İNSAN 1 / 3 |
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحِيمِ هَلْ أَتَى
عَلَى
الْإِنسَانِ
حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ
لَمْ يَكُن
شَيْئاً
مَّذْكُوراً
{1} إِنَّا
خَلَقْنَا
الْإِنسَانَ
مِن نُّطْفَةٍ
أَمْشَاجٍ
نَّبْتَلِيهِ
فَجَعَلْنَاهُ
سَمِيعاً بَصِيراً
{2} إِنَّا
هَدَيْنَاهُ
السَّبِيلَ إِمَّا
شَاكِراً
وَإِمَّا
كَفُوراً {3} |
1. İnsan
üzerinden öyle uzun bir süre geçti ki; o anılmaya değer bir şey değildi.
2.
Gerçekten Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu sınar dururuz. Bu
nedenle
onu işiten ve gören
yaptık.
3.
Gerçekten Biz ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör olsun.
"İnsan üzerinden
öyle uzun bir süre geçti ki o anılmaya değer bir şey değildi"
buyruğundaki: "mi" lafzı (muhakkaklık ve kesinlik anlamını ifade
eden): (...) anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kisai, el-Ferra ve Ebu Ubeyde
yapmıştır. Sibeveyh'ten de bunun bu anlama geldiği nakledilmiştir.
el-Ferra dedi ki: Bu
edat inkar anlamını da ifade eder, haber anlamını da ifade eder. Burada haber
türündendir, çünkü sen: ''Sana verdim mi" derken karşındakine, o kimseye o
şeyi verdiğini söyletmek istersin. İnkar anlamı ise: "Kimsenin böylesine
gücü yeter mi?" gibi ifadelerde kullanılır.
Bunun istifham (soru
sormak) konumunda olduğu da söylenmiştir. "Geçti" anlamındadır.
Burada "insan"dan kasıt Adem (a.s)'dır. Bu açıklamayı Katade,
es-Sevri, İkrime ve es-Süddi yapmıştır. Bu açıklama İbn Abbas'tan da rivayet
edilmiştir.
"öyle uzun bir
süre" buyruğu hakkında, Ebu Salih'in rivayetine göre, İbn Abbas şöyle
demiştir: Ona ruh üflenmeden önce ve o Mekke ile Taif arasında bırakılmış
olduğu halde, üzerinden kırk yıl geçti. Yine İbn Abbas'tan, ed-Dahhak'ın
rivayetine göre, şöyle demiştir: Adem çamurdan yaratıldı. Bu şekilde kırk yıl
kaldı, sonra kokuşmuş bir balçık halinde kırk yıl kaldı. Sonra ses veren
kurumuş çamur olarak kırk yıl kaldı. Böylelikle yüzyirmi yıl sonra onun hilkati
tamamlanmış oldu.
İbn Mesud ek olarak
şöyle demektedir: O kırk yıl süreyle toprak olarak kaldı. Yüzaltmış yıl sonra
hilkati tamamlandı, sonra da ona ruh üflendi.
Burada sözü edilen;
''Süre"nin miktarının bilinmediği de söylenmiştir. Yine bu açıklama İbn
Abbas'tan nakledilmiş olup, bunu el-Maverdi zikretmiştir.
"Anılmaya değer bir
şey değildi" buyruğu hakkında ed-Dahhak, İbn Abbas'tan şöyle dediğini
nakletmektedir: Yani semada da, yeryüzünde de (anılmaya değer değildi,)
Bir diğer açıklamaya
göre, o suret ve şekil verilmiş, toprak ve çamur halinde anılmaz, tanınmaz, adı
nedir, ondan maksat nedir, bilinmez bir ceset halinde idi. Daha sonra ona ruh
üflendi ve anılmaya değer bir şeyoldu. Bu açıklamayı el-Ferra, Kutrub ve Saleb
yapmıştır.
Yahya b. Sellam dedi ki:
Her ne kadar Allah nezdinde anılan bir varlık idiyse de yaratıklar arasında
anılan bir şey değildi.
Buradaki
"anmak"ın haber vermek anlamında olmadığı da söylenmiştir.
Çünkü, Rabbin varlıklara
dair haber vermesi kadimdir. Aksine burada "anma" değer, şeref, kadir
ve kıymet anlamındadır. Mesela; "filan kişi anılan bir kimsedir"
derken, onun şerefi, kadru kıymeti vardır, demektir. Nitekim Yüce Allah da:
"Muhakkak o sana ve senin kavmine bir zikir (bir anış yani bir
şeref)dir." (ez-Zuhruf, 44) diye buyurmaktadır. Buna göre buyruk şu
anlamdadır: İnsanın üzerinden yaratılmışlar nezdinde herhangi bir değeri, bir
kıymeti bulunmayan bir zaman geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra Yüce Allah, meleklere
Adem'i halife olarak yaratacağını bildirip, ona göklerin, yerin ve dağların
yüklenmekten aciz kaldığı emaneti yükleyince, herkese üstün ve herkesten
faziletli olduğu ortaya çıktı ve böylece anılmaya değer bir varlık oldu.
el-Kuşeyri dedi ki:
özetle; o her ne kadar Allah için anılmaya değer bir varlık idi ise de,
yaratılmışlar için anılmaya değer bir varlık değildi.
