بَاب
تَحْرِيمِ
حَرَمِ
مَكَّةَ
89. Mekke Hareminde
Bazı Fiillerin Yasaklanması
حَدَّثَنَا
أَحْمَدُ
بْنُ
حَنْبَلٍ
حَدَّثَنَا
الْوَلِيدُ
بْنُ
مُسْلِمٍ
حَدَّثَنَا
الْأَوْزَاعِيُّ
حَدَّثَنِي
يَحْيَى يَعْنِي
ابْنَ أَبِي
كَثِيرٍ عَنْ
أَبِي سَلَمَةَ
عَنْ أَبِي
هُرَيْرَةَ
قَالَ لَمَّا
فَتَحَ
اللَّهُ
تَعَالَى
عَلَى
رَسُولِ اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
مَكَّةَ
قَامَ
رَسُولُ
اللَّهِ
صَلَّى اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
فِيهِمْ
فَحَمِدَ
اللَّهَ وَأَثْنَى
عَلَيْهِ
ثُمَّ قَالَ
إِنَّ
اللَّهَ حَبَسَ
عَنْ مَكَّةَ
الْفِيلَ
وَسَلَّطَ عَلَيْهَا
رَسُولَهُ
وَالْمُؤْمِنِينَ
وَإِنَّمَا
أُحِلَّتْ
لِي سَاعَةً
مِنْ النَّهَارِ
ثُمَّ هِيَ
حَرَامٌ
إِلَى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ
لَا يُعْضَدُ
شَجَرُهَا
وَلَا يُنَفَّرُ
صَيْدُهَا
وَلَا
تَحِلُّ
لُقْطَتُهَا
إِلَّا لِمُنْشِدٍ
فَقَالَ
عَبَّاسٌ
أَوْ قَالَ
قَالَ
الْعَبَّاسُ
يَا رَسُولَ
اللَّهِ
إِلَّا الْإِذْخِرَ
فَإِنَّهُ
لِقُبُورِنَا
وَبُيُوتِنَا
فَقَالَ
رَسُولُ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
إِلَّا الْإِذْخِرَ
قَالَ أَبُو
دَاوُد
وَزَادَنَا
فِيهِ ابْنُ
الْمُصَفَّى
عَنْ
الْوَلِيدِ
فَقَامَ
أَبُو شَاهٍ رَجُلٌ
مِنْ أَهْلِ
الْيَمَنِ
فَقَالَ يَا رَسُولَ
اللَّهِ
اكْتُبُوا
لِي فَقَالَ
رَسُولُ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
اكْتُبُوا
لِأَبِي
شَاهٍ قُلْتُ
لِلْأَوْزَاعِيِّ
مَا قَوْلُهُ
اكْتُبُوا
لِأَبِي
شَاهٍ قَالَ
هَذِهِ
الْخُطْبَةُ
الَّتِي
سَمِعَهَا مِنْ
رَسُولِ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
Ebû Hureyre (r.a.)'den;
demiştir ki: Allah (c.c.) kendi elçisin'e Mekke'nin fethini nasibedince
Peygamber (s.a.v.) halkın içinde ayağa kalkıp Allah'a hamd-ü senada bulunduktan
sonra şöyle buyurdu:
"Gerçekten Âllah
(c.c) Fil Ordusunun Mekke(ye girmek)den men etmiş fakat Resulü ile mu'minleri
Mekke'ye girmeye muzaffer kılmıştır. Allah teâla Mekke'yi sadece bana mahsus
olmak üzere, gündüzün bir saatinde helâl kılmıştır. Sonra O (yine) kıyamete
kadar haram (kıhnrmş)dır. Ağacı kesilemez kaybolan eşyası(nı almak) helâl
olmaz, ilân edecek olan kimsenin dışında kaybolan eşyası(nı almak hiç kimse
için) helâl değildir." Bunun üzerine Abbâs -Yahutta el-Abbas (Abbas
kelimesinin "el" takısı ile mi yoksa el takısından tecrid edilerek mi
rivayet edilmiş olduğunda râvi şüphe ediyor);
Yalnız, izhir müstesna
(değil mi) ya Resûlallah? Çünkü evlerimiz ve kabirlerimiz için (lâzım
olmakta)dır, dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de:
"Yalnız izhir müstesna!" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu
hadisi) el-Velid'den Îbnu'l-Musaffa da (rivayet etti ve hu rivayetine şunları
da) ilâve etti: Bunun üzerine Yemen'li bir zât olan Ebu Şah ayağa kalkarak: Ya
Resûlullah! Bunu bana yazınız, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.de,
"(Bunu) Ebu Şah için yazınız" buyurdu. (Velid dedi ki)
Ben Evzâî'ye (Hz.
Peygamber) "Ebû Şah için yazınız" sözüyle neyi kastediyor? diye
sordum da (Evzâî, Ebû Şah'ın); Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den
işitmiş olduğu şu konuşmayı (yazınız anlamınadır)" diye cevap verdi.
İzah:
Buhârî, ilim, cenâiz;
buyu; diyât; sayd, megâzî; Müslim, hac; Tirmizî, hac, diyât; Nesaî, menâsik;
İbn Mâce, menâsik, Dârimî, buyu'; Ahmed b. Hanbel, I, 253, II, 238, 256, III,
23, 238, 336, 394; IV, 31, 32; VI, 385.
Bilindiği gibi Mekke
hicretin 8. Yılında (M.630'da) fethedilmiştir.Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke'ye
girmeye muvaffak oldu. Allah'ın nasibettiği bu zafer karşısında
devesinin üzerinde şükür secdesi yapan Nebi’in ilk işi Kabe'yi tavaf etmek
oldu. "Hak geldi bâtıl zail oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur."
manasına gelen âyet-i kerimeyi okuyarak Kabe'yi putlardan temizledi. Fethin
ikinci günü [M. Asım Koksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet (Medine Devri), VIII,
292.] Allah'a hamd^ü sena ettikten sonra orada toplanan Mekke'lilere mühim bir
hutbe irâd etti. Bu hitabesinde Allah'dan başka mâbûd bulunmadığını, Allah'ın
kendisine yardım ederek düşmanlara gâlib getirdiğini ve kendisine vâdettiği
fethi gerçekleştirdiğini açıkladı. Bütün gururlanmaların ve kuruntuların
geçmiş kan davalarının boş ve hükümsüz olduğunu, Kabe'ye ait hizmetlerin
eskiden olduğu gibi yine devam edeceğini bildirdi. Câhiliyyet gururu ile avunmanın,
geçmişlerle kuru kuru Övünmenin yerinde olmadığını, bütün insanların Hz. Âdem
soyundan geldiğini, O'nun da topraktan yaratıldığını söyledi. Bu arada
"Gerçekten Allah Fil Ordusunu'Mekke(ye girmek)den menetmiştir."
diyerek Fil hâdisesini hatırlatmıştır. Bilindiği gibi fil vakası
Peygamberimizin doğumundan aşağı-yukarı elli gün önce Muharrem ayının çıkmasına
on üç gün kala olmuştur. Tahr-i Kâinat Efendimiz ise 571 yılı 20 Nisanına
rastlayan 12 Rebîülevvel Pazartesi günü tan yeri ağarırken dünyaya gelmiştir.[M.
Asım Koksal, Diyanet Dergisi, Özel Sayı, IX, 1970.]
Fil olayı şu şekilde
cereyan etmiştir: Ebrehe, Habeş hükümdarının Yemen valisi idi ve Hıristiyandı.
Arabların hac mevsiminde Mekke'deki Beyt'i Kabe'yi ziyarete hazırlandıklarını
görünce, "Bu ev neden yapılmıştır?" dedi. "Taştan
yapılmıştır" dediler, "Ne ile örtülmüştür?" diye sordu.
"Yemen alacası ile örtülmüştür." dediler.
Ebrehe Hz. İsa adına
yemin ederek "Ben size Kabe'den daha güzelini yapacağım" dedi ve Kayser'e
bir mektub göndererek San'a'da muhteşem bir kilise yaptırmak istediğini
bildirip kendisinden yardım istedi.
Kayser Ebrehe'ye
ustalarla tepe camları ve su mermerleri gönderdi. Ebrehe beyaz, kırmızı, sarı
ve siyah su mermerlerinden yaptırdığı kiliseyi altın ve gümüşle de süsledi.
Kapılarım altun levhalarla kaplattı. Altın çivileri mücevherlerle biribirinden
ayırttı. Kapısını büyük bir yakutla süsledi ve ona kapıcılar tayin etti.
Kilisede öd ağacı yakılarak duvarları miskle sıvandı. Kilise tamam olunca
Ebrehe, Habeş hükümdarına bir mektup yazarak: "Hükümdarım! Ben senin için
San'a 'da benzeri görülmedik bir kilise yaptırdım arabların haccını buraya
çevirmedikçe durmayacağım." dedi ve dediğini de yaptı. Her tarafa
propagandacılar gönderdi: Arabları San'a kilisesini ziyarete davet etti.
Hıristiyanlığı benimseyen Arab kabilelerinden bazı kimseler gelip kiliseyi
ziyaret etmeye ve hatta orada ibâdetle meşgul olmaya başladılar.[M. A. Köksal,
Hz. Muhammed (Mekke Devri) 38-39.]
Arablardan biri
Ebrehe'nin bu fikrini öğrenmek üzere bir gün kiliseye giderek içerisine
pislemiş ve bu pisliği duvarlarınada sıvamıştı. Kabe'ye giden ve onu tazim
edenlerden birinin kendi kilisesine karşı bu hareketi reva görmesi Ebrehe'yi
son derece öfkelendirdiğinden Ebrehe Kabe'yi yıkmaya yemin etmişti.
Bunun üzerine Ebrehe
kuvvetlerini hazırlayarak hareket etmiş ve bu kuvvetlerini fillerle de takviye
etmişti.
Onun bu hareketinden
haberdar olan Arablar ona mukavemet için hareket etmişler. Yemen'den çıkan Zü
Nefr adındaki Arab onun tarafından mağlub ve esir edilmiş, ondan sonra aynı
maksatla Ebrehe ordusuna karşı çıkan Nufeyl b. Hâbib el-Has'amî'de aynı akıbete
uğramış, Ebrehe başka bir mukavemetle karşılaşmadan Tâif i de geçmiş ve yolda
rastladığı arablar ona yol göstermeden başka çare bulamamışlardı. Tâif den
itibaren Ebrehe'ye yol gösteren Ebu Rigâl Ebrehe'ye Tâif le Mekke arasında bulunan
el-Mugammis'e kadar kılavuzluk etmiş ve orada ölmüştür. Arablar hâlâ oradan
geçerken Ebû Rigâl'in kabrini taşlarlar.
Ebrehe Mugammis'e inince
Habeşlilerden fil kumandam Esved b. Maksûd'u keşif kolu olarak bir süvari
bölüğü ile Mekke'ye gönderdi. Bunlar Mekke'ye kadar sokularak Kureyş ve
sairenin mallarını ve bu arada Kureyş'in büyüğü olan Abdulmuttalib'in de 200
devesini sürüp karargâha getirdiler.
Daha sonra Ebrehe
Himyeriler'den birini Mekke'ye göndererek, "Ku-reyş'in reisiyle
görüşmesini ve ona kendisinin harp için değil, yalnız Beyt'i yıkmak için
geldiğini buna karşı koyan bulunmazsa harp olmayacağını bildirmesini"
emretmiş. Abdulmuttalib Ebrehe'nin bu elçisine: "Biz de harbedecek
değiliz. Bu ev Allah'ın evidir, onu Allah'ın dostu İbrahim inşâ etmiştir. Bunu
ancak Allah himaye edebilir, yoksa bizim bu evi yıkmağa gelene karşı duracak
kuvvetimiz yoktur" diye cevap vermişti. Bunun üzerine Ebrehe'nin elçisi
Abdulmuttalib'in kendisine refakat etmesini istemiş. O'nu Ebrehe'nin ordugâhına
götürmüştür. Abdulmuttalib buradan Yemen'li ZûNefr'i sormuş, Zü Nefr kendisi
gibi ölümü bekleyen bir esirin bir diyeceği olmadığını, fakat Ebrehe'nin
filini güden Enis'in kendi ahbabı olduğunu söyienıiş, Enis'e Abdulmuttalib'i
tanıtarak O'nu Ebrehe ile görüştürmesini istemiş Enis Ebrehe'ye
Abdulmuttalib'in Kureyş'in reisi olduğunu bildirerek huzuruna kabul edilmesini
rica etmiş Neticede Ebrehe Abdulmuttalib'i kabul etmiş. Abdulmuttalib heybetli
ve vakur bir zat idi. Ebrehe Onu i'zâz ederek ne istediğini sormuştu.
