NECM 1 / 10 |
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحِيمِ وَالنَّجْمِ
إِذَا هَوَى {1}
مَا ضَلَّ
صَاحِبُكُمْ
وَمَا غَوَى {2}
وَمَا
يَنطِقُ عَنِ
الْهَوَى {3}
إِنْ هُوَ
إِلَّا
وَحْيٌ
يُوحَى {4}
عَلَّمَهُ
شَدِيدُ
الْقُوَى {5} ذُو مِرَّةٍ
فَاسْتَوَى {6}
وَهُوَ
بِالْأُفُقِ
الْأَعْلَى {7}
ثُمَّ دَنَا
فَتَدَلَّى {8} فَكَانَ
قَابَ
قَوْسَيْنِ
أَوْ
أَدْنَى {9} فَأَوْحَى
إِلَى
عَبْدِهِ
مَا أَوْحَى {10} |
1.
Battığı zaman yıldıza andolsun ki:
2.
Arkadaşınız asla sapmadı, batıla da yönelmedi.
3. O,
kendi hevasından bir söz söylemez.
4. O
bildirilen bir vahiyden başkası değildir.
5. Ona
çetin güçler sahibi öğretti.
6. O,
büyük bir güce sahiptir. Hemen asıl şeklinde doğruluverdi.
7 Ve o en yüksek ufukta idi.
8. Sonra
yaklaşıp sarktı.
9.
Böylece iki yay kadar veya daha da yaklaştı;
10.
Kuluna vahyettiğini vahyetti.
"Battığı zaman
yıldıza andolsun ki" buyruğu hakkında İbn Abbas ve Mücahid şöyle
demişlerdir: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki" buyruğu, tan yeri
ile birlikte batan Süreyya yıldızına andolsun ki, demektir. Süreyya yıldızı,
her ne kadar sayıca birçok yıldız olmakla birlikte Araplar Süreyya'ya bir
yıldızmış gibi adını verirler. Denildiğine göre o yedi yıldızdan oluşan bir
topluluktur. Bunların altısı görünür, bir tanesi ise gizlidir. İnsanlar onu
görüp görmemekle görme kuvvetlerini sınarlar. Kadı Iyad'ın eş-Şıfa adlı
eserinde belirtildiğine göre Peygamber (s.a.v.) Süreyya (ülker) yıldızında
onbir yıldız görürdü.
Yine Mücahid'den
nakledildiğine göre: İndiği zaman Kur'an'a andolsun ki, demektir. Çünkü Kur'an
da nücum halinde (kısım kısım, parça parça anlamında ve aynı zamanda yıldızlar
demektir) inerdi. el-Ferra da böyle demiştir. Yine ondan nakledildiğine göre;
semadaki bütün yıldızların battığı zamanını kastetmektedir. Bu el-Hasen'in de
görüşüdür. O şöyle demektedir: Yüce Allah battığı zaman yıldızlara yemin
etmektedir. Çoğul anlamı olmakla birlikte, tekillafız ile ifade edilmesi
anlatım üslubuna aykırı değildir. Nitekim çoban şöyle demiştir:
"Yıldız(lar)ı
(yansıttığından ötürü) o dopdolu tencerede sayarak geceyi geçirdi, Yiyenlerin
elinde çabukça donuveren (o yemeğin tenceresinde)."
Ömer b. Ebi Rabia da
şöyle demektedir: "Semadaki yıldız(lar)ın en güzeli Süreyya yıldızıdır,
Süreyya ise yeryüzünde kadınların en güzelidir."
Yine el-Hasen şöyle
demektedir: Burada "yıldız"dan kasıt, kıyamet gününde yıldızların
döküleceği vakittir. es-Süddı de şöyle demektedir: Burada "yıldız"dan
kasıt Zühre (venüs) yıldızıdır. Çünkü Araplardan bir topluluk bu yıldıza ibadet
ediyorlardı.
Bununla kastedilenin
şeytanların kendileriyle taşlandığı yıldızlar olduğu da söylenmiştir. Bunun
sebebi de şudur: Yüce Allah Muhammed (s.a.v.)'ı peygamber olarak göndermeyi
murad edince doğumundan önce yıldızlar çokça dökülmeye başladı. Ondan dolayı
Araplar oldukça korktular ve kendilerine kehanette bulunan gözleri kör bir
kahinin yanına koştular. O da onlara olaylar hakkında haber veriyordu. Bu olay
hakkında da ona soru sormaları üzerine o: Oniki burca bir bakınız. Eğer bu
burçlardan birisi düşmüşse dünyanın sonu geldi, demektir. Eğer onlardan hiçbir
şey düşmemişse dünyada çok büyük bir iş meydana gelecek demektir. Bunun üzerine
dikkatle olayları incelemeye koyuldular. Rasulullah (s.a.v.) peygamber olarak
gönderilince, işte uyarılıp dikkat kesildikleri büyük iş o oldu. Yüce Allah da:
"Battığı zaman
yıldıza andolsun ki" diye buyurdu. Yani o batan yıldız, işte bu ortaya
çıkan peygamberlik dolayısıyla batmıştır.