Muhammed b. el-Cehm,
el-Ferra'dan: " ... bir şey değildi" buyruğu hakkında: O, bir şey
idi, ama anılan (anılmaya değer) bir şey değildi, dediğini nakletmektedir.
Bir takım kimseler de
şöyle demiştir: Nefy, ''şey" ile alakalıdır. Yani uzun birtakım süreler
geçtiği halde Adem yaratılmışlar arasında anılan bir şey değildi. Çünkü Yüce
Allah, yaratıkların türleri arasında en son olarak onu yaratmıştır. Olmayan bir
varlık ise, üzerinden bir zaman geçinceye kadar hiçbir şey değildir. Buyruğun
anlamı da şudur: Onun üzerinden pek çok zamanlar geçtiği halde Adem bir şey de
değildi, yaratılmış da değildi. Yaratılmışlardan herhangi birisi tarafından
anılan bir varlık da değildi.
Katade ve Mukatil'in
açıklamasının anlamı da budur. Katade şöyle demiştir: İnsan son olarak
yaratıldı. Şanı Yüce Allah'ın insandan sonra yarattığı bir tür olduğunu
bilmiyoruz.
Mukatil de şöyle
demiştir: İfadede takdim ve tehir vardır. İfadenin takdiri şöyledir: İnsanın
anılmaya değer bir şeyolmadığı bir süre geçti mi (geçmiştir). Çünkü Yüce Allah,
bütün canlılardan sonra onu yaratmış, ondan sonra herhangi bir canlı varlık
yaratmış değildir.
"İnsan üzerinden
öyle uzun süre geçti ki" buyruğundaki "insan" ile Adem'in
soyundan gelen insan türünün kastedildiği ve buradaki "süre"nin
insanın, annesinin karnında hamilelik süresi olan dokuz aylık süre olduğu da
söylenmiştir. İnsan "anılmaya değer bir şey değildi." Çünkü bu dönemde,
kan emen bir sülük ve bir çiğnem et gibi idi. Çünkü insan bu haliyle önemi
olmayan, cansız bir varlık gibidir.
Ebu Bekr (r.a) bu ayeti
okuyunca: Keşke bitmiş olsaydı da sınanmasaydık, demiştir. Yani keşke Adem'in
üzerinden geçen ve anılmaya değer olmayan süre bu haliyle bitip, gitmiş olsaydı
da onun soyundan kimse gelmeseydi ve onun soyundan gelenler sınanmasaydı.
Ömer b. el-Hattab (r.a)
bir adamı "insan üzerinden öyle uzun bir süre geçti ki o anılmaya değer
bir şey değildi" ayetini okurken işitmiş ve: Keşke bu süre de bitmiş
olsaydı, demiştir.
"Gerçekten Biz,
insanı" -görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın- Adem oğlunu "karışık
bir nutfeden" damlayan bir sudan yani meniden ... (yarattık). Belirli bir
kabta bulunan az miktardaki herbir suya "nutfe" denilir. Nitekim
Abdullah b. Revaha kendi kendisine sitem ederken şöyle demiştir: "Ne
oluyor bana ki, (nefsim) senin cennetten hoşlanmadığını görüyorum Sen bir
kırbadaki bir damla sudan başka bir şey misin?" Çoğulu: (...) ile (...)
diye gelir.
"Karışık" demek
olup, bunun tekili: (...) ile (...) şeklinde gelir. "Dost"
kelimesinin tekilinin; (...) ile (...) şekillerinde gelmesi gibi. şair Ru'be de
şöyle demektedir:
"(O dişi develer)
çabuk çıkartılan ve çok ses çıkartan herbir (yavruyu) dışarı atıyorlar
Henüz deri
giydirilmemiş, karışıkbir kan içinde olduğu halde."
"Bunu buna
karıştırdım" denilir. Bu şekilde karıştırılana:
(...) ile (...) denilir.
Tıpkı: (...) ile "Karışık, karışmış" gibidir. el-Müberred dedi ki:
(...)'in tekili (...)'dir. "Karıştırdı, karıştırır" diye kullanılır.
