ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

İNŞİKAK

16

/

21

فَلَا أُقْسِمُ بِالشَّفَقِ {16} وَاللَّيْلِ وَمَا وَسَقَ {17} وَالْقَمَرِ إِذَا اتَّسَقَ {18} لَتَرْكَبُنَّ طَبَقاً عَن طَبَقٍ {19} فَمَا لَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ {20} وَإِذَا قُرِئَ عَلَيْهِمُ الْقُرْآنُ لَا يَسْجُدُونَ {21}

 

16. O halde (durum) öyle değildir. Andederim şafağa,

17. Geceye ve onun kaplayıp topladığı şeylere,

18. Nuru tamamlandığı zaman aya ki;

19. Mutlaka sizler, biri diğerine mutabık halden hale geçeceksiniz.

20. O halde, onlara ne oluyor; neden iman etmezler;

21. Onlara karşı Kur'an okunduğunda secde etmezler?

 

"O halde, öyle değildir" buyruğundaki: "Değildir" lafzı sıla (fazladan gelmiş ulama lafzı)dır.

 

"Andederim şafağa" güneşin batışı esnasında görülen ve yatsı namazı vakti girinceye kadar devam eden kırmızılığa ...

 

Abdullah b. el-Hakem, Yahya b. Yahya ve onların dışında pek çok sayıda bir kimse, Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Şafak batıdaki kırmızılıktır. Bu kırmızılık gittiği vakit, akşam namazının vakti çıkar ve yatsı namazı vacib olur.

 

İbn Vehb, rivayetle dedi ki; Bana birden çok kişi Ali b. Ebi Talib, Muaz b. Cebel, Ubade b. es-Samit, Şeddad b. Evs ve Ebu Hureyre'den naklen şunu haber verdiler: Şafak kırmızılıktır. Malik b. Enes de böyle demiştir. İbn Vehb'den başkaları, ashab-ı kiramdan Ömer, İbn Ömer, İbn Mesud, İbn Abbas, Enes, Ebu Katade, Cabir b. Abdullah ve İbn ez-Zübeyri; Tabiinden Said b. Cübeyr, İlmu'I-Müseyyeb, Tavus, Abdullah b. Dinar ve ez-Zühri'yi de zikretmektedirler. Fukahadan el-Evzai, Malik. Şafii, Ebu Yusuf Ebu Sevr, Ebu Ubeyd. Ahmed ve İshak da böyle demişlerdir.

 

Bir görüşe göre de bu, beyazlık demektir. Bu açıklama da İbn Abbas, yine Ebu Hureyre, Ömer b. Abdu'I-Aziz, el-Evzai ve kendisinden gelmiş iki rivayetten birisinde Ebu Hanife'den rivayet edilmiştir. Esed b. Amr. Ebu Hanife'nin bu görüşten vazgeçtiğini rivayet etmiştir. Yine İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, Şafaktan kasıt beyazlıktır. Ancak tercih edilen birinci görüştür. Çünkü ashabın, tabiinin ve fukahanın çoğunluğu bu görüştedirler. Diğer taraftan Arap dilinin şahitleri de iştikak ile sünnet de bu görüşün doğruluğuna şahitlik etmektedir.

 

el-Ferra dedi ki; Araplardan birisinin üzerinde boyalı bir elbise hakkında; "bu sanki şafağı andırmaktadır" dediğini duydum. Bu elbise de kırmızı renkte idi. İşte bu, şafağın kırmızılık anlamına geldiğine bir delildir. şair de şöyle demiştir; "Rengi kırmızı, tıpkı şafağın kırmızılığı gibidir."

 

Bir başka Şair de şöyle demiştir: "Kalk ey delikanlı, elin ayağ'ına dolaşmadan yardım et bana, Zamana karşı; içi şafak (gibi kırmızı şarabla) dolmuş bir kase ile,"

Boyamak maksadıyla kullanılan kırmızı çamura (mağra'ya) da şafak denilir.

