بَاب
عَلَى مَا
يُقَاتَلُ
الْمُشْرِكُونَ
95. Müşriklerle Niçin
Savaşılır?
حَدَّثَنَا
مُسَدَّدٌ
حَدَّثَنَا
أَبُو مُعَاوِيَةَ
عَنْ
الْأَعْمَشِ
عَنْ أَبِي صَالِحٍ
عَنْ أَبِي
هُرَيْرَةَ
قَال قَالَ رَسُولُ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
أُمِرْتُ
أَنْ
أُقَاتِلَ
النَّاسَ
حَتَّى
يَقُولُوا
لَا إِلَهَ
إِلَّا اللَّهُ
فَإِذَا
قَالُوهَا
مَنَعُوا
مِنِّي دِمَاءَهُمْ
وَأَمْوَالَهُمْ
إِلَّا بِحَقِّهَا
وَحِسَابُهُمْ
عَلَى
اللَّهِ
تَعَالَى
Ebû Hureyre (r.a.)'den
demiştir ki: Rasûlullah (s.a.v.) (şöyle) buyurmuştur: "İnsanlar,
"Allah'dan başka ilah yoktur" deyinceye kadar kendileriyle savaşmak
üzere emrolundum. Eğer bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korurlar.
Ancak tevhid kelimesi hakkı ile olması müstesnadır. Onların (kalbierinde saklamış
oldukları küfr ve nifaklarıyla ilgili) hesapları ise Allah'a aittir."
İzah:
Buhârî, imân; sâlât,
zekât 1, cihâd, itisâm, Müslim, imân,Tirmizi, tefsir sûre, Nesâi, zekât; İbn
Mâce, fîten; Dârimi, siyer; Ahmedb.Hanbel IV, 8.
îmam Buhari, Sahih'inde
îmânı, söz (ikrar) ve fi'l (amel) diye tanf etmiştir.
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre, Buhari'nin bu tarifindeki sözden maksat, "Eşhedü en la
ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhû ve Rasûluhû" cümlesini
dille söylemektir. Yine Buhârî'nin bu tarifinde geçen, "amer* den maksat
ise, vücûdu bütün organlarıyla yapılan amelle birlikte kalbin ameli, yani
tasdikidir. Buhari bu tarifiyle "Kalbin tasdikiyle birlikte ibadeti
de" İmanın bir rüknü saymıştır. Bu şekilde kalbin tasdikini imanın tarifine
sokan ve tasdikin, imanın bir rüknü olduğunu binâenaleyh kalbinde tasdik
olmayan kişilerde imanın bulunmadığını söyleyen kimseler meseleye Allah'ın ilmi
açısından bakan kimselerdir.
İman meselesine bu
açıdan bakınca elbette kalbde tasdikin bulunup bulunmaması sözkonusu olur.
Fakat meseleye kullar açısından bakınca durum tamamen farklıdır. Çünkü insanlar
başkalarının kalbinde tasdikin bulunup bulunmadığına tahkik ve tesbit etme
imkanına sahip değillerdir. Binaenaleyh meseleye bu açıdan yaklaşanlar kalbin
tasdikini imanın ta'rifi içine almamışlardır. Selef-i salihin ise imanı,
"kalp ile tasdik dil ile ikrar ve vücudun tüm organlarıyla ameldir"
şeklinde tarif etmişlerdir. Selef bu tarifle amelin imandan bir cüz olduğunu ve
amelsiz bir kimsede imanın bulunamayacağını değil de imanın kemâle ermesi için
amel şart olduğunu ifade etmek istemişlerdir.
İmanın kemale erip
ermemesi sözkonusu olunca da haliyle imanın artıp eksilmesi meselesi de önemli
bir mesele olarak kelâm mevzuları arasına girmiştir. Neticede iman meselesinde
şu görüşler ortaya çıkmıştır;
1. Bazılarına göre iman
dil ile ikrar kalp ile tasdiktir.