Burada nutfenin kana
karışması kastedilmektedir. eş-Şemmah dedi ki: "Etrafı kapalı karın
boşluğu bir süreye kadar sakladı Süzülmesi oldukça hakir olan karışık (bir
nutfe)yi."
el-Ferra dedi ki:
"Karışık"dan kasıt, erkeğin suyu ile kadının suyunun kan ve kan emici
sülük gibi (alaka)nın karışımıdır. İşte bundan dolayı karıştırılan bir şeye:
(...) denilir. Bu da aynı anlamda: (...) demek gibidir. Yine böyle bir şeye:
(...) denilir ki, bu da (...) gibidir.
İbn Abbas (r.a)'dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Karışık" beyazdaki kırmızılık,
kırmızılıktaki beyazlık demektir, Bu da dilcilerin pek çoğunun tercih ettiği
bir açıklamadır. el-Hüzeli (ed-Dahil ünvanlı Züheyr b. Haram) şöyle demektedir:
"Sanki (ona attığım
okun) tüyleri ve okun arkasında olup da yayın kirişine yerleşen kısmına
Kan ve su karışımı
bulaşmış gibi,"
Yine İbn Abbas'tan şöyle
dediği nakledilmiştir: Erkeğin katı ve beyaz olan suyu, kadının sarı ve ince
olan suyuna karışır ve her ikisinden çocuk yaratılır. Sinir, kemik ve güç
türünden ne varsa o erkeğin suyundandır. Et, kan ve saç iSe kadının
suyundandır. Bu husus merfu olarak da rivayet edilmiştir ki; bunu da el-Bezzar
zikretmiştir,
İbn Mesud'dan rivayet
edildiğine göre; nutfenin karışıklığı mudğa (bir çiğnem et)in damarları
demektir. Yine ondan gelen rivayete göre (bu) iki ayrı renkteki erkeğin suyu
ile kadının suyu demektir,
Mücahid dedi ki: Erkeğin
nutfesi beyaz ve kırmızı, kadının nutfesi ise yeşil ve sarıdır.
İbn Abbas dedi ki: İnsan
çeşitli renklerden (türlerden) yaratılmıştır. O (önce) topraktan yaratıldı,
sonra fercin ve rahimin suyundan yaratıldı. Bu ise nutfedir, sonra alaka, sonra
mudga (bir çiğnemlik et), sonra kemik, sonra da et olur. Katade de buna yakın
bir açıklama yapmıştır: Bundan maksat yaratılışın merhaleleridir. Bir
merhaleden sonra alaka (sülük gibi kan emen bir kan parçası) aşaması, bir
çiğnemlik et ve kemik aşaması gelir, sonra da kemiklere et giydirdi. Tıpkı
el-Mu'minun Suresi'nde buyurulduğu gibi: "Andolsun ki Biz insanı süzülmüş
bir çamurdan yarattık ... " (el-Mu'minun, 12)
İbnu's-Sikkit dedi ki:
(...)'den kasıt "karışık şeyler"dir, çünkü nutfe çeşitli türlerin
karışımıdır. İnsan o nutfeden farklı tabiatlara sahib olarak yaratılmıştır.
Meani bilginleri de şöyle
demiştir: Bu lafız, çoğul olmakla birlikte, tekil anlamındadır. Çünkü
"nutfe"nin sıfatıdır. Nitekim: ''Ondalık tencere ve eskimiş
elbise" demek de bu kabildendir.
Ebu Eyyüb el-Ensari'den
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yahudilerden bir ilim adamı Peygamber (s.a.v.)
gelip şöyle dedi: Bana erkeğin suyu ile kadının suyu hakkında haber ver.
Peygamber şöyle buyurdu: "Erkeğin suyu beyaz ve katı, kadının suyu sarı ve
incedir. Eğer kadının suyu üste çıkarsa kadın dişi doğurur, eğer erkeğin suyu
üste çıkarsa kadın erkek doğurur." Bunun üzerine o ilim adamı: Allah'tan
başka hiçbir ilah olmadığına ve senin Allah'ın Rasülü olduğuna şahitlik ederim,
dedi. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Süresi'nde
geçmiş bulunmaktadır.
"Onu sınar, dururuz."
İmtihan ederiz. Biz, onda sınama)'ı, imtihan etmeyi takdir ederiz, diye de
açıklanmıştır.
Ne ile sınandığı
hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre; Biz onu hayır ve şer ile sınar
dururuz, demektir. Bu açıklamayı el-Kelbi yapmıştır.
ikinci görüşe göre, Biz,
onun rahatlık ve bolluk zamanında şükrünü, darlık ve sıkıntılı zamanlarında da
sabrını sınarız. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.
"Onu sınar,
dururuz." Onu mükellef kılarız diye de açıklanmıştır. Bunun da iki şekilde
açıklaması vardır. Birincisine göre, yarattıktan sonra onu amel ile (sınarız)
demektir. Bu açıklamayı Mukatil yapmıştır. ikincisine göre ise; itaat ile
emrolunup, masiyetlerin kendisine yasaklanması için din ile (sınanır).
İbn Abbas'tan rivayet
edildiği ne göre; "onu sınar dururuz" hayır ve şer ile onu sınayalım
diye ardı arkasına hilkatlerden, yaratılışlardan geçiririz, demektir.
Muhammed b, el-Cehm,
el-Ferra'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Anlamı Allahu a'lem şöyledir:
"Biz, onu" sınayalım diye "işiten ve gören yaptık." O halde
bu (sınama) anlam itibarı ile sonradan gelmekle birlikte, ifade olarak takdim
edilmiştir.
Derim ki: Çünkü sınama
ancak yaratılışın tamamlanmasından sonra gerçekleşebilmektedir.
"Bu nedenle onu
işiten ve gören yaptık" buyruğu Biz ona kendisi ile hidayeti işiteceği bir
kulak, kendisi ile hidayeti göreceği bir göz verdik, demektir.
"Gerçekten Biz ona
yolu gösterdik." Ona hidayet ve sapıklık yollarını, hayrı ve şerri
peygamberleri göndermek suretiyle açıkladık ve tanıttık. O bakımdan o iman etti
ya da küfre saptı. Yüce Allah'ın: "Ve biz ona iki de yol gösterdik,"
(Beled, 10) buyruğuna benzemektedir.
Mücahid dedi ki: Yani
biz ona bedbahtlığa ve mutluluğa giden yolu açıklayıp, gösterdik. ed-Dahhak,
Ebu Salih ve es-Süddi şöyle demiştir: Burada "yol" dan kasıt,
rahimden çıkmasıdır. Tabiatı gereği ve mükemmel aklı sayesinde görebildiği
faydaları ve zararlarıdır, diye de açıklanmıştır.
"İster şükredici
olsun, ister nankör." Yani o bunlardan hangisini yaparsa yapsın, Biz, ona
gerekli açıklamaları yapmış bulunuyoruz.
Kufeli nahivciler dedi
ki: (Buyrukta yer alan): ''ister" lafzıOln bünyesindeki: (...); burada
ceza (şart ın cevabı) hükmündedir. (...) ise fazladan gelmiştir. Yani:
"Biz, ona yolu açıklamış bulunuyoruz. Eğer şükrederse (mükafat görür)
yahut nankörlük ederse (ceza görür)" demektir, el-Ferra da bu açıklamayı
tercih etmiş olmakla birlikte Basralılar bunu kabul etmezler. Çünkü onlara göre
şart edatı, daha sonrasında fiil takdir edilmedikçe isimlerin başına gelmez.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Biz, ona doğru yolu gösterdik. Yani bu hususa dair delilleri
ortaya koymak suretiyle ona tevhid yolunu açıkladık. Sonra Biz, onun için
hidayeti yaratacak olursak, o da hidayet bulur ve iman eder. Eğer onu
tevfikimize mazhar kılmazsak kafir olur. Bu da bir kimseye: "Ben sana öğüt
verdim, istersen kabul et, istersen terket'" demeye benzer ki bu:
"İstersen" (derken haşa fe harfi getirmek) anlamındadır fakat
"fe" söylenmeyip hazfedilmektedir. "İster nankör olsun"
buyruğu da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Ona yolu
gösterdim" denilebildiği gibi (harf-i cer kullanarak) (...)" de (...)
de denilebilir. Bu husus daha önceden Fatiha Süresi'nde (6. ayetin tefsirinde)
ve başka yerlerde (mesela, el-Bakara, 2. ayet, 3. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
Yüce Allah, burada
"şükredici (şakir)" ile "nankör (kefür)"u birlikte
zikrettiği halde, her ikisinin de mübalağa anlamını ihtiva etmeleri açısından
ortak vezinleri olan "şekur" ile "kefur" şekillerini bir
arada zikretmemiştir. Buna sebep, şükürde mübalağanın (aşırılığın) sözkonusu
olmayacağını, buna karşılık bunun küfürde sözkonusu olacağını anlatmaktır.
Çünkü Yüce Allah'a gereği gibi şükür sözkonusu değildir. Bundan dolayı şükürde
mübalağa mevzu bahis olmaz; fakat küfürde (ve nankörlükte) mübalağa
sözkonusudur. Bundan dolayı, insan üzerindeki nimetlerin çokluğu dolayısıyla
onun şükrü azdır, ona yapılmış olan ihsanlarla birlikte az gibi görünse dahi,
küfrü (ve nankörlüğü) ise pek çoktur. Bu açıklamayı el-Maverdi nakletmiştir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN