meclisten uzaklaştırmak suretiyle ona kalbinin katılığım tevbe ve taata daha
çok devam ederek bu durumdan kurtulması gerektiğini unutmayacağı bir şekilde
hatırlatmıştır. Eğer Rasul-ü Zîşan Efendimiz o kimseye o mecliste kalması ve
musibetlerin müzminlere olan faydasıyla ilgili sohbeti dinlemesi için izin
verseydi, o kimse bu sohbetten bir şey anlamayacağı ve istifade edemeyeceği
gibi hem de konuşulanları yadırgayacak ve dolayısıyla zarar görecekti.
Netice olarak mevzumuzu
teşktil eden bu hadis-i şerifte, Allah'ın tnü'-min kullarına karşı çok
merhametli olduğu, onu bu dünyadaki günahlarından temizlemek ve cennetine
sokmak için, günahlarına keffaret olacak hastalık ve musibetlere maruz
bıraktığı ifade edilmektedir.
Kamil mü'minler, bunu
bildikleri için Allah'tan gelen tüm musibetleri rıza ile karşılarlar ve bu
sayede varsa günahları affedilir, yoksa cennetteki makamları yükselir. Gafil
mü'minler ise, bu hikmeti bilmedikleri için başlarına gelen musibetleri kullara
şikayet ederek bu sevaba ermekten mahrum kalırlar. Sahibi tarafından bir süre
bağlandıktan sonra bırakılıvereri devenin hali ne ise, hastalıklar ve
musibetler, karşısında kafirlerin hali de odur. Bu hususta duygusuzluk,
basiretsizlik, şuursuzluk yönünden deve ile kafir arasında bir fark yoktur.
İkiside başlarına gelen bu sıkıntıdan bir ibret dersi ve bir mana çıkaramazlar.
Sadece yiyecek ve içecek gibi dünya nazlarından mahrum kaldıklarına üzülürler.
Her ne kadar, senedinde
kimliği meçhul iki tane ravi bulunduğu için, bu hadis-i şerif zayıfsa da şu
hadis-i şerifler mana itibarıyla onu takviye ettiklerinden, zayıflıktan
kurtulup hasen dereceye yükselmiştir:
1. "Mü'min
rüzgarların bir yandan bir yana sallayıp bazan yere yatırıp bazan da
doğrulttuğu yeşil ekine benzer. Münafık da dimdik ayakta duran, kendisine hiçbir
arıza gelmeyen, fakat (vakti gelince) birdenbire kökünden koparılıp sökülen
pirinç fidanı gibidir." Buharî,
merza; tevhid; Müslim, münafikin; Darimî, rikak; Ahmed b. Hanbel, 11,523; III,
454, V,I42; VI,386.
2. "Aziz ve Celil
olan Allah melaikelere emredip gidiniz, falanca kulumun üzerine bela ve
musibetleri dökünüz, der. Onlar da gidip o kulun üzerine bela ve musibetleri
dökerler. Bunun üzerine o kul Allah'a şükretmeye başlar. Melekler Allah'a
dönüp gördüklerini anlatırlar. "Haydin geri gidiniz. Ben o kulumun
yalvarıp yakarmasından hoşlanıyorum" buyurur"[Taberani]
3. "Mii'min olan
kişiye yorgunluktan, hastalıktan, meraktan, mahrum-luktan, gamdan, ezadan,
hatta kendisine batan bir dikenden mütevellid herhangi bir musibet
gelmeyedursun, ille cenab-ı hak bunlar sebebiyle onun günahlarını
yarlığar."[Buharî, merda; Müslim, birr; Tirmizi, cenaiz; Muvatta, ayn;
Ahmed b. Hanbel 1,441; 111,23; IV-23; VI,39, 42, 43, 160, 173, 175, 203, 215,
255, 257, 278, 279.]
4. "İnsanlar
içinde belası en çetin olanlar peygamberlerdir. Onlardan sonra da efdalden
efdale teveccüh eder. Kişi dininin derecesine göre belala-nır. Artık dininde
selabet (ve kuvvet) varsa belası çetinledir. Dininde yufkalık (za'f) varsa o
da dini mikdarınca ibtila görür. Bu suretle kula ait bela yeryüzünde üzerinde
hiçbir günah kalmayarak yürüyeceği bir zamana kadar devam eder,
gider."[Tirmizi, zühd; İbn Mace, fiten; Darimî, rikak; Ahmed b. Hanbel
1,172, 174, 180, 185.]
5. Kendisini sar'a
tutan bir kız Rasulullah (s.a.v.)'e gelerek:
"Ey Allah'ın
Rasulü: Benim için dua et de kurtulayım." dedi. Rasul-ü Ekrem de:
"Eğer dilersen dua
edeyim de bu hastalıktan kurtul. Fakat dilersen sabret de hesaba çekilmeden
cennete gir." buyurdu. Kadın da "Dünyada bu hastalığa sabreder
ahirette hesaba çekilmeden cennete girerim." dedi.
6. "Kul cennete
Allah'ın kendisi için hazırladığı makama erişecek bir amel işleyemezse, Allah
onun bedenine, veya malına veya çoluk çocuğuna bir musibet verir. Kulda ona
sabretmek suretiyle cennetteki makamına eriştirir.[Ahmed b. Hanbel V.272.]
Netice olarak hastalık ve musibetler, mü'minler için bir nimet, münafıklar
için büyük sıkıntıdır. Çünkü günahkar mü'minlerin günahlarına keffaret olur,
salih mü'minlerin de cennetteki makamını yükseltir. Nitekim Cenab-Hak Kur'an-ı
Kerîminde "Sîzi çarpan her musibet, kendi ellerinizin (ihtiyarınızın)
işleyip kazandığı (günahlar) yüzündendir. Bununla beraber (Allah) birçoğunu da
affeder." (de musibete uğratmaz) [Şura 30] buyurarak bu gerçeğe işaret
etmiştir.
İbn Ata der ki:
"Kim başına gelen fitnelerin, musibetlerin kendi kusurundan neş'et
ettiğini, bununla beraber mevlasının bunlardan birçoğunu af-vetmiş bulunduğunu
bilmezse onun, Rabbının kendisine olan ihsanı hakkındaki nazar ve teemmülü
cidden kıttır." (Muhammed bin Hamid) de şöyle demiştir: "Kul her
zaman günahtan hali kalmaz. Onun taatı içindeki akisleri ise masiyet yolundaki
günahlardan daha çoktur. Zira masiyet günahı bir cihettendir. Taat günahı
birçok cihetlerdendir. Allah kulunu türlü türlü musibetlerle günahlardan
temizler, ta ki kıyamet gününde onun yükünü hafifletmiş olsun. Yoksa onun
afvi, rahmeti olmasaydı kul daha ilk adımda helaka uğrardı.[Çantay H.B.Kur'an-ı
Hakim ve Meal-i Kerim , 11,840, 872.]