Buradaki
"yıldız"dan kastın sapı, gövdesi olmayan bitki olduğu da
söylenmiştir. "Kayması" ise yerin üzerine düşmesi demektir.
Cafer b. Muhammed b. Ali
b. el-Hüseyn (Allah onlardan razı olsun) dedi ki: "Yıldıza andolsun"
buyruğunda Muhammed (s.a.v.)'ı kastetmektedir. "Battığı zaman" da
Mirac gecesi semadan yere indiği zaman demektir.
Urve b. ez-Zübeyir
(r.a)'dan rivayete göre Ebu Leheb'in oğlu Utbe, Rasulullah (s.a.v.)'ın kızı ile
evli idi. Şam'a gitmek istedi. Andolsun Muhammed'e gidip ona eziyet edeceğim,
dedi. Yanına varıp: Ey Muhammed ben "battığı zaman yıldızı, yaklaşıp
sarkanı inkar ediyorum" dedi, sonra da Resulullah (s.a.v.)'ın yüzüne
tükürdü, kızını boşayıp ona gönderdi. Rasulullah (s.a.v.) da: "Allah'ım
Sen bunun üzerine yırtıcı hayvanlarından birisini musallat et." diye
bedduda etti.
Bu esnada Ebu Talib de
orada bulunuyordu. Bu duadan endişeye kapıldı ve: Ey kardeşimin oğlu, sen bu
duayı yapmayabilirdin dedi. Utbe babasına gidip, ona durumu haber verdi. Sonra
da Şam'a çıktılar, bir yerde konakladılar. Oradaki manastırdan bir rahip
onların yanına gelip:
Burası yırtıcı hayvanı
çok olan bir yerdir, dedi. Ebu Leheb arkadaşlarına: Ey Kureyş topluluğu bu gece
siz bizi koruyunuz. Çünkü ben Muhammed'in yaptığı bedduanın oğlumu tutacağından
korkuyorum, dedi. Bunun üzerine develerini toplayıp etraflarında çöktürdüler ve
özellikle Utbe'yi gözetlemeye koyuldular. Bir arslan gelip onların yüzlerini
koklamaya başladı ve nihayet Utbe'ye bir darbe indirip onu öldürdü. Hassan da
şöyle demiştir: "Bu sene kimisi ailesinin yanına dönse bile, Yırtıcı
hayvanın yediği kimse geri dönemez."
Aslında
("yıldız" anlamı verilen): "Çıkmak, doğmak" demektir.
Mesela "Diş çıktı", "Filan kişi filan ülkede çıktı" yani sultana
baş kaldırdı, denilir.
("Battı"
anlamı verilen): "İnmek ve yere düşmek" demektir. Kullanım şekli
itibariyle: "İndi, iner, inmek" diye kullanılır ve "Gitti,
gider, gitmek" fiilinin kullanımına benzer. Şair Züheyr şöyle demektedir:
"O develeri, çakılı bol ve yürünmesi zor yüksekçe yerlere çıkardı ve onlar
yıkılıyordu, Tıpkı halatlarla aşağı sarkıtılan kovanın düşmesi gibi."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Bizler Belakis el-Kaa' denilen yerde iken Hızlı gidiyorken;
develer de alabildiğine iniyorken Seni hatırladım da kalbime bir düşünce
saplandı Gevşetti gücümü artık, yoluma devam edemedim."
el-Esmai dedi ki: üstün
ile "Yukarıdan aşağıya doğru düştü, düşer" demektir. "Geceleyin
yürüyüşüne devam etti" anlamındadır. (...) ile (...) aynı anlamda iki ayrı
söyleyiştir. İşte şair bu iki söyleyişi de şu beyitinde birarada kullanmış
bulunmaktadır: "Nice konak yeri vardır ki, ben olmasaydım sen oradan aşağı
düşerdin, Dağın en yüksek tepesinden bütünüyle düşen bir şeyin düşüşü
gibi."
Sevgi ve muhabbeti
anlatmak için de esreli olarak: "Sevdi, sever, sevmek" denilir.
"Arkadaşınız asla
sapmadı" buyruğu yeminin cevabıdır. Yani Muhammed (s.a.v.) haktan uzak
düşmedi, ondan başka bir tarafa sapmadı.
"Batıla da
yönelmedi." buyruğundaki fiilin mastarı: (...): Doğrunun zıttı"
demektir.
O sapkın bir kimse
olmadı. Batıl bir söz söylemedi, diye de açıklanmıştır. İstediğinden mahrum
düşmedi diye de açıklanmıştır. "Mahrum kalmak, zarara uğramak"
demektir. Şair şöyle demiştir: "Kim bir hayır görse; över insanlar onun
durumunu, Kim de istediğini elde edemezse, hüsranından dolayı kınayıcısız
kalmaz." Yani istediğini elde
edemeyen kimseyi insanlar kınar.
Diğer taraftan bu
buyruğun vahiyden sonraki durumu haber vermek mahiyetinde olması mümkün olduğu
gibi, genel olarak bütün halleri hakkında haber vermek mahiyetinde de olabilir.
Yani o her zaman için Allah'ı tevhid eden birisi idi. Yüce Allah'ın:
"Kitabın da) imanın da ne olduğunu bilmezdin.'' (eş-Şura, 52) buyruğunu
açıklarken, eş-Şura Suresi'nde belirttiğimiz gibi doğru olan da budur.
"O kendi hevasından
bir söz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir" buyruğuna
dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
1- Peygamberin
Söyledikleri:
2- Resulullah
(s.a.v.)'in İctihadı:
1- Peygamberin Söyledikleri:
"O kendi hevasından
bir söz söylemez" buyruğu hakkında Katade şöyle demiştir: O Kur'an'ı kendi
hevasından söylemez. "O" kendisine "bildirilen bir vahiyden
başkası değildir."
Bir başka açıklama da
şöyledir: "Kendi hevasından", hevası ile konuşmaz, demektir. Bu
açıklamayı Ebu Ubeyde yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Sen bunu bir bilene
sor.'' (el-Furkan, 59) buyruğunun, onun hakkında sor anlamında olması gibidir.
en-Nehhas dedi ki:
Katade'nin açıklaması daha uygundur ve bu durumda: " ... 'dan" gerçek
anlamı ile kullanılmış olur. Yani onun söyledikleri, onun öz görüşünden
değildir. Söyledikleri ancak Yüce Allah'tan bir vahiy ile ortaya çıkar. Çünkü
bundan sonra "o bildirilen bir vahiyden başkası değildir" diye
buyurulmaktadır.
2- Resulullah (s.a.v.)'in
İctihadı:
Rasulullah (s.a.v.)'ın
karşı karşıya kaldığı olaylar hakkında ictihad etmesinin caiz olmadığını
söyleyenler bu ayet-i kerimeyi delil gösterebilirler. Yine bu ayet-i kerimede
sünnetin de amel bakımından tıpkı Allah tarafından indirilmiş vahiy gibi
olduğuna delalet vardır. Bu hususa dair el-Mikdam b. Madi Kerib'in rivayet
ettiği hadis bu kitabımızın "Mukaddime'' sinde ("Kitabın sünnet ile
açıklanması bu husustagelen rivayetler'' başlığı altında) açıklanmış
bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.
es-Sicistanı dedi ki:
Arzu edilirse: "O bildirilen bir vahiyden başkası değildir" buyruğu,
"Arkadaşınız asla sapmadı" buyruğundan bedel de kabul edilebilir.
Ancak İbnu'l-Enbarı
şöyle demektedir: Bu yanlıştır. Çünkü: "Değildir" lafzının
"nun"unun şeddesiz hali, olumsuz (...)'dan bedel olamaz. Buna delil
de bir kimsenin -Allah'a yemin ederim ben kalkmadım, ben ancak oturuyorum
anlamında: (...) diyemeyeceğidir.
"Ona çetin güçler
sahibi öğretti." el-Hasen'in dışında diğer müfessirlerin görüşlerine göre
maksat Cebrail (a.s)'dır. el-Hasen ise; bu Yüce Allah'tır demiştir. Onun bu
görüşüne göre: "O büyük bir güce sahibtir" buyruğunda ifade tamam
olmaktadır. Bu da güç sahibi anlamındadır ve "kuvvet" Yüce Allah'ın
sıfatlarındandır. Buyruğun asıl anlamı, halatı ileri derecede bükmekten
gelmektedir. Bükmek adeta çözülmesi oldukça zor olacak şekilde en ileri
dereceye ulaşıncaya kadar devam ettirilmiş gibi bir mana ifade eder.
Daha sonra Yüce Allah:
"Hemen asıl şeklinde doğruluverdi" diye buyurmaktadır. Burada da Yüce
Allah'ı kastetmiş olur. Yani Yüce Allah Arşın üzerinde istiva etti. Bu
anlamdaki bir açıklama el-Hasen'den rivayet edilmiştir.
er-Rabi' b. Enes ile
el-Ferra da şöyle demişlerdir: "Hemen asıl şeklinde doğruluverdi ve o en
yüksek ufukta idi." Yani Cebrail ve Muhammed -ikisine de selam olsun-
doğruluverdiler. Bu da: "O" zamiri ile gizli ve merfu bulunan zamire
atıf olunduğunu kabul etmeye binaen böyle bir anlam kazanır. Fakat Arapların
çoğu böyle bir yerde atıf yapmak istediklerinde ma'tufun-aleyhin (yani üzerinde
atıf yapılanın) zamirini açığa çıkartır ve: "O ve filan istiva etti"
derler. "(O) ve filan istiva etti" şeklinde kullanımları çok azdır.
el-Ferra şu beyiti zikretmektedir: "Kayın ağacının değneğinin gittikçe
sağlamlaştığını görmez misin? Onun hiçbir zaman ufalıp giden sütleğen otuna
denk olmadığını da."