Abdulmuttalib de kendisine ait 200 devenin iadesini istedi. Ebrehe onun bu
talebine hayret ederk, "Senin vakur bir adam olduğunu görerek sana hürmet
etmiştim. Halbuki sözlerin seni gözümden düşürdü. Çünkü sen Ebâ ve ecdadının
dinine merkez teşkil eden Kabe'yi ihmal ederek yıkılmasıyla ilgilenmiyor ve
yalnız kendi develerini düşünüyorsun" dedi. Abdulmuttalib de şu karşılığı
verdi:
O develerin sahibi
benim, o evin sahibi ise, Allah'dır. Onu korur.
Bunun üzerine Ebrehe
Abdulmuttalib'in develerini iade edip o da bu develeri Kabe'ye adayarak
Kabe'nin civarına bırakmıştır.[Eşref Edip, Asr-ı Saadet, (Peygamberimizin
ashabı) I, 84-86.]
Nihayet AhdulrmıttaHb
Ebrehe askerlerinin tecâvüzlerine uğramamak için Mekke'den çıkıp dağların
tepelerine ve aralıklarına çekilmelerini Mek-k .e'İilere emretti. Bundan sonra
yanında Kureyşten bazıları olduğu halde Kabe'ye gitti Kabe'nin kapısının
halkasına yapıştı ve;
"İlâhî bir kul
bile evini barkını korur sen de buraya konmuş, dokunulmazlığı tehlikeye düşmüş
olanları haçlılara karşı koru, onların haçları ve kuvvetleri yarın senin
kuvvetine asla galebe çalam ayacaktır.
Eğer sen onları bizim
kıblemizle başbaşa bırakıverecek olursan, o da senin bileceğin bir iştir.
Onlar ülkelerinin
cemaatlerini bir de fili çekip getirdiler. Senin Beyt'i ne sığınmış olan
halkını düzenleriyle yağmalamak için cehaletlerinden senin koruna yürüdüler.
Senin kudretini ve ululuğunu hiç düşünmediler..." diyerek münacaat etti.
Abdulmuttalib'le
yanındakiler Allah'a yalvardıktan sonra dağ başlarına çekildiler. Ebrehe'nin
Mekke'ye girince ne yapacağını gözetlemeğe başladılar.
Sabah olunca Ebrehe
Mekke'ye girmeye hazırlandı ve askerini düzene koydu. Mahmud adını taktıkları
fili de hazırlayıp 17 Muharrem Pazar günü Mekke'ye doğru yönelttiler.
Mekke'ye gelirken
Ebrehe'ye karşı koymak istemiş yenilmiş ve yol göstermek şartıyla canını kurtarmış
olan Nüfeyl b. Has'amî bir aralık filin yanına sokuldu kulağını tuttu ve
"Mahmud çok, sağ-selâmet geldiğin yere dön! Sen Allah'ın dokunulmaz
kıldığı memlekettesin," dedi ve hemen koşa koşa dağa çıktı.
Fil birdenbire yere
çöküverdi. Onu ayağa kaldırmak için zorladılar. Teberlerle başına vurdular,
dövdüler, yine kaldıramadılar. Çengeller içine aldılar ötesini berisini
çektiler, sivri uçlu ağaç sokup burnunu kanattılar yine de kaldıramadılar.
Yüzünü Yemen'e doğru çevirdikleri zaman koşuyordu, yüzünü Şam'a doğru ya da
doğuya doğru çevirdikleri zaman hep koşuyor fakat yüzünü Mekke'ye çevirince
çöküvermekteydi. Tam bu sırada yüce Allah onların üzeri,ne deniz tarafından
kırlangıçlar ve belesan'a benzeyen pek çok kuşlar saldı. Her kuş biri gagasında
ikisi iki ayağında nohuttan küçük mercimekten büyük üç taş yüklenmiş
bulunuyordu. Bu taşlar onlardan kime rastlarsa, onu helak ediyordu.
Ebrehe'nin askerleri
oraya buraya kaçışmaya başladılar. Geldikleri yolu tutmak istiyorlardı. Yemen
yolunu göstersin diye hep Nüfeyl'i soruşturuyorlardı.
NüfeyHn bir şi'ri:
Nüfeyl, bu hâdise
hakkında söylediği şiirinde şöyle der:
"Nereye
kaçacaksın? Takib eden Allah. Esrem (Ebrehe) ise mağlup, gâlib değil.
Ey Rüdeyna, Sana bizden
selâm. Biz sabahleyin erkenden sizi sevin-, dirdik. Sizden birisi geceleyin bir
ateş parçası almak için bize gelmişti ama gücü yetmedi, alamadı.
Ey Rüdeyna, Muhassab
vadisinde bizim gördüğümüz şeyi sen de görmüş olaydın, şaşar, beni mazur
görür, fikrimi över, kaybedilmiş olan şeylerden dolayı ümitsizliğe düşmezdin.
Ben kuşları görünce
Allah'a şükrettim. Taşlar üzerimize doğru atılmağa başlayınca korktum!..
Herkes Nüfeyli soruyor,
"Habeşlilere yol göstermek bana düşen bir borç imiş gibi."
Ebrehe ve askerleri
kaçışıyorlar ve her yolda düşüyorlar, her sığındıkları yerde helak ve yok
oluyorlardı. Ebrehe de cesedinden vurulmuştu. Onu Muhassab vadisinden
yanlarında çıkardılar. Vücudu parmak ucu kadar parçalar halinde dökülüyordu.
Her parça döküldükçe arkasından cerahat irin ve kan akıyordu. Nihayet onu
öylece San'a'ya kadar götürdüler. Bir kuş yavrusu gibi kalmış kalbi
parçalanıncaya kadar ölmemişti.
Mahmud adındaki fii,
sağ kalmıştı.
Filin seyisinin ise,
iki gözü görmez, ayakları tutmaz olup sürünerek Mekke'de halkdan yiyecek
dilendiği görülmüştü. Bundan sonra yüce Allah bir de sel gönderdi.
Habeşlilerin kalanlarını sürükleyip denize döktü.[M. A. Koksal, Hz. Muhammed,
(Mekke Devri), 42-43.]
İbn Kesîr'in de ifade
ettiği gibi Allah teâlanın o sene Kureyş'lileri Hıristiyanlara karşı koruması onları
o sene dünyaya gelecek olan Resûl-i Ekrem'in Peygamberliğini kabule
hazırlamasından başka bir şey değildir. Diğer bir ifade ile Fil Olayı Fahr-i
Kâinat Efendimiz için "İrhas" kabilinden bir olaydır. Bilindiği
gibi, Peygamber olacak bir zattan Peygamberliğinden önce olağanüstü bazı
hallerin zuhuruna "irhas" denir, bu haller o zatın Peygamber olmasına
alâmettir.
Cenab-ı Hak Fil
Vak'asıyla sanki Beyt-i Şerifini her türlü saldırılardan korumak istediğini ve
bunu niçin de yakında bir Peygamber göndereceğini ihtar ediyor ve aslında
Kureyş müşrikleriyle hıristiyanlar arasında bir fark olmadığını da ilân
ediyordu.
Hadis ulemâsından
Hattâbî de bu hâdise ile ilgili görüşlerini açıklarken şöyle diyor: "Bazı
inkarcıların "Madem Allah Kabe'yi o kadar korumak istermiş de Haccâc-ı
Zâlim gibi bazı kimselerin mancınıklar kurarak Kabe'yi taş ve ateş yağmuruna
tutmalarına niçin engel olmamış?" gibi sözlerine temas ederek
"Câhiliyye dönemi insanları ancak gözle görüp elie tuttuğunu anlayabilen
kimseler olduklarından bunun ötesinde kalan hadislerden bir mana çıkarabilecek
seviyede kimseler değillerdi. Bu sebeble Allah Teâla göze hitabeden böylesine
çarpıcı ve etkileyici bir olayı onların önlerinde sergiledi. İslâm hakikatleri
ve deliller anlaşıldıktan sonra, bu gibi göze hitabeden alâmetlere ve delillere
ihtiyaç kalmamış ve hatta müslümanların sabrını ve sebatlarını ortaya çıkarmak
için tabi tutulmuş oldukları imtihanda onların müvuffakıyyetlerini
belgelendirmek için zaman zaman bazı zâlimlere müslümanların Kabe'ye ve diğer
mukaddes emânetlere saldırma imkânı vermiştir."
Metinde geçen
"Fakat Resulü ile müminleri buna muzaffer kılmıştır" cümlesine
bakarak, cumhuru ulemâ ve Hanefi ulemâsı Mekke'nin kılıç zoruyla fethedildiğine
hükmetmişlerdir.
"Sadece bana
mahsus olmak üzere (Mekke) gündüzün bir saatinde helâl kılınmıştır"
cümlesinde geçen "saat"ten maksat, "60" dakikalık bir zaman
değildir. Mekke'nin fetih günü güneşin doğmasından ikindi namazının
kılınmasına kadar devam eden süredir. Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke'ye girdiği
zaman:
"Ey Müslümanlar!
Artık silâhlarınızı kullanmaktan vazgeçiniz. Ancak Beni Bekirlerin
yaptıklarından dolayı Huzaalara ikindi namazına kadar izin verilmiştir."
buyurdu.[Ahmed b. Hanbel, II, 207.]
Nihayet ikindi namazını
kıldıktan sonra onlar da silahlarını bıraktılar. Ertesi gün Huzaa'dan bir adam
Müzdelife'de Bekir oğullarından birini öldürdü. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.v.) ayağa kalkarak şöyle buyurdu:
"Hiç şüphesiz
insanların en taşkını Allah'ın Hareminde adam öldüren, yahut kendi katilinden
başkasını öldüren, ya da câhiliyet öcünü almak için adam öldürendir"
buyurdu.
O sırada adamın birisi
ayağa kalktı:
Filan benim oğlumdur.
Cahiliye çağında, onun anası ile yatıp kalkmıştım, dedi.
Peygamberimiz hutbesine
şöyle devam etti:
"İslâmiyette
insanın babasından ve baba tarafından akrabasından başkasına intisap etmesi
diye bir şey yoktur. Cahiliye çağının kötü işleri silinip gitmiştir. Doğan
çocuk döşeğin sahibine aittir. Zânî için esleb vardır.[Ahmed b. Hanbel, II,
179.]
"Esleb
nedir?" diye sordular. Peygamberimiz; "Taş (yani zarar ve mahrumiyet)
demektir" buyurdular.
Buradaki "taş'.'
kelimesini bazıları recim olarak anlamışlarsa da yanlıştır. Zina edenin
zinadan doğacak çocuğu üzerinde bir hakkı yoktur, demektir. Araplar "taş
vardır" şeklindeki ifadeyi "haybet ve hüsran" anlamına darb-i
mesel olarak kullanırlar.
Sonra hutbesine şöyle
devam etti: "Parmakların her birisinde diyet onar onar devedir. Kemiği
görünen derin yaralardan her birisinde diyet beşer beşer devedir. Sabah
namazından sonra güneş doğuncaya kadar namaz yoktur. İkindi namazından güneş
batıncaya -kadar da namaz yoktur. Kadın ne halasının ne de teyzesinin üzerine
nikahlanıp bir araya getirilebilir. Kocasının izni olmadıkça kocasının
malından birşey vermesi için helâl ve caiz değildir."[Ahmed b. Hanbel, II,
207.]
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inden naklettiğimiz bu hadis-i şerifler gösteriyor ki Resûl-i Ekrem
Efendimiz konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisindeki hutbeyi Fethin birinci
günü değil, ikinci günü irad etmiştir.
Resûl-i Ekrem için
Fetih Günü verilen sabahtan ikindiye kadar Mekke'de savaş yapma izni, o gün
ikindi namazı kılındıktan sonra sona ermiş ve bir daha Mekke'de savaşmak kıyamete
kadar haram kılınmıştır. Buhârî'nin Ebû Şüreyh el-Adevî'den naklen rivayet
ettiği bir hadis-i şerif de şu anlamdadır: "Mekke'yi Allah harem kılmıştır
insanlar değil. Binaenaleyh Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiç bir kimse
orada kan dökmeyi ve onun ağaçlarım kesmeyi helâl görmesin."[Buhârî,
cezâü's-sayd] Allah'ın Mekke'yi harem kılması demek oraya hürmet etmeyfvâcib
kılması, oranın halkıyla savaşmayı, oraya sığınanları rahatsız etmeyi
yasaklaması ve onları emniyete alması demektir. Nitekim Allah Teâlâ hazretleri
bu hükmünü Kur'an-ı Keriminde şöyie ifade etmektedir: "Kim oraya girerse
güvenlik içinde olur"[Al-i İmran 98] Bu hüküm Allah'ın hükmüdür. Mutlak
hüküm ve. irade sahibinin koyduğu bir kanundur. Bu hükmün konulmasında
herhangi bir beşerî irâde v,e aklın etkisi yoktur. Buhârî'nin rivayet ettiği,
"Mekke'yi Hz. İbrahim harem kıldı ve orası için duâ etti. Medine'yi de
ben Harem kıldım ve orası için ben dua ettim.”[Buhârî, buyu] anlamındaki
hadis-i şerifin bu gerçeğe aykırı olduğu iddia edilemez. Çünkü Hz. İbrahim
Mekke'yi harem kılarken yani Kabe'nin hürmet edilmesi vâcib bir yer olduğunu
ilan ederken, kendi görüşüne değil» Allah'tan aldığı emre uymuştur. Ayrıca Hz.
İbrahim'in Mekke'yi harem kılması, Hz. İbrahim'in, "Allah'ın Kabe'yi harem
kıldığını insanlar arasında ilk defa açıklaması" anlamına da gelebilir.
Konumuzu teşkil eden
Ebü Dâvûd hadisinde, Mekke'de kaybedilen malların sahihlerine duyurmak için
ilan etmek gayesi dışında hiç bir maksatla bulundukları yerden
alınamayacakları da ifâde ediliyor. Halbuki Mekke dışındaki kayıpları uygun
görülen bir süre içerisinde ilân ettikten sonra sahipleri ortaya çıkmadığı
takdirde onlar hesabına tasadduk etmekte her hangi bir sakınca yoktur.
İzhîr Güzel kokulu bir
ottur. Yaylalarda sıcak ve kuru yerlerde ve vadilerde yetişir. Mekke'Iiler bunu
evlerin çatılarında ve mezarları kerpiçle örerlerken kerpiç aralarında kalan
açıklıkları kapatmakta kullandıkları gibi yakıt olarak da kullanmışlardır.
Resûl-i Ekrem'in izhîr
bitkisini Hz. Abbâs'ın teklifiyle helâl kıldığı söylenemez. Çünkü bir şeyi haam
veya helâl kılmak ancak Allah'a ve dolayısıyla Resûlü'ne mahsustur, binaenaleyh
Resûl-i Ekrem'in Mekke bitkileri içerisinde izhir bitkisinin kesilmesini veya
koparılmasını helâl kılması ya o anda Hz. Abbâs'ın sorusu üzerine Allah'ın
ilham etmesi neticesinde olmuştur ya da b anda Cebrail aleyhisselâmın inmesi
ve ondan aldığı talimat üzerine olmuştur. Ayrıca Cenab-ı Hakk'ın daha önce
kendisine "Eğer birisi senden izhir bitkisinin helâl kılınmasını isteyecek
olursa onu helal kıl" şeklinde vahy etmiş olması da mümkündür. Bu bitkinin
halkın ihtiyacından dolayı zaruret icabı helâl kılındığı da söylenemez. Çünkü;
"Zaruretler kendi miktarlarına takdir olunurlar (Mecelle 22) kaidesince bu
bitkiye duyulan ihtiyaç sona erince onun yine haramlığa dönüşmesi gerekirdi.
Öyleyse bu bitki aslında helaldir. Nitekim bu bitkinin mutlak mubah olduğunda
icmâ' vardır.[Ferhü'l-Bârî IV, 321.]