 

es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: Şafak: gecenin başlangıcından, yatsı vaktine yaklaşıncaya kadar, güneş ışıklarının geriye kalanlarına ve kırmızılığına verilen isimdir. el-Halil dedi ki: Şafak: güneşin batımından yatsı vaktine kadar görülen kırmızılıktır. Bu kırmızılık kayboldu mu, şafak kayboldu, denilir. Diğer taraftan, kelimenin asıl anlamının, bir şeyin ince oluşu ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Mesela: "inceliği dolayısıyla birbirini tutmayan şey" denilir. "Ona şefkat gösterdi" yani ona karşı kalbi inceldi, yumuşadı demektir. "şefkat" de "işfak"den isim olup, kalb inceliği demektir. Şafak da aynı şekildedir. şair de şöyle demiştir:

 

"O benim hayatta kalmamı ister, bense şefkatim dolayısıyla ölümünü isterim. Çünkü ölüm mahremlere gelen en iyi misafirdi!'."

 

O halde "şafak"; güneş ışığının geriye kalan kısımları ve kırmızılığıdır. Sanki bu incelik. güneş ışığından geliyor gibidir. Hukema beyazlığın asla kaybolmadığını (batmadığını) iddia ederler. el-Halil dedi ki: Ben İskenderiye minaresine çıktım, Beyazlığı gözetirdim, onun bir ufuktan bir başka ufuğa gidip geldiğini görmekle birlikte battığını görmedim. İbn Ebi üveys dedi ki: Ben, bu beyazlığın, tan yeri ağarıncaya kadar devam ettiğini gördüm.

 

İlim adamlarımız dedi ki: Onun (beyazlığın) vakti sınırlandırılamadığından ötürü o nazar-ı itibara alınmaz.

 

Ebu Davud'un Sünen'inde en-Numan b. Beşir'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Aranızda yatsı namazının vaktini en iyi bileniniz benim. Peygamber (s.a.v.) bu namazı, ayın üç günlükken batışı vaktinde kılardı. İşte bu bir sınırlandırmadır, bunun hükmü de ismin kapsadığı vaktin ilkine taalluk eder. Sizin bu iddianız birinci fecir (fecr-i kazib) ile çürütülür, denilemez. Çünkü bizlere göre; birinci fecir ile namaz olsun, imsak (oruç başlaması) olsun herhangi bir hüküm taalluk etmez. Çünkü Peygamber (s.a.v.); fecri. hem sözü, hem de fiili ile açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Fecir" böyle demen değildir -ellerini yukarı doğru kaldırdı- fakat fecir böyle demendir -deyip ellerini yaydı.- Buna dair açıklamalar el-Bakara Süresi'nde oruç ayetinde (187. ayet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan tekrar etmenin anlamı yoktur.

 

Mücahid dedi ki: Şafak gündüzün tamamıdır. Çünkü Yüce Allah: "Geceye ve onun kaplayıp topladığı şeylere" diye buyurmuştur.

 

İkrime; gündüzün geri kalan bölümüdür, demiştir.

 

Yine Şafak, bayağı şeylere verilen isimdir. ''Oldukça az bir bağış" denilir. el-Kümeyt şöyle demiştir: "O bütün krallardan işleri daha şerefli ve güzel bir kraldır, elleri; Dilenenler için az vermeksizin adeta (sağılan süt gibi bağışlar) akıtmıştır."

 

"Geceye ve onun kaplayıp, topladığı şeylere!" Topladığı, içinde barındırıp, sardığı şeylere demektir. Asıl anlamı sultanın gazab etmesi, kızıp köpürmesi ile alakalıdır. Eğer Yüce Allah rahmet ve lütfu ile kullarına bunu ihsan etmeseydi, kullar geceyi getiremezlerdi. Fakat o kullarına rahmeti ile tecelli ederek, o rahmeti ile onlara yumuşaklıkla davrandı, yaratıklar da bundan dolayı sükunet buldular, sonra da etrafa kaçışıp dağıldılar, sarılıp sarmalandılar ve içeri doğru çekildiler. Herkes kendi barınağına geri dönüp yalnızlık hissi ile onun dehşetinden sükunete erişti. İşte Yüce Allah'ın şu buyruğu -önceden de geçtiği üzere- bunu anlatmaktadır: "Geceyi ve gündüzü sizin için kendisinde" yani geceleyin "sükun bulasınız ve" gündüzün de "Lütfundan arayasınız diye yaratmış olması onun rahmetindendir.'' (Kasas, 73) O halde gece, gündüzün işleri dolayısıyla etrafa yayılmış olanları bir araya getirir ve birbirine katar, barındırır. İşte İbn Abbas, Mücahid, Mukatil ve başkalarının açıklamalarının ifade ettiği anlam budur.