"O ve sütleğen otu
bir olmaz" demektir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın: "Biz ve
babalarımız toprak olduktan sonra mı?" (en-Neml, 67) buyruğu da buna
benzemektedir.
Bu da: "Biz toprak
olduktan sonra biz ve atalarımız da mı. .. " anlamındadır.
Ayete gelince:
"Cebrail'in kendisi ve Muhammed -ikisine de selam olsun- İsra gecesinde o
en yüksek ufukta doğruldular" demek olur. (el-Rabi' ile el-Ferra'nın)
zamire atıf yapılmasını caiz kabul etmesi tekrarlanmaması içindir. Ancak
ez-Zeccac şiirdeki zaruret müstesna bunun caiz olduğunu kabul etmemektedir.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Cebrail o en yüksek ufukta doğruluverdi. Bu daha güzel bir
manadır. Doğruluveren Cebrail ise o takdirde "o büyük bir güce
sahiptir" buyruğu onun vasfı hakkında olup onu güzel bir konuşma sahibi
olmakla nitelendirmektedir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Katade ise: O
uzun ve güzel bir yaratılışa sahiptir demektir, demiştir. Sağlıklı bir beden ve
her türlü kusurdan uzak bir yapıya sahip anlamında olduğu da söylenmiştir.
Peygamber (s.a.v.)'in: "Sadaka zengin, güçlü ve azaları yerli yerinde,
sağlam hiçbir kimseye helal değildir." buyruğu da bu kabilden olur.
İmruu'l-Kays de şöyle
demiştir: "Aralarında her zaman bir çare sahibi idim Yaratılışı sapasağlam
ve işlerinde güvenilir bir kişi idim."
"O büyük bir güce
sahiptir" buyruğunun büyük güç ve kuvvet sahibi demek olduğu söylenmiştir.
el-Kelbi dedi ki: Cibril (a.s)'ın gücünün bir parçası da onun Lut kavminin
şehirlerini yerin en alt tabakasındaki köklerinden söküp, bunları kanatları
üzerine alıp, semaya kadar yükseltmesi, sema da bulunanların köpeklerinin
ulumalarını, horozlarının ötüşmelerini işitecekleri bir noktaya kadar
çıkarttıktan sonra altüst etmesidir. Yine onun ileri derecedeki gücünün bir
göstergesi de şudur: O İblisi Arz-ı mukaddesin bir yerinde İsa (a.s) ile
konuşurken görmüş, kanadıyla ona hafifçe dokunmakla Hind'de en uzak bir dağa
kadar atmıştır. Yine çokluklarına ve sayıca kalabalık olmalarına rağmen, Semud
kavmine bir çığlık atması üzerine, onların sönmüş bir ateş gibi hareketsiz,
dizleri üzerine çöküvermiş hale gelivermeleri de onun gücündendir. Semadan
peygamberlere inip yine oraya göz açıp kırpmaktan daha hızlı bir zamanda
yükselmesi de onun gücündendir.
Kutrub dedi ki: Araplar
sağlam görüşlü, üstün akıllı her kimseye "Büyük bir güç sahibi"
derler. Şair de şöyle demiştir: "Sizlerle karşılaşmadan önce ben sağlam
bir görüş sahibi ve akıllı birisi idim, Benimle davalaşan, tartışan herkesin
tartıldığı bir terazisi vardır, bende"
Cebrail'in isabetli
görüşü ve sağlam aklının bir göstergesi olarak; Yüce Allah bütün peygamberlere
gönderdiği vahyine onu emin kılmıştır.
el-Cevheri dedi ki: (...)
İnsandaki tabiatın dört temel unsurundan birisidir. Aynı zamanda bu güç ve
sağlam akıl anlamına da gelir. "Sağlam akıl sahibi, güçlü adam"
demektir. Şair şöyle demiştir: "Sen oldukça cılız bir adam görür ve onu
küçümsersin Fakat o elbiselerin içinde son derece güçlü bir arslan
bulunur."
Lakit dedi ki:
"Nihayet eğriliğe rağmen sağlam kararını verdiğinde, Gerçekten kararı
sağlamdı, ne dilinde tutukluk vardı, ne de yumuşak ve zelildi."
Mücahid ve Katade de:
"O büyük bir güce sahiptir" buyruğunu büyük kuvvet sahibi diye
açıklamışlardır. Hufaf b. Nedbe'nin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:
"Ben büyük güç sahibi bir kimseyim, beni (hayatta) bırak Musibetlere karşı
duranlar arasında ve ben sapasağlamım."
O halde kuvvet, güç hem
Yüce Allah'ın sıfatlarındandır, hem de yaratılmışların sıfatlarındandır.
"Hemen asıl şekilde
doğruluverdi." Önceden açıkladığımız gibi kasıt Cebra il (a.s)dır. Yani
Muhammed (s.a.v.)'a öğrettikten sonra semada bir yere doğru yükseldi. Bu
açıklamayı Said b. el-Müseyyeb ile İbn Cübeyr yapmıştır.
