SÜNEN EBU DAVUD

Bablar    Konular    Numaralar  

SALAT BAHSİ

<< 968 >>

بَاب التَّشَهُّدِ

177-178. Teşehhüdle İlgili Hadisler

 

حَدَّثَنَا مُسَدَّدٌ أَخْبَرَنَا يَحْيَى عَنْ سُلَيْمَانَ الْأَعْمَشِ حَدَّثَنِي شَقِيقُ بْنُ سَلَمَةَ عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مَسْعُودٍ قَالَ كُنَّا إِذَا جَلَسْنَا مَعَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي الصَّلَاةِ قُلْنَا السَّلَامُ عَلَى اللَّهِ قَبْلَ عِبَادِهِ السَّلَامُ عَلَى فُلَانٍ وَفُلَانٍ فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا تَقُولُوا السَّلَامُ عَلَى اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ هُوَ السَّلَامُ وَلَكِنْ إِذَا جَلَسَ أَحَدُكُمْ فَلْيَقُلْ التَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ السَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ السَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللَّهِ الصَّالِحِينَ فَإِنَّكُمْ إِذَا قُلْتُمْ ذَلِكَ أَصَابَ كُلَّ عَبْدٍ صَالِحٍ فِي السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ أَوْ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ ثُمَّ لِيَتَخَيَّرْ أَحَدُكُمْ مِنْ الدُّعَاءِ أَعْجَبَهُ إِلَيْهِ فَيَدْعُوَ بِهِ

 

Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'den; demiştir ki: 

 

Biz, Resûlullah (s.a.v.)'le birlikte namazda oturduğumuzda, "selâm, kullarından önce Allah'a olsun selâm (meleklerden) filâna filâna olsun" derdik. Hz. Nebi (s.a.v.): "Selâm Allah'adır, demeyiniz. Çünkü Allah'ın kendisi selâmdır. Lâkin ka'deye oturanınız;

her türlü tahıyye, bütün ibadetler ve güzel sözler sadece Allah içindir. Her türlü selâm, Allah'ın rahmeti ve bütün hayırlar da sana olsun ey nebî, selâm bize ve Allah'ın sâlih Kullarına olsun."-(Selâm salih kullara olsun, sözünü kastederek) "Sizden her kim bunu söylerse yerdeki ve gökteki, veya  [Şekk Musedded'e aittir.]  yer ve gök arasındaki her sâlih kul'a isabet etmiştir.- Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)'ın onun kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik ederim" desin" buyurdu.

 

Rasûlullah (s.a.v.) devamla: (Bundan) sonra beğendiği herhangi bir duayı seçip onunla duâ etsin buyurdu.

 

 

Diğer tahric: Buhârî, ezan, isti'zan, deavat, tevhîd; Müslim, salât; Nesâî, tatbik, sehv; İbn Mâce, ikâmet; duâ; Tirmizi, salât, Deavât; Dârimî, salât; Muvatta' nida; Ahmed b. Hanbel, I, 413.

 

AÇIKLAMA:    

 

Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği bu hadis, teşehhüdün lâfızlarını ve ihtiva ettiği fazîletleri beyân etmektedir. Metinden anladığımıza göre, müslümanlar önceleri, ka'delerde "selâm kulla­rından önce Allah'a olsun, selâm filâna, filâna olsun" diyorlardı. Buradaki filân, filandan maksat, meleklerdir. Buhârî'deki, "Biz Rasûfullah'ın arka­sında namaz kıldığımız zaman selâm Cebrail'e ve Mikâil'e olsun derdik" şek­lindeki hadis ile Müslim ve İbn Mâce'deki, "kullarından" tarzındaki rivayet bu filanların, melekler olduğuna işarettir.

 

Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinden anladığımıza göre bir gün Hz. Pey­gamber, ashaba dönmüş ve "Selâm Allah'adır demeyiniz, çünkü Allah'ın kendisi selâmdır" buyurmuş ve akabinde, bugün Hanefîlerin ka'delerde oku-dukan teşehhüdü öğretmiştir.

 

Selâm; âfet ve noksanlıklardan salim olmak manasınadır. Allahu Teâlâ bunları, kullarından dilediğine verendir. O halde, Allah için selâmet isten­mesi abestir.

 

Bu konuda bazı âlimler şu izahları getirmişlerdir:

 

"Hâsılı, Rasûlullah (s.a.v.) Allah'a selâm vermeyi beğenmemiş, söylenmesi gerekenin bunun aksi olduğunu ifade etmiştir. Çünkü, selâm ve rah­metin tümü Allah'a aittir ve O'ndandır. O'nun sahibi ve vericisi de Allah'tır." (Beyzâvî).    

 

"Bundan murat; Allah kendisi selâm sahibidir. Selâm Allah'a olsun de­meyiniz. Çünkü selâm Allah'tan başladı Allah'a dönecektir..." (Hattâbî).

 

"Bunun mânası şudur: Selâm, Allah'ın isimlerinden biridir. Noksan­lardan salim olan demektir." (Nevevî).

 

Rasûluüah, ashaba, selâmı kullara yöneltmelerini emretti. Çünkü Al­lah bundan müstağni, kullar ise muhtaçtırlar." (İbnu'l-Enbârî).

 

Yukarıda da işaret edildiği gibi, Hz. Nebi Allah'a selâmı nehyettikten sonra, ashabına okumaları gereken teşehhüdü öğretmiştir. Teşehhü­dün menşei ve hükmüne geçmeden önce, kelimelerinin mânalarının bilinmesinde fayda görülmektedir.(Tehiyyât): (Tehiyye) ke­limesinin çoğuludur. Meşhur manası selâmdır. Ayrıca, Beka, azamet, âfet ve kusurlardan selâmet ve mülk manalarına da gelir. Bui ada şeklinde tekil değil de tarzında çoğul kullanılmasındaki hikmet İbn Kuteybe'nin dediğine göre şudur; Tahiyye sadece sultana yapılır. Ve her sultan için özel bir tahiyye şekli vardır. Cenâb-ı Allah, sultanların selâmlandığı her tür­lü selâma lâyık olduğu için bu kelime çoğul getirilmiştir.  

 

Salevât kelimesi hakkında da değişik manalar verilmiştir. Bu manalar şu şekilde hülâsa edebiliriz: Beş vakit namaz, bütün şeriatlerdeki her türlü farz ve nafile, bütün ibadetler, dualar ve rahmet, tahiyyat kavli ibadetler; salevât, fiilî ibadetler, tayyibât da; mâlî sadakalardır, diyenler olmuştur.

 

Tayyibât; sözün güzeli ve "Allah övülmeye layık" demektir. Bunu, Al­lah'ı zikir, duâ ve Övgü gibi sâlih sözler ve sâlih ameller diye rnanaîandıranlar da vardır.

 

Teşehhüdün buraya kadar izah edilen bölümünde hitap Allah'a, bun­dan sonrasında ise, Rasulünedir. Efendimiz (s.a.v.)e olan hitabımıza, selâm kelimesinin başına  (el) takısı getirerek (es-selâmu) diye başlıyo­ruz. Harf-i tarif dediğimiz bu vereceğimiz mana, Hz. Nebie vereceğimiz selâmın şümulüne tesir edeceği için biraz da bu takı üzerinde durmak İstiyoruz.

 

(el): Ahd için olabilir. Buna göre mana; "Bütün Rasûllere ve Ne­bilere yöneltilen selâm sana, geçmiş ümmetlere yöneltilen de bize olsun" şek­linde olur.

 

(el); Cins için olabilir. Bu takdirde "Herkesin bildiği gerçek selâm sana olsun" şeklinde bir mana vermek gerekir.

 

(el)i ahd-i hârici olarak kabul edersek, bu selâm; "...Allah'ın   beğenip   seçtiği   kullarına   selâm

 

olsun" [Neml 59]   âyetindeki selâm olmuş olur.

 

Teşehhüdün baş tarafında hitab, gaibe olduğu halde bu bölümde "...sana olsun ey Nebi" diye muhataba yönelmiştir, halbuki sözün gelişi, hitabın, burada da "Nebiye selâm olsun" şeklinde gaibe yöne­lik olmasını gerektirir. Gâibten muhataba dönüşteki hikmeti Tîbî şöyle îzah etmiştir: "Aslında biz, Rasûlullahın, ashabına öğrettiği sözün aynını, uya­rız. Ama Ariflerin yolundan gidilerek, gaîbten muhataba intikaldeki hikme­tin şöyle olduğunu söylemek de mümkündür; Namaz kılanlar tahiyyât ile melekût kapısını açmayı isteyince, kendilerine, ölmeyen  Hayy olan. Allah ın-harimine girmeye izin verildi. Onların jnünâcâtra gözleri parlar ve vardıkla­rı bu mertebenin, Rahmet ve Bereket nebisi vasıtasıyla olduğunu anlayıp ona döner. Bu esnada Rasûlullahı Allah'ın hareminde görüp  "Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketi sana olsun ey Nebi" diye o tarafa yönelir.