 

Dabi b. el-Haris el-Burcumi de şöyle demiştir: "Ben ve sizler ve size duyulan özlem Parmak uçlarının yakalıyamadığı bir suyu avuçlayıp, elini kapatan kimseye benzeriz."

 

Şair şunu söylemek: istiyor: Nasıl ki eline su alıp, avucunu kapatan kimsenin elinde su diye bir şey kalmıyorsa, bu hususta da benim elime bir şey geçmiyor.

 

Gece; dağları, ağaçları, denizleri ve yeri örtüp bürüdüğü zaman, bütün bunlar onun için toplanıp bir araya gelmiş olacağından, onları kaplayıp, toplamış olur.

 

"Kaplayıp, toplamak bir şeyi bir şeye katmak" anlamındadır. "Onu topladım, toplarım" denilir. Bir araya getirilmiş çok miktardaki buğdaya "vesk" denilmesi de buradan gelmektedir ki; altmış sa'dır. "Bir araya getirilmiş, toplanmış yiyecek (buğday)'' demektir. "Bir araya gelip, toplanmış develer" anlamındadır. Recez vezninde şair şöyle demiştir:

 

"Bizim; genç, güzel görünümlü beş ve dört yaşında develerimiz vardır. Ve bunlar bir aradadırlar. Keşke onları güdecek birisi bulunsa!"

 

İkrime dedi ki: "Onun kaplayıp, topladığı şeyler" barınacağı yere doğru önüne katıp, götürdüğü herbir şey demektir. O halde "vesk" önüne katıp, kovalamak demektir. O bakımdan kovulup, uzaklaştırılmış deve, koyun ve merkeblere "vesika" denilmesi buradan gelmektedir. şair şöyle demiştir: "İz sürücünün davarların izlerini sürmesi gibi."

 

İbn Abbas'tan rivayete göre; "kaplayıp, topladığı şeyler" örtüp, kapattığı şeyler; ondan gelen başka bir rivayete göre; taşıdığı şeyler demektir. Taşınan herbir şey hakkında: "Onu taşıdım" denilir.

 

Araplar: ''Gözüm su taşıdığı (gördüğü) sürece bu işi yapmam" derler. "Dişi deve gebe kaldı ve rahmini suya karşı kapattı" denilir. Bu durumda olan deveye; (...) denilir. Çoğulu (...) diye gelir. "uyuyan" lafzının çoğulunun; (...) şeklinde; "Arkadaş" lafzının çoğulunun; (...) diye gelmesi gibi. Bişr b. Ebi Hazim dedi ki: "Onlara türkü çağırıp ayrılmadı yanlarından Gebe develer gebe olmayanlardan ayırdedilinceye kadar."

 

Çoğulu aynı şekilde (...) diye de gelir.

 

''Deveye yükünü yükledim" demektir. ''Hurma ağacının taşıdığı meyve yükü çok oldu" demektir.

 

Yeman, ed-Dahhak ve Mukatil b. Süleyman: Taşıdığı karanlık, diye açıklamışlardır. Mukatil dedi ki: Ya da taşıdığı yıldızlar, anlamındadır.

 

el-Kuşeyri dedi ki: "Taşımak"ın anlamı toplayıp, bir araya getirdiği şeyler demektir. Gece, karanlığı ile her şeyi örter. Bunları örtmesi halinde onları "vesk" etmiş olur. Böylece bu buyruk, gece hepsini ihtiva etmiş olduğundan ötürü, bütün yaratılmışlara bir yemin olur. Yüce Allah'ın: "Hayır! Yemin ederim ki gördüğünüz şeylere, görmediğiniz şeylere de." (el-Hakka, 38-39) buyruğu gibidir.

 

İbn Cübeyr dedi ki: "Kaplayıp, topladığı şeyler," onda işlenen ameller demektir. Yani (müminlerin) teheccüd ve seher vakitlerinde mağfiret dilemeleridir. Şair dedi ki:

"Bir gün bizi salih kimseler görürsün, kimi zaman da Sen bizi oldukça kararlı, amel eden bir kimse gibi de görürsün."

 

"Nuru tamamlandığı zaman aya." Yani nuru kemale erip, en mükemmel hale geldiği zaman aya. el-Hasen dedi ki: Tam durgunlaşıp, nuru bir araya geldiği zaman demektir. İbn Abbas: Tam kemale erdiği vakit, Katade: Tam yuvarlak olduğu vakit, diye açıklamışlardır. el-Ferra dedi ki: Ayın nurunun tamamlanması, dolunay olduğu gecelerdeki doluluğu ve mükemmelliği demektir. (Ayet-i kerimedeki lafzıyla) bir araya gelip, toplanmak demek olan: (...)'den "iftial" veznindedir. "Ben onu toplayıp, bir araya getirdim, o da toplandı" denilir. Tıpkı: "Ben onu bitiştirdim, ekledim, o da bitişti, eklendi" demek gibi. ''Filanın işleri doğruluk ve iyilik üzere toplanmış ve böylece düzene girmiştir" demektir. Bir şey ardı arkasına geldiği takdirde; (...) denilir.

 

"Mutlaka sizler, biri diğerine mutabık halden hale geçeceksiniz." Ebu Amr, İbn Mesud, İbn Abbas, Ebu'l-Aliye, Mesruk, Ebu Vail, Mücahid, en-Nehai, eş-Şa'bi, İbn Kesir ve Hamza el-Kisai "mutlaka sizler ... geçeceksiniz" anlamındaki buyruğu Peygamber (s.a.v.)'a hitab olmak üzere; "Mutlaka sen ... geçeceksin" diye okumuşlardır ki; mutlaka ey Muhammed sen, bir halden sonra bir diğer hale geçeceksin, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.

 

eş-Şa'bi dedi ki: Ey Muhammed, sen mutlaka bir semadan sonra bir diğer semaya, bir dereceden sonra bir diğerine Yüce Allah'a yakınlık bakımından bir mertebeden diğerine mutlaka geçeceksin.

 

İbn Mesud dedi ki: Şüphesiz ki sema bir halden sonra bir diğer hale geçecektir, Bununla Yüce Allah'ın semaları nitelendirdiği, yarılıp çatlamak, katlayıp dürmek, kimi zaman erimiş bakır gibi, kimi zaman kırmızı bir sahtiyan gibi oluşu, şeklindeki hallerin birinden diğerine geçeceği kast edilmektedir.

 

İbrahim'den onun da Abdu'l-Ala'dan rivayetine göre; "halden hale" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Sema bir halden sonra bir diğer hale değiştirilir. Abdu'l-Ala dedi ki: Kırmızı sahtiyanı andıran bir gül gibi ve erimiş bir bakır gibi olur.

 

Bir diğer açıklamaya göre: ey insan şüphesiz ki sen bir halden bir diğer hale geçeceksin, Nutfeden sonra alakaya, sonra bir çiğnem ete, sonra canlı bir varlık, sonra ölü zengin ve fakir olacaksın, O halde hitab; "Ey insan, gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp çabalayacaksın" buyruğunda sözü edilen insanadır. Bu da bir cins isimdir, manası insanların tümüdür.

 

Diğerleri ise bütün insanlara hitab olmak üzere "be" harfini ötreli olarak: "Mutlaka sizler ... geçeceksiniz" diye okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bu kıraati tercih etmişlerdir. Ebu Hatim dedi ki: Çünkü buradaki anlamın insanlar ile ilgili olması Peygamber (s.a.v.) ile ilgili olmasından daha uygundur. Zira bu ayet-i kerimeden önce kitabı sağ elinden verilecekler ile kitabı sol tarafından verilecek kimseler sözkonusu edilmiştir. Yani sizler kıyametin şiddetli hallerinden sonra bir başka hale mutlaka geçeceksiniz. Yahutta sizler peygamberlere muhalefet etmek ve onları yalanlamak hususunda, sizden öncekilerin izledikleri yoldan aynen geçeceksiniz, o yolu izleyeceksiniz, demektir.

 

Derim ki: Bunların hepsi de kastedilmiştir. Bu hususta bir takım hadisler de gelmiş bulunmaktadır. (Bk. Kaf, 21. ayetin tefsiri) Hafız Ebu Nuaym, Cafer B. Muhammed B. Ali'den, o Cabir (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasülullah (s.a.v.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz ki Adem oğlu Yüce Allah'ın kendisini nasıl yarattığından yana gaflet içerisindedir. Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah onu yaratmak istediği vakit meleğe: Onun rızkını, eserini (ayak izlerini) ve ecelini yaz. Mutlu mu yoksa bedbaht mı olacağını yaz, Sonra bu melek yukarı çıkar, Allah bir başka melek gönderir, Olgunlaşıncaya kadar bu melek onu muhafaza eder. Sonra Yüce Allah, onun iyilik ve kötülüklerini yazacak iki melek gönderir. Ölüm vakti geldi mi bu iki melek yükselirler. Sonra ona ölüm meleği (selam ona) gelir, ruhunu alır. Kabrine yerleştirildiği vakit tekrar ruh bedenine geri verilir. Sonra ölüm meleği yükselir. Ona kabir melekleri gelir, onu imtihan ederler. Sonra onlar da çıkarlar. Kıyamet koptuğu vakit iyilik meleği ile kötülük meleği onun üzerine iner. Boynunda bağlı bulunan bir kitabı çözel'ler. Sonra da onunla birlikte gelirler. Birisi önden sürücü, diğeri ise şehittir." Sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sen bundan gaflet içinde idin, Şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün gözün pek keskindir." (Kaf, 22) Rasülullah (s.a.v.): "Mutlaka sizler biri diğerine mutabık, halden hale geçeceksiniz." buyruğunu okudu, (Peygamber) buyurdu ki: ''Bir halden sonra bir diğer hale (geçeceksiniz,)" Sonra Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki sizin önünüzde çok büyük bir iş vardır. O büyük olan Allah'tan yardım dileyiniz,"

 

Bu hadis yaratıldığı günden, ölümden sonra diriltileceği zamana kadar insanın karşı karşıya kalacağı bütün halleri kapsamaktadır, Bu hallerin hepsi de zorluktan sonra bir diğer zorluktur. Önce hayat, sonra ölüm, sonra ölümden sonra diriliş, sonra da amellerin karşılıklarının verilmesi .. Bu hallerin her birisinde bir takım zorluklar vardır.

Peygamber (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: "Sizden öncekilerin izinden karış be karış, kulaç be kulaç gideceksiniz, Hatta onlar bir keler deliğine girecek olsalar bile siz de şüphesiz ona gireceksiniz." Ey Allah'ın Resulü, bunlar yahudilerle, hristiyanlar mıdır? diye sordular. Peygamber: "Başka kim olabilir ki?" diye buyurdu. Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir.

 

Müfessirlerin görüşlerine gelince; İkrime: Bir halden sonra bir diğer hale geçeceksiniz. Önceleri süt emerken sütten kesilecek, önceleri gençken yaşlı olacaksınız. Şair şöyle demiştir: "İşte insan böyledir, eceli belli vakte kadar geciktirilecek olursa; O bir hale geçer, ondan sonra da bir başka hal gelir."

 

Mekhul'den şöyle dediği nakledilmiştir: Her yirmi senede bir daha önce olmadığınız bir hal ile karşılaşırsınız. el-Hasen dedi ki: Bir durumdan sonra bir başka durum ile karşı karşıya kalırsınız. Sıkıntıdan sonra bolluk, bolluktan sonra sıkıntı, fakirlikten sonra zenginlik, zenginlikten sonra fakirlik, hastalıktan sonra sağlık, sağlıktan sonra hastalık ...

 

Said b. Cübeyr dedi ki: Bir mevkiden sonra bir diğer mevki(e geçeceksiniz.) Bir takım insanlar dünyada iken aşağı mertebelerde idiler, ahirette yükseleceklerdir. Birtakım kimseler dünyada yüksek mertebede idiler, ahirette alçalacaklardır.