"Doğruluverdi"
buyruğunun, Yüce Allah'ın kendisini yaratmış olduğu aslı suretinde dikiliverdi,
anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü Cebrail, Peygamber (s.a.v.)'a diğer
peygamberlere geldiği şekilde, Ademoğulları suretinde geliyordu. Peygamber
(s.a.v.) ondan Yüce Allah'ın yaratmış olduğu şekilde kendisine görülmesini
istedi. O da Hazreti Peygambere iki defa asıl suretinde göründü. Birisinde
yerde, birisinde de semada idi. Yerdeki görünmesi en yüksek ufukta olmuştu.
Peygamber (s.a.v.)'da Hira dağında idi. Cebrail doğu tarafından ona göründü ve
doğudan batıya kadar yeri kapattı. Peygamber (s.a.v.) da baygın yere düştü.
Ademoğulları suretinde onun yanına indi ve onu bağrına bastı. Yüzünden toprağı
silmeye koyuldu. Peygamber (s.a.v.) kendisine geldiğinde: "Ey Cebrail! Ben
Yüce Allah'ın böyle bir surette bir kimseyi yaratmış olduğunu
düşünememiştim." dedi. Cebrail: Ey Muhammed! Ben sadece kanatlarımdan
ikisini açtım. Benim herbiri doğu ile batı arasındaki mesafe genişliğinde olan
altıyüz tane kanadım var. Peygamber: "Bu pek büyük bir şeydir"
deyince, Cebrail şöyle dedi: Halbuki ben Yüce Allah'ın yarattığı diğer şeylere
göre ancak çok küçük bir yaratık kalıyorum. Yüce Allah İsrafil'i altıyüz
kanatlı olarak yaratmıştır. O kanadın herbiri benim bütün kanatIarım kadardır.
O bile bazan Yüce Allah'ın korkusundan küçük bir kuş kadar oluncaya kadar
küçülür.
Bunun delili de Yüce
Allah'ın: ''Andolsun ki o kendisini apaçık ufukta görmüştür. "(et-Tekvir,
23) buyruğudur. Peygamber Efendimizin Cebrail'i sema da görmesi ise
Sidretu'I-Münteha yakınında olmuştur. Peygamberler arasında onu bu surette
Muhammed (s.a.v.)'dan başkası görmüş değildir.
Üçüncü bir görüşe göre
"hemen doğruluverdi" buyruğu Kur'an onun göğsünde dosdoğru bir
şekilde yerleşti, anlamındadır. Bu görüş de iki şekilde açıklanır. Birincisi
Kur'an'ı Muhammed'in üzerine indirdiği zaman Cebrail'in göğsünde doğruluverdi.
İkincisi de Cebrail, üzerine indiği zaman Muhammed'in göğsünde doğruluverdi.
Dördüncü bir görüşe göre
"hemen doğruluverdi" buyruğu ile kastedilen Muhammed (s.a.v.)'dır. Bu
da iki şekilde açıklanır: Birincisine göre; o güç ve kuvvetinde mutedil oldu.
İkincisine göre ise, risaletinde mutedil oldu demektir. Bu iki görüşü
el-Maverdı zikretmiştir.
Derim ki: Birinci görüşe
göre ifade: "O büyük bir güce sahiptir" buyruğunda ifade tamam
olmaktadır. İkincisine göre ise ifade: "çetin güçler sahibi"
buyruğunda tamam olmaktadır.
Beşinci bir görüşe göre
bu, hemen yükseliverdi anlamındadır. Bu da iki türlü açıklanır. Birincisi Cebrail
(a.s) az önce sözünü ettiğimiz üzere mekanına yükseldi, ikincisine göre de
Peygamber (s.a.v.) miraç ile yükseldi.
Altıncı bir açıklama
şekline göre "hemen doğruluverdi" buyruğundan kasıt, Yüce Allah'tır.
Yani o -el-Hasen'in görüşüne göre- Arşın üzerine istiva etti, demektir. Bu
hususta ki açıklamalar daha önce el-Araf Süresi'nde (54. ayetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Ve o en yüksek
ufukta idi." cümlesi hal konumundadır. Yüksek olarak doğruluverdi,
anlamındadır. Bu da Cebrail, gerçek sureti ile yükseğe doğru doğruldu,
demektir. Daha önce belirttiğimiz gibi, onu bu şekliyle görmek isteğini
belirtinceye kadar, Peygamber (s.a.v.) bundan önce bu sureti üzere onu
görmemişti.
Ufuk; semanın bir
tarafıdır, çoğulu "afak" diye gelir.
Katade dedi ki: Ufuk
güneşin doğduğu yerdir. Süfyan da böyle demiştir: ufuk güneşin doğduğu yerdir.
Buna benzer bir rivayet de Mücahid'den nakledilmiştir. Bu lafız "ufk"
ve "ufuk" şeklinde söylenir. "Zorluk" anlamında "usr"
ile "usur" demek gibi. Bu daha önce "Ha, Mim. es-Secde" de
(Fussilet, 53. ayette) geçmiş bulunmaktadır. "Göz kamaştırıcı bir at"
derken bu lafız ötreli okunur. Dişisi hakkında da böyle denilir. Şair şöyle
demektedir: "Saçlarımı tarıyor, eteklerimi çekiyorum Silahlarımı ise koyu
kırmızı bir at taşıyor."
Buradaki "ve
o" lafzındaki zamir ile Peygamber (s.a.v.)'ın kastedildiği, "en
yüksek ufuk" buyruğu ile de İsra gecesinin kastedildiği söylenmiş ise de
zayıf bir görüştür, Çünkü: (...): O ve filan kişi doğruldu" denilir ama
-aynı anlamda olmak üzere-; şiir de zaruret hali olmadıkça; (...) denilmez.
Doğrusu doğruluverenin
Cebrail (a.s) olduğudur ve o sırada Cebrail en yüksek ufukta asli suretinde
görünmüştü, Çünkü Cebrail vahiy için indiğinde Peygamber (s.a.v.)'a bir adam
suretine bürünüyordu, Peygamber (s.a.v.) onu gerçek suretinde görmek isteyince,
o da doğu ufkunda doğruluverince ufku doldurdu.
"Sonra yaklaşıp
sarktı." Yani Cebrail yeryüzünün en yüksek ufkunda doğruluverdikten sonra
yaklaştı "ve sarktı." Peygamber (s.a.v.)'in üzerine vahyi indirdi.
Yani Peygamber (s.a.v.) onun azametini görüp de bu husus kendisini dehşete
düşürünce, Yüce Allah, Peygamber (s.a.v.)'e vahiy getirmek üzere yaklaştığında
Cebrail'i tekrar bir insan suretine döndürdü. İşte Yüce Allah'ın "kuluna
vahyettiğini vahyetti" buyruğu bunu anlatmaktadır.
Yani Yüce Allah
Cebrail'e vahyetti ve o sırada Cebrail "böylece iki yay kadar veya daha da
yaklaştı." Bu açıklamayı İbn Abbas, el-Hasen, Katade, er-Rabi' ve
başkaları yapmıştır.
Yine Yüce Allah'ın:
"Sonra yaklaşıp, sarktı" buyruğu hakkında İbn Abbas'tan gelen
rivayete göre anlamı şudur: Şanı Yüce Allah Muhammed (s.a.v.)'e "yaklaşıp,
sarktı." Buna yakın bir rivayeti Enes b. Malik, Peygamber (s.a.v.)'den
nakletmektedir. Onun emri ve hükmü peygambere yaklaştı; demektir.
"Sarkma"nın
asıl anlamı bir şeye doğru ona yaklaşıncaya kadar inmek demektir. Burada bu
lafız "yakınlaşmak" yerinde kullanılmıştır. Şair Lebid şöyle
demektedir: "Geri dönüp üstüne sarktım O sırada yerin üzerinde de
karanlığın dipleri vardı."
el-Ferra'nın kanaatine
göre de: "Sarktı" lafzındaki "fe" harfi, "vav"
anlamındadır. İfade de: "Sonra Cebrail sarktı ve yaklaştı"
takdirindedir. Şu kadar var ki; eğer iki fiilin anlamı bir veya bir gibi
olursa, arzu edilen fiil öne alınır ve mesela: "Yaklaştı ve yaklaştı"
denilirken (aynı anlamdaki) bu iki fiilden istediğimizi öne alabiliriz. "
(...): Bana hakaret etti ve kötülük etti" ya da "bana kötülük etti ve
hakaret etti" demek de böyledir. Çünkü hakaret etmek ve kötülük etmek aynı
şeydir. Nitekim Yüce Allah'ın: "O saat (kıyamet) yaklaştı ve ay yarıldı.
" (el-Kamer, 1) buyruğunda da böyledir. Anlam ise -Allahu alem-: Ay
yarıldı ve kıyamet yaklaştı, anlamındadır. el-Cürcani: dedi ki: İfadede takdim
ve tehir vardır. Sarktı ve sonra yaklaştı, demektir. Çünkü sarkmak, yaklaşmanın
sebebidir. İbnu'l-Enbari'de şöyle demiştir: Sonra Cebrail sarktı yani semadan
indi ve Muhammed (s.a.v.)'e yaklaştı.
İbn Abbas dedi ki:
Refref, Miraç gecesinde Muhammed (s.a.v.)'e doğru sarktı, onun üzerine oturdu.
Sonra yükseltildi ve Rabbine yaklaştı. Bu ileride gelecektir.
Anlamın, Muhammed en
yüksek ufukta bulunuyor iken Cebrail doğruluverdi, şeklinde olduğunu
söyleyenler şunu da söyleyebilmektedirler: Sonra Muhammed Rabbine şanını
yükseltmek anlamı ile yaklaştı ve sarktı, yani secdeye kapandı. Bu da
ed-Dahhak'ın görüşüdür.
el-Kuşeyri dedi ki: Buna
göre "Sarktı"; "Nazlandı" anlamındadır. Bu da (...)'ın;
"Zan etti" anlamında kullanılmasına benzer. Ancak bunun böyle olması
uzak bir ihtimaldir. Çünkü "nazlanmak" kulluk sıfatları arasında beğenilen
bir nitelik değildir.
"Böylece iki yay
kadar veya daha da yaklaştı." Yani Muhammed, Rabbine ya da Cebrail'e
"iki yay kadar" yaklaştı. İki Arap yayı kadar demektir. Bu açıklamayı
İbn Abbas, Ata ve el-Ferra yapmışlardır.
ez-Zemahşeri dedi ki: Şayet
Yüce Allah'ın: "Böylece iki yay kadar ... yaklaştı" buyruğunun
takdiri nasıldır? diye sorulacak olursa, şöyle deriz: Onun yakınlık mesafesinin
miktarı iki yay gibi idi. Burada bu muzaflar hazfedilmiştir. Ebu Ali, şairin:
"Ve o beni Cezime'den bir parmak kadar mesafede tuttu." mısraını, bir
parmak mesafesi kadar tuttu, anlamındadır diye açıklaması buna benzer.
"Veya daha da
yaklaştı." ifadesi de sizin takdirinize göre bu kadar yaklaştı demektir.
Yüce Allah'ın: "Veya daha fazlasına." (es-Saffat, 147) buyruğunda
olduğu gibi.
es-Sıhah'ta da şöyle
denilmektedir: "İkisi arasında bir yay miktarı kadar uzaklık vardır"
demektir. Zeyd b. Ali de: "Kadar" diye okumuştur. Aynı zamanda: (...)
ile (...) diye de okunmuştur. Bunu da ez-Zemahşeri zikretmiştir.
"Yayın tutulduğu
yer ile kirişinin bağlandığı yer arasındaki mesafe" demektir. Herbir yayın
bu şekilde iki yeri bulunmaktadır.
Kimisi de Yüce Allah'ın:
"İki yay kadar" buyruğu hakkında; Yüce Allah bununla: "Bir yayın
kirişinin bağlandığı iki nokta"yı murad etmiştir, demiştir. Ancak burada
tesniye yapılan kelime kalbolmuştur. (Birinci kelimede tesniye takısı gelmesi
gerekirken, ikinci kelimeye getirilmiştir.)
Hadis-i şerifte de şöyle
buyurulmuştur: "Sizden herhangi birinizin cennette bir yay mesafesi kadar
veya bir kamçısı kadar bir yeri dünyadan ve dünyadaki herşeyden hayırlıdır.''
Sahih te de Ebu
Hureyre'den şöyle dediği zikredilmektedir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
"Sizden herhangi birinizin cennetteki bir yaylık mesafesi, dünyadan ve
onun içindeki herşeyden hayırlıdır." Burada yayın misal verilmesi mesafe
itibariyle farklı olmadığından dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kadı Iyad dedi ki: Şunu
bil ki, Yüce Allah'a izafe edilen yaklaşmak ve yakınlık herhangi bir şekilde
mekan yaklaşması ya da mesafe yakınlığı değildir. Peygamber (s.a.v.)'ın Rabbine
yaklaşıp yakınlaşması onun mevkiinin büyüklüğünü açığa çıkarmak, rütbesinin
şerefini yüceltmek, marifet nurlarını, aydınlığını etrafa göstermek, gayb ve
kudretinin sırlarını müşahede etmesini sağlamaktır. Yüce Allah'ın ona
yakınlaşması ise ona bir lütuftur, ona ünsiyettir, ona huzur vermektir,
ikramdır. Peygamber (s.a.v.)'ın "Rabbimiz dünya semasına iner. ''
şeklindeki ifadeleri de bu şekillerden birisi ile yorumlanır. Bu da icmal,
kabul ve ihsan nüzulüdür.
Kadı (Iyad) dedi ki:
Yüce Allah'ın: "Böylece iki yay kadar veya daha da yaklaştı"
buyruğuna gelince, zamirin Cebrail'e değil de Yüce Allah'a ait olduğunu kabul
edenlerin görüşüne göre bu yaklaşmanın en ileri derecesini, mekanın lütfunu,
marifetini izah edilmesini ifade eden bir tabirdir. Muhammed (s.a.v.)'ın gerçek
anlamı ile gözetildiğini, onun arzusunun kabul edildiğini, isteklerinin yerine
getirildiğini, ona lütfun açığa çıkarıldığını, makamının yakınlığını, Yüce
Allah'a yaklaşmışlığını ifade eder. Bu hususta yapılan tevil Peygamber
(s.a.v.)'ın: "Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşınm.
Bana yürüyerek gelene Ben koşarak gelirim. '' ifadeleri gibi tevil edilir ki;
bu da duanın kabul edilmesi anlamında bir yakınlık, ihsanın gelmesi ve
umulanların acilen verilmesi anlamındadır.
Şöyle de açıklanmıştır:
"Sonra" Cebrail Rabbine "yaklaştı ... böylece iki yay kadar veya
daha da yaklaştı." Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Buna rivayet edilen şu
hadis delil teşkil eder: "Melekler arasında Yüce Allah'a en yakın olan
Cebrail (a.s)'dır."
Bir açıklamaya göre de
"ev: Veya" burada "vav: Ve" anlamındadır. Yani iki yay
kadar ve daha da yakın oldu demek olur. Bunun: "Hatta" anlamında
olduğu da söylenmiştir. Hatta daha da yakın ... demek olur.
Said b. el-Müseyyeb dedi
ki: (...): Arap yayının yay sahibinin omuzuna attığı taraf olan ve kirişinin
bağlandığı üst tarafıdır. Herbir yayın da (bu durumda) tek bir "kab"ı
(yani kirişi) olur. Bu buyruk Cebrail (a.s)'ın, Muhammed (s.a.v.)'a iki yayın
kirişi kadar yakınlaşmış olduğunu haber vermektedir.
Said b. Cübeyr, Ata, Ebu
İshak el-Hemdan), Ebu Vail ve Şakik b. Seleme de şöyle demişlerdir:
"Böylece iki yay kadar ... yaklaştı." İki arşın kadar demektir. Çünkü
"kavs" kendisiyle herşeyin ölçüldüğü zira' (arşın) demektir. Ayrıca
bu bazı Hicazlıların da söyleyişidir. Bunun Ezdi şenuelilerin söyleyişi olduğu
da söylenmiştir.
el-Kisai de şöyle
demiştir: Yüce Allah'ın: "Böylece iki yay kadar veya daha da
yaklaştı" buyruğu ile tek bir yayı kastetmiştir. Şairin şu beyitinde
olduğu gibi: "Çok uzak, oldukça yüksek ve bitkisi bulunmayan iki geçit Ben
onu tek bir yolla aşıp geçtim, iki yolla değil." Şair burada tek bir
geçiti kastetmektedir.
"Yay" hem
müzekker, hem müennes kullanılır. Müennes kullananlar bunun küçültme ismini
yaparken: "Yaycık" derler. Müzekker kabul edenler de: (...) derler.
Darb-ı meselde de: "O en hayırlı yaycıktan bir oktur" denilmektedir.
Çoğulu (...) şekillerinde gelir.
Ebu Ubeyde şu mısraı
zikretmektedir: "Ve o neşeli kimseler yaylara kiriş taktılar."
Aynı zamanda:
"Kabta geriye kalan kuru hurma" demektir. "Kavs: Yay"
semadaki burçlardan birisidir. Ötreli olarak (...) ise rahibin manastırı
demektir. Şair bir kadından sözederken şöyle demektedir: "Elbette beni ve
hatta manastırda iki yün elbise giyeni fitneye düşürür."
"Kuluna
vahyettiğini vahyetti." buyruğu ile ona indirilen vahyin şanının büyüklüğü
anlatılmaktadır. Vahyin ne demek olduğu daha önceden açıklanmıştır. Vahiy bir
şeyi hızlıca bırakmak demektir. "Çabuk olun, çabuk olun" tabiri de
buradan gelmektedir. Yani Yüce Allah kulu Muhammed (s.a.v.)'a vahyettiği
şeyleri vahyetti.
Anlamın:
"Kuluna" Cebrail (a.s)'a "vahyettiğini vahyetti" şeklinde
olduğu da söylenmiştir. Cebrail, Allah'ın kulu Muhammed (s.a.v.)'a Rabbinin
kendisine vahyettiği şeyleri vahyetti, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu
açıklamayı er-Rabi', el-Hasen, İbn Zeyd ve Katade yapmıştır. Katade dedi ki:
Allah Cebrail'e
vahyetti, Cebrail de Muhammed'e vahyetti.
Şöyle denilmiştir: Acaba
buradaki vahiy müphem midir? Bundan dolayı biz ona muttali olamamakla birlikte
genel olarak ona iman etmemiz istenmekle bizim ibadetimizin taleb edildiği bir
husus mudur? Yoksa bilinen ve tefsir olunmuş (açıklaması yapılmış) bir husus
mudur? Bu hususta iki görüş vardır. Said b. Cübeyr ikinci görüşü kabul etmiş ve
şöyle demiştir: Yüce Allah, Muhammed'e: Ben seni yetim bulup sonradan seni
barındırmadım mı? Seni şaşkın bulup sonradan seni doğruya iletmedim mi? Seni
fakir bulup, ihtiyaçtan kurtarmadım mı? "Biz senin için göğsünü yarmadık
mı? üzerindeki -sırtına pek ağır gelen- yükünü kaldırmadık mı? Senin şanını
yükseltmedık mi'' (İnşirah, 1-4) diye buyurmuştur.
Bir diğer açıklamaya
göre: Yüce Allah ona: Ey Muhammed, cennet sen oraya girinceye kadar bütün
peygamberlere senin ümmetin de oraya girinceye kadar bütün ümmetlere yasaktır,
diye vahyetti.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN