بَاب
أَيِّ
اللَّيْلِ
أَفْضَلُ
21. Gecenin Hangi
Saatinde Yapılan İbadet Daha Üstündür?
حَدَّثَنَا
الْقَعْنَبِيُّ
عَنْ مَالِكٍ عَنْ
ابْنِ
شِهَابٍ عَنْ
أَبِي
سَلَمَةَ بْنِ
عَبْدِ
الرَّحْمَنِ
وَعَنْ أَبِي
عَبْدِ اللَّهِ
الْأَغَرِّ
عَنْ أَبِي
هُرَيْرَةَ أَنَّ
رَسُولَ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ
يَنْزِلُ
رَبُّنَا تَبَارَكَ
وَتَعَالَى
كُلَّ
لَيْلَةٍ
إِلَى
سَمَاءِ
الدُّنْيَا
حِينَ
يَبْقَى
ثُلُثُ
اللَّيْلِ
الْآخِرُ
فَيَقُولُ
مَنْ
يَدْعُونِي
فَأَسْتَجِيبَ
لَهُ مَنْ
يَسْأَلُنِي
فَأُعْطِيَهُ
مَنْ
يَسْتَغْفِرُنِي
فَأَغْفِرَ
لَهُ
Ebu Hureyre (r.a.)'den
rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve
celîl olan Rabbiniz her gece, gecenin son üçte biri kaldığında en aşağı semaya
nüzul edip: "Bana dua eden yok mu, duasını kabul edeyim? Benden isteyen
bir kimse yok mu, ona (istediğini) vereyim? Benden af dileyen yok mu, onu
affedeyim.." der."
Diğer tahric: Buharî,
teheccüd, tevhîd; Müslim, müsafirîn; Tirmizî, salat, da'vat; İbn Ma'ce, ikame ;
Darimî, salat; Muvatta\ Kur'an; Ahmed b. Hanbel, II, 264, 267, 282, 410, 487,
504.
AÇIKLAMA:
Nüzul hadisi diye
bilinen kütüb-i sittede ve onun haricindeki sahih hadis kitaplarında sayılan
yirmiye kadar ulaşan bir sahabî topluluğundan rivayet edilen bu hadis-i şerif,
müteşabih hadislerin en meşhurlarmdandır. Hadisin rivayetleri arasında bazı
farklılıklar vardır. Bazılarında -üzerinde durduğumuz hadiste olduğu gibi-;
"gecenin son üçte biri kaldığında iner" denilirken[Müslim, müsafirin]
bazılarında; "gecenin ilk üçte biri geçtiği zaman iner"
denilmektedir.[358] Ayrıca, "Gecenin yarısı yahut üçte ikisi geçtiği
zaman iner"[Müslim, müsafirîn] "Gece yarısı yahut gecenin son üçte
birinde iner" rivayetleri de vardır. Tirmizî gibi bazı muhaddislere göre
bu rivayetlerin hepsi sahih olmakla beraber içlerinde en sağlamlan Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği ve konumuzu teşkil eden hadistir. Nevevî de;
"Resulullah (s.a.v.)'in bu vakitlerin hepsini ayrı ayrı zamanlarda söylemiş
olması mümkündür" diyerek Tirmizî'nin görüşüne katılmıştır. Tirmizî
Sünen'inde bu hadisi Ebu Hureyre'den tahrîc ettikten sonra, bu konuda Ali b.
Ebî Talib, Ebu Said el-Hudrî, Rifaa, Cübeyr b. Mut'ım, İbn Mesud, Ebu'd-Derda,
Osman b. Ebi'l-As radıyella-hü anhumden de hadis rivayet edildiğini bildiriyor.
Sarih Aynî de bunlara şu sahabileri ekliyor: Cabir b. Abdillah, Ubade b. Samit,
Ukbe b. Amir, Amr b. Anbese, Ebu'l-Hatta, Ebu Bekr es-Sıddîk, Enes b. Malik,
Ebu Musa el-Eş'arî, Muaz b. Cebel, Ebu Sa'Iebe, Aişe, îbn Abbas, Nuvas b.
Seman, Ümmü Nuvas radiyellahü anhum.