 

Bir diğer açıklamaya göre, bir mevkiden bir diğer mevkie, bir halden bir diğer hale geçeceksiniz. şöyle ki, doğru yol üzere salih olan bir kimsenin bu hali kendisini daha ileri derecede salih olmaya iter. Bozuk yolda olan bir kimsenin bu hali de onu daha ileri derecede fesada götürür. Çünkü herşey kendi şekli üzere cereyan eder, gider.

İbn Zeyd dedi ki: Sizler dünya halinden, ahiret haline geçeceksiniz.

 

İbn Abbas dedi ki: Zorlu ve dehşetli haller kastedilmiştir. Ölüm, sonra diriliş, sonra amellerin sunulması (arz.)

 

Araplar oldukça zorlu ve sıkıntılı bir duruma düşen kimse hakkında: (...) derler. Pek büyük ve zorlu musibet ve sıkıntıya; (...) denilir. Bunun aslı ise bir tür yılandır. Çünkü yılana yuvarlanması dolayısıyla; "Tabak gibi" denilir. Sözlükte "tabak" açıkladığımız gibi hal demektir. el-Akra b. Habis et-Temimi dedi ki: "Ben zamanın iyi kötü her türlü halini denemiş bir kimseyim. Onun bir hali beni bir başkasına sürüklemiştir."

 

Bu durum alemin, hadis (sonradan yaratılmış) olduğuna ve yaratıcının varlığının isbatına dair en açık bir delildir. Hükema şöyle demiştir: Bugün bir halde, yarın bir başka halde olan bir varlığın tedbiri (işlerinin çekilip çevrilmesi)nin başkasına ait olduğu, bilinmelidir. 

 

Ebu Bekr el-Verrak'a şöyle soruldu: Bu alemin bir yaratıcısının olduğunun delili nedir? o: Hallerin birinden diğerine geçirilmesidir. Kuvvetin azlığı, bünyenin zayıflığı, niyetin gerçekleştirilememesi, kararlılığın ortadan kaldırılmasıdır, diye cevap verdi.

 

"Bize insanlardan bir topluluk ve çekirgelerden bir topluluk geldi" denilir. el-Abbas'ın, Peygamber (s.a.v.)'ı överken söylediği: "Sen sulbden rahime intikal edersin Bir alem geçip gitti mi bir tabak (topluluk) ortaya çıkar."

 

Beyitinde insanlardan bir nesli kastetmektedir.

 

Buna göre yeryüzünün "tibak"ı onun dolu olması demek olur. "Tabak" aynı zamanda iki omuru birbirinden ayıran ince bir kemiktir. ''Gecenin büyük bir bölümü ve gündüzün büyük bir bölümü geçti" denilir. "Tabak" lafzı "atbak"ın çoğuludur. O halde bu lafız müşterektir.

 

"Mutlaka sizler ... geçeceksiniz" anlamındaki lafız, nefse hitab olmak üzere, "be" harfi kesreli olarak: ''(Ey nefs) mutlaka sen ... geçeceksin" diye okunduğu gibi, (...): diye "ye" harfi ile de okunmuştur. "Mutlaka insan ... geçecektir" demek olur.

 

"Bir halden" lafzı; ''Bir hale" lafzının sıfatı olarak, nasb mahallindedir. Bu da: "Bir hali aşıp, bir diğer hale (geçeceksiniz) demektir. Yahutta: ''Mutlaka sizler ... geçeceksiniz" lafzındaki zamirinden hal (olarak nasbedilmiştir.) Yani onlar bir hali aşarak, bir diğer hale geçeceklerdir. Ya da insan yahut nefis -kıraatlere göre- bir hali geçip, bir diğer hale geçecektir, demek olur.

 

"o halde onlara ne oluyor, neden iman etmezler." Belgeler onlar için tam anlamıyla açıklık kazanmışken, deliller ortaya konulmuşken, onları iman etmekten alıkoyan şey nedir?

 

Bu, inkar! bir istifhamdır, taaccub ifade ettiği de söylenmiştir. Yani bunca ayet ve belgelere rağmen İmanı terketmeleri dolayısıyla onların bu haline hayret ediniz.