 

Üzerinde durduğumuz İbn Mes'ud hadisinin bazı tarîklarında, Hz. Nebi'in huzurunda olunup olunmadığına göre değişik ifadeler kullanıldı­ğına, Rasulullah ashabla beraberse (selâm sana...) değilse, (selâm Nebiye...) şeklinde söylediğine dâir ifâdelere rasatlanmaktadır.Buhâri'de, kitâbu'l istîzân da teşehhüd hadisi sevkedildikten son­ra şöyle denilmektedir: O aramızda iken böyle, ama vefat edince; "selâm yani nebî'ye derdik." Beyhakî'de ise, "yânî" kelimesi de kaldırılarak "Resûlullah vefat edince  (Nebî'ye selâm olsun) derdik" şeklin­de rivayet edilmektedir. Ancak bu söylenilenler, Resulüllah’ın vefatından sonra bazı sahabilerin söyledikleridir ve kendi ictihâdlarına dayanmaktadır. Rasulullah'ın ifadesi, sarılmaya ashabın görüşünden daha çok değer. Ayrı­ca Hz. Nebiin sağlığında, sahabiler savaşlarda, seferlerde efendimiz­den uzakta oluyorlar ve teşehüdde Hz. Nebiin öğrettiği tâbirinden başka bir şey söylemiyorlardı. Eğer, Rasûlullah'tan ayrı bulunul­duğunda demek gerekseydi, Nebi bunu sağlığında söy­letirdi. Efendimizin böyle bir emri ve işareti olmadığına göre, onun huzurunda olduğu gibi, gıyabında da denilmesi gerekir.

 

Hafızın nakline göre, İbn Abbas; "Biz ancak Efendimizin sağlığında derdik" demiş. İbn Mes'ûd ise, yukarıdaki metne muvafık ola­rak, "Biz böyle öğrendik, böyle öğretiriz" karşılığını vermiştir. Bu ifadeler­den anladığımıza göre, İbn Abbas bu sözü kendi görüşü olarak söylemiş, İbn Mes'ud ise, kabul etmemiştir. Bunlardan dolayı hiçbir mezhep imamı, teşehhüdün lâfızlarının Rasulullahın huzurunda ayrı, gıyabında ayrı olaca­ğını söylememiştir.

 

Teşehhüdde, Hz. Nebie selâmdan sonra Allah'ın rahmet ve bere­ketlerinin ona olmasını diliyoruz.                        

 

Rahmet: Allah'ın ihsanı, "berekef'de, Allah'tan gelen her türlü hayır demektir. Bereket, "hayırda ziyâdelik" diyenler de vardır. Selâm ve rahmet tekil olduğu halde, bereket çoğul olarak kullanılmıştır. Buna sebep ilk iki kelimenin masdar oluşudur. Masdarların ise, çoğulları yoktur.

 

Kul, bunları söyledikten sonra, kendisi ve diğer sâlih kullara selâm ve­rir. Hz. Nebi, şerefinden ve ümmeti üzerine olan hakkının fazlalığın­dan dolayı önce sadece kendisine, sonra herkesin kendi nefsine, daha sonra da sâlih mü'minlere selâm vermelerini öğretmiştir. Kişinin nefsini öne alma­sı, önce kendisine önem vermesi gerektiğine işarettir. Kişinin dua ederken önce kendinden başlaması gerektiğini, söyleyenler bu hadise dayanırlar. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'deki bazı âyetler de buna delâlet ederler.

 

Hz. Nebi müslümanlara, ka'dede okuyacakları şeyi öğretirken, araya bir yan cümlecik sokmuş, "selâm bizim ve Allah'ın sâlih kullarına olsun" sözünün yerde ve gökteki bütün sâ­lih kullarına şâmil olacağını beyân etmiştir. Melekler, Nebiler, sıddîklar hepsi bu sözün şümulüne girerler.

 

Hz. Nebi, teşehhüdü tâlime devam ediyor ve diye­rek (şehâdet kelimesini) okuyor. Müslümanlar arasında meşhur olan teşehhüd işte budur. İbn Mes'ud'dan başka, İbn Abbâs, Câbir, Ömer, İbni Ömer, Ebû Musa, Âişe, Semure, İbnu'z-Zübeyr, Selmân, Ebû Humeyd, Ebü Be­kir, Hüseyin b. Ali, Talha b. Ubeydillah, Enes, Ebû Hureyre, Ebû Saîd, Fadl b. Abbâs, Ümmü Seleme, Huzeyfe, Muttalib b. Rabia, İbn Ebî Evfâ (Allah hepisinden razı olsun) da aynı teşehhüdü rivayet etmişlerdir.