Bu sahabî ravilerin
çokluğuna ve bunları ashabının da her tabakasına mensup kimselerden meydana
gelmiş büyük bir cemaat olduklarına bakılınca, hadisin ta hicrî birinci asırda
sahabe-i kiram arasında yaygın olduğu ve tevatür derecesinde bir kuvvete
eriştiği anlaşılır. Sonra hadis kitaplarında tesbit edilinceye kadar tabiun ve
etba-i tabiin devri hadis imamları ve şeyhlerinden meydana gelen senedler ve
rivayet yolları akıllara hayret verecek kadat çoktur. Buharî şarihi Allame
Aynî, her sahabeye erişen senetleri "Ümdetü'l-Kaari"de birer birer
nakl etmiştir.[K. Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 138. (birinci baskı).]
Bu hadisin çeşitli
rivayetlerinde Allah Teala hakkında "nüzul hübut, yed, sakin olmak, yukarı
çıkmak" gibi tabirler kullanılmıştır. Nüzul ve hübut "aşağı
inmek" manasınadır. Yed "el" demektir. Bunların hiçbirinin hakikati
Allah Teala hakkında caiz değildir. Şu halde bu tabirler müteşabihattandır.
Bazıları "buradaki nüzuldan maksat, manevi nüzuldür" demiştir. İmam
Kurtubîgibi bazı ilim adamları da "yünzilü" "indirir" manasına
müteaddi (geçişli) bir fiil olduğundan, ona bir de meful takdir ederek bu
cümleyi "Allah (bir melek) indirir" şeklinde tamamlamışlardır.
Kurtubî bu görüşüne delil olarak Nesaî'deki rivayetin “ = Sonra bir münadiye;
-dua eden yok mu?" demesini emreder."[Aynî, Umdetü'l-Kaarî, VII,
199.] şeklinde olduğunu gösteriyor. Sözü geçen "nüzul" kelimesi
Buharî'nin bazı rivayetlerinde [Buharî, da'avat, tevhid] "yetenezzelü"
şeklinde zabt edilmiştir. Bu kelime türkçemizdeki "tenezzül" anlamına
gelir ki, "manevî nüzul" demektir. Yani Allah Teala'nın azamet ve
celali fakîr ve hakîr kimselere ehemmiyet vermemeyi gerektirdiği halde Allah
Teala Hazretleri lütuf olarak onların hallerine rahmet buyurmaya tenezzül eder.
"Bana dua eden yok
mu ona (istediğini) vereyim" buyurur. Bu söz Allah'ın kullarına bir
latifesi ve onları ibadete bir teşviktir. Metinde geçen "en aşağı
sema" kelimesi de bize en yakın olan halden kinayedir.
Aynî'nin beyanına göre,
bu hadis üzerinde muhtelif yönlerden söz edilmiştir. Şöyle ki:
1. Bazıları bu hadisle
istidlal ederek Allah Teala'ya cihet isnadına kalkışmışlardır. Hatta hadis ulemasından
İbn Kuteybe ile İbn Abdilberr dahi buna kaail olmuşlardır. Cumhur-u ulema
Allah'a cihet isbatından kaçınmışlardır. Çünkü buna kail olmak Allah'ın -haşa-
yeri, mekanı ve haddi hududu olduğunu tecviz etmek demektir. Halbuki Allah
Teala hazretleri böyle şeylerden münezzehtir.
2. Haricîler ile
Mu'tezilîler yahut Cehm b. Safvan, İbrahim b. Salih ve Mansur b. Talha gibi
mu'tezilenin ileri gelenleri bu babda varid olan hadîsleri inkar etmişlerdir.
Fakat bu yaptıkları kuru bir inaddan ibarettir. Kendileri Kur'an-i Kerim'in
buna benzer müteşabih ayetlerini te'vil etmişler, hadislerdeki müteşabihleri
ise ya cehalet yahut inadhk saikası ile büsbütün inkar etmişlerdir.
Mu'tezileden İbrahim b.
Salih ile hadîs ulemasından İshak b. Rahuye arasında bu hususta münakaşa
geçtiği rivayet olunur. Bu münakaşayı îs-hak b. Rahuye şöyle anlatmıştır:
"Emir Abdullah b.
Tahir'in meclisi beni şu bid'atçi yani İbrahim b. Salih ile bir araya getirdi.
Emir Allah'ın nüzulüne dair malumat istedi. Ben de buna dair haberleri
kendisine sayıp döktüm. Bunun üzerine İbrahim: Ben bir semadan bir semaya inen
Allah'ı inkar ediyorum, dedi. Ben cevaben: Ben de dilediğini yapan Allah'a iman
ediyorum, dedim. Neticede emir Abdullah, benim sözümü kabul, İbrahim’inkini de
red etti."
Aynî, İshak'ın bu
sözünü aynen Fudayl b. İyad'dan aldığını söylüyor. Fudayl b. İyad:
"Cehmîlerden biri:
Ben aşağı inen ve
yukarı çıkan Allah'a inanmıyorum, derse ben de:
Her dilediğini yapan
Allah'a iman ediyorum, cevabını veririm" demiş. Bunu İbn Hibban'ın babası
"Kitabü's-Sünne" adlı eserinde nakl etmiş
ve yine aynı eserde Ebu
Zür'a'nın şunları söylediğini bildirmiştir:
"Bu hadisler
Resülullah (s.a.v.)'den tevatüren sabit olmuştur. (Allah her gece alt semaya
nüzul eder). Bunu Resülullah (s.a.v.)'in ashabından birçokları rivayet
etmişlerdir. Böyle hadisler bizce sahih ve kavidirler. Resülullah (s.a.v.)
Allah Teala'nın nüzul buyurduğunu söylemiş, fakat bunun nasıl olduğunu
anlatmamıştır. Binaenaleyh biz de; "Allah alt semaya iner, deriz, fakat nasıl
indiğinden bahsetmeyiz."
Ebu Muhammed b. Ahmed
el-Muzenî'nin:
Allah'ın indiğini
bildiren hadîs Resülullah (s.a.v.)'den sahih yollarla sabit olmuş, Kur'an-ı
Kerim'de de bunu tasdik eden şu ayet nazil olmuştur:
"Rabbim ve
melekler de saff saff olarak geldikleri vakit..."[Fecr 22] dediğini
Beyhakî "Kitabu'l-Esma"sında rivayet etmiştir.
3. Bazıları bu
hadisleri te'vîl hususunda ifrata gitmiş, hatta bir nev'î tahrife
yaklaşmıştır. Bir takımları te'vîl hususunda tafsilat cihetine gitmiş, Arap
lisanında kullanılan şekillere yakın bulunan müteşabihleri te'vîl etmiş uzak
olanları te'vîlden kaçınmışlardır.
4. Selef-i salihinin
cumhuru ise,bu hususta en aşikar ve salim olan yolu tutarak müteşabih ayet ve
hadîsleri olduğu gibi kabul etmiş, onlara iman etmiş ve onlardaki inmek, el,
yüz gibi kelimelerin yaratıklarda', olan inmeye, ele ve yüze benzemeyen fakat
mahiyetini ancak Allah'ın bileceği bir inme, bir el ve yüz olduğunu söyleyerek
icmalî bir te'vîl yoluna gidip Allah Teala'yı mahlukatına benzetmekten, ona
keyfiyet ve kemiyet isnadından kaçınmışlardır.
Zührî, Evzaî,
İbnu'I-Mübarek, Mekhul, Süfyan es-Sevrî, Süfyanb. Uyey-ne, Leys b. Sa'd, Hammad
b. Seleme ile mezheb im anılarından Ebu Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel
hazretlerinin görüşleri de budur.
İmam-ı A'zam'a, Allah
Teala'nın alt semaya nasıl indiği sorulmuş, Hz. İmam: "Keyfiyyetsiz olarak
inmiştir" cevabını vererek bu inişe inanmak gerektiğini, fakat mahiyetini
ve keyfiyetini bilemeyeceğimizi, çünkü bu herhangi bir mahlukun inişine
benzemeyip keyfiyyetini sadece Allah'ın bileceği bir iniş olduğunu, bu bakımdan
bunun mahiyyetini araştırmayıp Allah'a bırakmamız lazım geldiğini ifade
etmiştir.
İmam-ı Şafiî de; Asla
iman edilir.
Fakat niçin ve nasıl
diye sorulmaz "demiş, sonra da "asi" kelimesini Kitap, Sünnet,
bazı sahabinin kavli ve ümmetin icma'ıdır, diye açıklamıştır. Görülüyor ki,
İmam Ebu Hanîfe ile İmam Şafiî'nin bu sözleri selef ulemasının sözleri gibi
te'vîl ve inkar şa'ibesinden uzaktır.
İmam Malik'in nüzulü
iki şekilde te'vîl ettiği rivayet ediliyor:
1. Allah'ın emri, yahut
rahmeti ve melekleri nazil olur demektir.
2. Cenab-ı Hakk'm dua
edenin duasını kabul etmesi, ona lütuf ve merhametle muamele etmesi demektir.
Aynı şekilde İmam Sevrî
de nüzul kelimesini ve benzeri müteşabih kelimeleri înıamı Malik gibi Zat-ı
Barî'ye layık ve aynı zamanda nasların genel çerçevesi, akla ve Arap dili
gramerine uygun olarak te'vîl etmiştir.
Selefin büyüklerinden
olan bu iki zatın te'vîlleri daha sonra gelen müteahhirîn ulemasına bazı
müteşabih ayet ve hadislerin bazı hallerde İslam'ın genel çerçevesine, akla,
Arap dili gramerine uygun ve Zat-ı Barî'ye layık bir şekilde tafsilî olarak
te'vîl etmişlerdir. Muteahhirîn uleması bu yolu seçerlerken hiçbir zaman
selefin yolundan ayrılmayı düşünmemişlerdi. Ancak içinde bulundukları ortam ve
şartlar onları buna zorlamıştır. Çünkü selef-i salihîn zamanında gönüller,
duygular ve düşünceler temiz ve katıksız idi. Basiret ve ferasetleri yanında
Hz. Nebi'le beraberliğin verdiği bir imkanla ashab-ı kiram; bu konularda
tereddütlere düşmekten oldukça uzaktı. Ancak daha sonra mücessime, müsebbibe
ve cehmiyye gibi mezheplerin ortaya çıkışıyla ortam tamamen değişmiş ve
nassları Zat-ı Bari'ye uygun bir şekilde, aklı tatmin edici ve mü'minleri
zararlı akımların tesirinden koruyucu bir te'vil yoluna gitme gereği ortaya
çıkmıştır.
Hatta bunlardan
bazıları "eğer biz selef-i salihînin şartlan içinde bulunsaydık, asla bu
gibi ihtilaflı konulara girmezdik" demişlerdir.
Bununla beraber
müteahhirîn ulemasının müdekkikleri yaptıkları te'vîlin yegane ve en isabetli
bir te'vîl olduğunu söylemekten kaçınmışlar ve; "Bu kelimelerin en doğru
manasını Allah bilir" demişlerdir. Bu manayı en güzel bilen Allah olduğuna
göre, en isabetli yol bu kelimelerin en doğru manasının ne olduğunu Allah'a
havale etmektir. Bu kelimelerin manası üzerinde konuşan, ancak sınırlı olan
bilgisi kadar konuşmuş olur. Bu açıklama ulemanın büyük çoğunluğunun;
"onun te'vilini Allah’tan başka kimse bilmez"[AI-i İmran 7] ayet-i
kerimesinde niçin kelimesi üzerinde
durak yaptıklarını da açıklamaktadır. Hanefî ulemasından Buharî sarihi Aynî de
nüzul kelimesi üzerinde şunları söylemektedir:
Nüzulün intikal, i'lam,
kavi, ikbal, teveccüh, bir hükmün ortaya çıkması gibi manaları vardır. Madem
ki nüzul kelimesi böyle çeşitli manaları olan müşterek bir kelimedir, o halde
bu kelimenin Allah Teala'ın kendisiyle tavsifi caiz olan bir manaya hami
edilmesi en doğru bir hareket olur.
Şüphesiz ki nüzul:
Cismin yukarıdan aşağıya intikalidir. Allah Teala ise, bundan münezzehtir.
Binaenaleyh bu manada varid olan hadisler müteşabihattandır. Müteşabihat
hususunda ulem'a ikiye ayrılmışlardır:
Birinci kısma:
"Müfevvida" derler. Müfevvida: Havale edenler manasınadır. Bunlar
müteşabih ayet ve hadislere iman eder, manalarını Allah Teala'ya havale
ederler. Allah Teala'nın noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna da kesinkes
inanırlar.
İkinci kısma ise:
"Müevvile" denilir ki müevvile: te'vîl edenler demektir. Bu zevat
müteşabihleri yerlerine göre te'vîl ve tefsir ederler. Bu kabilden olmak üzere
Allah'ın alt semaya inmesini dahi "Allah'ın emri yahut melekleri
iner" şeklinde ve "bu istiaredir, manası Allah dua edenlere lütuf
buyurur da dualarını kabul eyler, demektir" gibi te'vîl
etmişlerdir.[Davudoğlu, Sahİh-i Müslim Terceme ve Şerhi, IV, 268-275.]
Şafiî imamlarından
Nevevî de bu hadis hakkında şunları söylüyor:
Bu, sıfat hadislerinden
(yani mtiteşabih hadislerdendir. Bunda alimlerin iki mezhebi vardır: Biri
selefin cumhuru ile bazı kelamcılann mezhebidir ki, onlar Allah'ın intikal, hareket
vesair mahluk alametleri olan mahluk sıfatlarından tenzihini itikad ederek
bunun Allah Teala'ya yakışacak surette hak olduğuna, hakkımızda mütearef olan
zahirinin kast edilmemiş olduğuna inanıp te'vîli hususunda söz etmezler.
İkincisi, birçok kelamcılann
ve selefden bir takım cemaatlerin mezhebidir: Onlara göre bu gibi lafızlar;
çeşitli yerlere göre ve layık olacak surette te'vîl olunur. Bu esas üzerinde
olanlar bu hadisi iki türlü te'vîl ettiler: Biri Malik b. Enes ve diğerlerinin
te'vilidir ki, hadisin manası; "Allah'ın rahmeti, emri yahut melekleri
iner" demektir. Nitekim tabi'ler hükümdarın emrini yerine
getirdiklerinde, "sultan şöyle şöyle yaptı” denir. İkincisi bunun istiare
üzere olmasıdır. Bunun da manası Allah'ın dua edenlere icabet ve lütufla ikbali
ve teveccühüdür. Allah, yegane bilendir.
Bu konuda müteahhirîn
ulemasından Buharî sarihi îbn Hacer'in şu sözlerini hatırlamakta da yarar
vardır:
"Nüzul"
kelimesinin manası üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlar
kelimenin zahiri ve hakiki manasını kabul etmişlerdir, bunlar müteşebbihedir.
Bazıları bu mevzuda varid olan hadislerin sıhhatini inkar etmişlerdir, bunlar
Havaric ve Mü'tezile'dir. îşin garib tarafı buna benzer Kur'an ayetlerini de
te'vil etmişlerdir. Fakat bu gerçeği bildikleri halde, yaptıkları inatlıktan
başka bir şey değildir. Yahutta cehaletleri yüzünden bu hadisleri inkar
etmişlerdir. Bazıları da Allah Teala'yı keyfiyet ve teşbihten tenzih ederek
hadisin manasını icmal suretiyle kabul etmişlerdir. Bunlar da sahabe ve
tabiundan olan ekseri seleftir. Beyhakî'nin naklettiğine göre dört imam, Malik,
Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Hanîfe ile Süfyan İbn Uyeyne ve'es-Sevrî, Hammad
Ibn Zeyd ve İbn Seleme el-Evzaî, el-Leys ve diğer birçok imam bu
görüştedir.[Fethu'l-Bari, III, 20.]
Hadis-i şerifte Cenabı
Hak "dua, istek ve istiğfar" kelimelerini bir arada zikretmiştir.
Oysa bu kelimeler mana itibariyle birbirine çok yakındır. Bu yüzden bu üç
kelimenin bir arada zikredilişi ulemanın dikkatini çekmiş ve bu mesele üzerinde
şöyle bir açıklamada bulunmuşlardır: "İstenilen bir şey ya zararın defi
yahutta menfaatin celbine ait olur. Menfaat de dinî veya dünyevî olmak üzere
ikiye ayrılır. İşte metindeki istiğfar ile zararın define, istek ile dünyevî
menfaatin celbine, dua ile de dinî menfaatin celbine işaret Duyurulmuştur.
Burada duası kabul olmayan bir kimsenin aklına: "madem ki Allah gece
kendisine dua eden bir kimsenin duasını mutlaka kabul ederdi de benim duamı
niçin kabul etmedi?" diye bir soru gelebilir. Bu suale Aynî şu cevabı
vermektedir: "Duanın kabul edilmemesi ya duanın şartlarından bazısına
riayet edilmediği, yahut acele edildiği yahut da duası bir günaha ve sıla-i
rahmi kesmeye ait olduğu içindir."