2. Kerramiye'ye göre
sadece dil ile ikrardan ibarettir.
3. Mutezile'ye göre ise
dil ile İkrar, kalp ile tasdik ve vücudun diğer organlarıyla amel etmekten
ibarettir. Vücudun organları ile ameli imanın tarifine sokan Mutezile ile
Selefi salihin aslında bu mevzuda birbirlerinden tamamen farklı
düşünmektedirler. Çünkü selefi salihin, amel imandandır derken, imânın kemâle
ermesi içîh amelin şart olduğunu kasdetmektedir-ler. Mu'tezile ise, "amel
imandandır" derken amelin imanın bir rüknü olduğunu ve amelsiz olan bir
kimsenin aynı zamanda imansız bir kimse olduğunu ifade etmek istemektedirler.
İmanın tarifini kalbin
tasdiki yönünden ele alan bütün tarifler, aslında Allah nezdinde makbul olan
imanı ifade etmek için yapılan tariflerdir. Meseleye kullar açısandan
yaklaşınca kalbin tasdiki sözkonusu değildir ve sadece dil ile ikrar etmek
kullar yanında imanlı sayılmak için yeterlidir. Binaenaleyh dille Allah'a ve
Rasûlüne inandığını söyleyen bir kimsenin müslüman olduğuna hükmedilir ve
kendisinden putlara tapmak gibi küfre delalet eden bir fiil tezahür etmedikçe
kendisine dünyada müslüman muamelesi yapılır. İkrarı bulunduğu halde büyük
günah işleyen kimselere gelince kimisi bunların ikrarına bakarak mü'min
olduklarını söylerken, kimisi de meseleyi imanın kemali cihetinden ele alarak,
"Bu kimselerin imanı yoktur." demişlerdir.
Bazıları da bu
kimselerin yaptığı işlerin kâfirlerin yaptığı işlerden başka bir şey
olmadığını nazar-ı itibara alarak ve meseleye bu açıdan yaklaşarak "Bu
kimseler kafirdir" demişlerdir. Meseleyi imanın hakikati cihetinden ele
alan kimseler de, onların kâfir olmadığını söylemişlerdir. Mu'tezile ise, iman
ile küfr arasında bir menzil bulunduğunu iddia ederek dille ikrarı bulunduğu
halde fası klik yapan kimselerin mü'min sayılmadığı gibi kafir de
sayılamayacağım küfür ile iman arasında kalacaklarını
söylemişlerdir.[el-Mubârekfûri, Tuhfetii'l-Ahvezî, VII, 333.]
Hz. Nebi, "Ben em
rol undum" sözüyle; "Allah bana emretti"
demek istemiştir. Fakat
kendisine emir veren yegâne emredicinin Allah olduğunu, bunu açıklamaya ihtiyaç
bile bulunmadığını ifade için birinci cümledeki ifade tarzını, ikinci cümledeki
ifade tarzına tercih etmiştir. Hz. Nebi, "Ben emrolundum" deyince
emredenin Allah olduğuna hük-medildiği gibi buna kıyasla bir sahabi de;
"Ben emrolundum" dediği zaman emri verenin Rasûlullah olduğuna
hükmedilir. Netice olarak tek bir başkandan emir alan kimse, "Bana
emredildi" dediği zaman emir verenin onun reisi olduğuna hükmedilir.
Metinde geçen,
"Allah'dan başka ilah yoktur deyinceye kadar" cümlesini Buhari;
"AllahMan başka ilah olmadığına şehadet edinceye, bana ve benim
getirdiklerime iman edinceye kadar" şeklinde rivayet etmiştir. Müslim'in
bir rivayetinde de aynı ifadeler yer almaktadır. Buhari'nin İbn Ömer'den
rivayet ettiği bir hadiste ise; "İnsanlar, Allah'dan başka bir ilah
olmadığına, Muhammed'in Allah'ın rasûlii olduğuna inanıp namaz kılıncaya ve zekâtı
verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum." şeklinde ifâde
edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki
insanlar sadece "lâ ilahe illallah" demekle kurtulamazlar.
Müslümanların kendilerine cihad ilân etmeleri, yani kendilerine savaş
açmalarından kurtulabilmeleri için Allah'a iman ettikleri gibi, Allah'ın
Rasûlüne ve onun getirdiklerine de iman etmeleri gerekir. Ancak Hanefi
ulemâsından Aynî'nin açıklamasına göre, mevzûmuzu teşkil eden bu hadiste
sadece, "la ilahe illallah" dedikleri için islamiyyeti kabul
ettikterine hükmedilip malları ve canları saldırıdan masum kalacakları ifade
edilen kimseler, putperestlerdir. Çünkü bunlar, "...Onlara Allah'dan başka
tanrı yoktur dendiği zaman büyüklük taslarlardı.”[Sâffat 35] âyet-i kerîmesinde
de ifade edildiği gibi kelime-i tevhidi söylemeye yanaşmazlardı. Kelime-i
tevhidi söylemeleri Islamiyeti kabul etmeleri anlamına gelirdi. Bu bakımdan
mevzumuzu teşkil eden ve bazı kimselerin sadece kelime-i tevhid getirdikleri
için müslümanlıklarına hükmedilerek, kendileriyle savaşmaktan vazgeçileceğini
bildiren bu hadis, sâdece Kelime-i Tevhîdi söylemeye yanaşmayan putperestlerle
ilgilidir. Kelime-i Tevhidi söyledikleri halde Hz. Nebii tasdik etmeyen ehl-i
kitap bu hükme dahil değildir. Onların, müslüman olduklarına hükmedilebilmesi
için kelime-i tevhidi söyledikleri gibi, Rasûlullah'ın Nebiliğini ve onun
getirdiklerini de tasdik etmeleri gerekir. İşte mevzumuzu teşkil eden hadisin
sadece Kelime-i tevhidi içine alan şekli putperestlerle ilgili olduğu gibi,
Allah'ın birliğine imanın yanında Hz. Nebie ve onun getirdiklerine iman etmeyi
içine alan rivayetlerde Ehl-i kitapla ilgilidir.[Aynî, Umdetul-kârî, XIV, 215.]
Nevevi'nin açıklamasına göre Hattâ-bi ile kadı İyaz'da bu görüştedirler. Nevevî, Şerhû Müslîm, I, 205-206.
İşte yukarıda açıklanan
şartlar içerisinde İslam dairesine giren kimselerin malları ve canları
taarruzdan masundur. Ancak kelime-i tevhidin hakkına tealluk ettiği zaman
onların mallarına ve canlarına taarruz edilebilir. Kelime-i tevhidin hakkı üç
halde onların mallarına ve canlarına tealluk eder:
1. Zina etmeleri
halinde,
2. Allah'ın haram
kıldığı bir cana kıymaları halinde,
3. Dinden dönmeleri
halinde.
Bu durumlarda
yaptıklarının cezalarını, bazan mallarıyla bazan da canlarıyla öderler ve
müslümanların mükellef oldukları bütün yükümlülükleri yerine getirmekle
mükelleftirler. Bu hususta sonradan müslüman olan ehli kitapla, sonradan
müslüman olan müşrikler arasında herhangi bir fark yoktur. Metinde geçen
"onların hesabı Allah'a aittir." cümlesinde maksat, bazı kimselerin
zahirde inanmış göründükleri halde aslında kalplerinde saklamış oldukları
küfür, nifak ve gizli yerlerde işlemiş oldukları suçlardır. Bunların cezası
ahirete kalmıştır. Çünkü insanlar zahire göre hükmetmekle mükelleftir.
İnsanların kalplerini anlamakla ve gizli hallerini araştırmakla mükellef
değillerdir. Bu bakımdan bu gibi gizli hallerin hesabı Allah'a
aittir.[Ayrıntılı bilgi için bk. 2682 numaralı hadisin şerhi.]