 

İbn Mes'ud'un teşehhüdü için, Ebî Bekir el-Bezzâr; "bu, teşehhüd hak­kında en sâhîh hadistir. Yirmi küsur yoldan rivayet edilmiştir." Müslim de "İnsanlar İbn Mes'ud'un teşehhüdünde icmâ etmişlerdir. Çünkü onun as­habı biri birine muhalif değildir. Diğerleri ise muhaliftir" demektedirler.

 

Namaz kılan kimsenin teşehhüdden sonra dilediği duayı yapabileceği de Nebi tarafından bildirilmiştir. Namazda dünya veya âhiret işine ait her duanın yapılmasının caiz olduğunu söyleyenler bu hadise dayanırlar. İbn-i Battal; "Nehâî, Tavus ve Ebû Hanife buna muhalefet edip, ancak Kur'an'-da olanla duâ edilebilir demişlerdir. Hanefi fıkıh kitaplarına göre bir kimse­nin Kur'an'da gelenden veya hadîste sabit olandan başkası ile duâ edemeyeceğidir. Fakat hadis oalara muarızdır" demiş, Aynî ise, bu iddiîayı reddetmiştir.

 

Hanefî kitaplarında söylenen, İbn Battal'in dediği gibi değil "Namaz­da me'sur olan veya Kur'an'ın lâfızlarına benzemeyen sözlerle duâ caiz değildir" şeklindedir. Hidâye'de aynen şunlar söylenir: "Kur'ân lâfızlarına benzeyen ve me'sur olan dualardan istediği ile duâ eder. Fesâddan sakın­mak için, insanların sözlerine benzeyen şeylerle duâ edemez. Bunun için, kul­lardan istenmesi müstahil olmayan mahfuz ve me'sur duaları okur." Bedâyi'de de buna benzer ifâdeler yer almaktadır.

 

Teşehhüdün hükmüne geçmeden önce, menşeini de belirtelim;

 

İbn Melek'in bildirdiğine göre, teşehhüd ilk defa mîrac'da söylenmiş­tir. Hz. Nebi kelimeleri ile Cenab-ı Allah'ı sena edince, Rabbi, karşılığını ver­miş ve buna mukabil Hz. Nebi demiştir. Bu konuşmayı dinleyen Cebrail (a.s.)da kelimelerini  söylemiştir.

 

Teşehhüdün hükmü mezhepler arasında ihtilaflıdır: Resûl-i Ekrem'in "Allah'a selâm olsun demeyin, çünkü Allah'ın kendisi selâmdır. Fakat, bi­riniz oturduğu zaman şöyle desin..." diye emir sîgâsım kullanması teşehhü­dün her iki ka'dede vacip olmasını gerektirir. Leys, İshak ve Ebû Sevr bu görüştedirler.

 

Hanbelîler; son teşehhüdün rükün olduğunu, dolayısıyla, onun terki ile namazın bâtıl olacağını söylerler. Bunlara göre birinci teşehhüdün unutula­rak veya hatâen terki halinde ise, sehv secdesi kâfidir.

 

Şâfiilere göre, ikinci teşehhüd farzdır.

 

Mâlikîler, her iki teşehhüdün de sünnet olduğu görüşündedirler.

 

Haneliler de, Zahiri rivayete göre her iki ka'dede teşehhüd okumak va­ciptir.Bazı rivayetlerde ilk ka'dede, teşehhüdün sünnet ikincide vâcip olduğu söylenmiş ise de, sahih olan her iki ka'dede de vacip olduğudur.

 

Halebî, Münye Şerhi'nde vâciperi sayarken, "teşehhüd okumak da on­lardandır. Çünkü, ilk ve son ka'delerde teşehhüd vaciptir" der.

 

Hidâye sahibi de Bâbu sucûdi's-sehv (sehv secdesin)de her iki teşehhü­dün vacip olduğunu ihsas ettirerek ka'delerden birinde teşehhüdü terkedene sehv secdesini gerekli görmüştür. Sünnetin terkinden dolayı sehv secdesi lâ­zım olmadığına göre teşehhüdün vacip olduğu ortaya çıkmış olur.

 

Ka'delerde okunacak teşehhüdün lâfızlarında da ihtilâf edilmiştir. As­lında, rivayet edilen lâfızların hangisi okunsa namazın sıhhati için yeterli­dir. Ancak hangisinin daha efdal olduğunda görüş ayrılıkları vardır.

 

Hanefîler ve Hanbelîlerle birlikte fukâhamn cumhuruna göre; İbn Mes'ud' dan nakledilen teşehhüd daha efdaldır. Bu, üzerinde durduğumuz hadisde beyân edilen teşehhüddür. Teşehhüdün sıhhatine dâir bazı rivayetler, yukarıya aktarılmıştır.