 

"Onlara karşı Kur'an okunduğunda secde etmezler?" Namaz kılmazlar, demektir. Sahih-i Müslim'de şöyle buyurulmaktadır: Ebu Hureyre: "Gök yarılıp çatladığı zaman" (süresin)i okudu ve onda secde yaptı. Bitirdikten sonra onlara Rasülullah (s.a.v.)'ın burada secde ettiğini onlara bildirdi.

 

Malik dedi ki: Bu mutlaka gerekli secdelerden değildir. Çünkü buyruk; onlar amellerini gereği gibi yerine getirmeye kulak asmazlar ve itaat etmezler, demektir.

 

İbnu'l-Arabi dedi ki: Sahih olan ise, bunun yapılması gerekli secdelerden olduğudur. Medineli Maliki alimlerin İmam Malik'ten yaptığı rivayet de bu şekildedir. Dolayısıyla Kur'an ve sünnet bu hususta birbirini desteklemektedir. İbnu'l-Arabi dedi ki: Ben insanlara imamlık yapmaya başlayınca onu okumayı terkettim. Çünkü secde yapacak olursam buna tepki gösterirlerdi, secde etmeyecek olursam bu da benim kusurlu bir davranışım olurdu. Bundan dolayı yalnız başıma namaz kıldığım vakitler müstesna (namazda) onu okumaktan uzak durdum. O doğru sözlünün dediği gibi "marufun münker, münkerin maruf görüleceği bir zaman ..... şeklindeki sözünün tahakkukudur bu. Çünkü Peygamber (s.a.v.), Aişe (r.anha)'ya şöyle demişti: "Eğer senin kavminin küfrü bırakması üzerinden az bir zaman geçmemiş olsaydı, beyti yıkar ve onu İbrahim'in temelleri üzerine yeniden bina ederdim ...

 

(ibnu'l-Arabi devamla dedi ki:) Hocamız Ebu Bekr el-Fihri, rüküa giderken ve rüküdan kalkarken ellerini kaldırırdı. Malik'in ve Şafii'nin görüşü bu olduğu gibi, şia da böyle yapar. Bir gün ders verdiğim yer olan Suğur"deki İbn eş-Şevva karargahında öğle namazında yanıma geldi. Adı anılan karargahtan mescide girdi. Saffın ön taraflarına geçti, ben ise arka taraflarda denize bakan pencerelerde oturuyordum, aşırı sıcaktan dolayı esen rüzgarı teneffüs etmeye çalışıyordum. Benimle birlikte aynı saf ta bahriye kumandanı Ebu Simne arkadaşlarındanbir grub ile birlikte oturmuş namaz vaktini bekliyorlardı. Limanda gidip gelen gemilere bakıyordu. Hocamız ruküa giderken ve ruküdan başını kaldırırken ellerini kaldırınca Ebu Simne ve arkadaşları; Şu meşrıkli kimseyi görmüyor musunuz? Bakın mescide nasıl girmiş? Haydi kalkın onu öldürün ve denize atın, kimse sizi görmüyor. Aklım başımdan gitti ve: Subhanallah! Bu zamanın fakihi et-Turtuşi'dir dedim. Bana: Peki niye ellerini kaldırıyor, diye sordular. Ben: Peygamber (s.a.v.) da böyle yapıyordu. Medinelilerin ondan yaptığı rivayete göre Malik'in görüşü de budur dedim. Onları teskin etmeye ve susturmaya koyuldum. Nihayet namazını bitirdi. Karargahtan onunla birlikte kalkıp, eve gittim. Benim yüzümün değiştiğini görünce tepki gösterdi ve sebebini sordu. Ben de ona durumu bildirdim. Gülerek: Ben nerede, bir sünneti uyguladığım için öldürülmek nerede? dedi. Ben ona: Fakatböyle bir iş yapmak senin için helal değildir. Çünkü sen öyle bir topluluk arasında bulunuyorsun ki, böyle bir sünneti yerine getirecek olursan, senin başına üşüşürler ve belki de kanın boşu boşuna dökülür gider, dedim. Bana: Sen bu sözleri bırak da başka bir konuya geç, dedi.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

İnşikak 22-25

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR