ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

SAD

34

/

40

وَلَقَدْ فَتَنَّا سُلَيْمَانَ وَأَلْقَيْنَا عَلَى كُرْسِيِّهِ جَسَداً ثُمَّ أَنَابَ {34} قَالَ رَبِّ اغْفِرْ

لِي وَهَبْ لِي مُلْكاً لَّا يَنبَغِي لِأَحَدٍ مِّنْ بَعْدِي إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ {35}

فَسَخَّرْنَا لَهُ الرِّيحَ تَجْرِي بِأَمْرِهِ رُخَاء حَيْثُ أَصَابَ {36} وَالشَّيَاطِينَ

كُلَّ بَنَّاء وَغَوَّاصٍ {37} وَآخَرِينَ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ {38} هَذَا

عَطَاؤُنَا فَامْنُنْ أَوْ أَمْسِكْ بِغَيْرِ حِسَابٍ {39} وَإِنَّ لَهُ عِندَنَا لَزُلْفَى وَحُسْنَ

مَآبٍ {40}

 

34. Andolsun Biz Süleyman'ı imtihan ettik ve bu sebeple tahtı üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o (pişman olup) döndü.

35. Dedi ki: "Rabbim, bana mağfıret buyur ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir mülk ver bana! Çünkü Sen bol bol ihsan edersin."

36. Biz de, emriyle yumuşak olarak istediği yere akıp giden rüzgarı emrine verdik;

37. Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıçları da.

38. Zincirlerle bağlanmış olan diğerlerini de.

39. "İşte bu Bizim hesapsız bağışımızdır. Artık ister ver, ister vermeyip tut."

40. Şüphesiz onun yanımızda yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.

 

"Andolsun Biz Süleyman'ı imtihan ettik" buyruğu ile ilgili olarak denildiğine göre Süleyman hükümdarlığından yirmi yıl sonra imtihan edildi. İmtihanından sonra yirmi yıl daha hükümdarlık yaptı. Bunu ez-Zemahşerı zikretmektedir.

 

"imtihan ettik" sınadık ve cezalandırdık anlamındadır. Bunun sebebi Said b. Cübeyr'in İbn Abbas'tan yaptığı şu rivayette zikredilmektedir. İbn Abbas dedi ki: Süleyman (a.s)'ın huzuruna iki kesim davacı olarak geldi. Bunlardan birisi Süleyman'ın hanımı Cerade'nin yakınları idi. O da bu hanımını çok seviyordu. Hükmün onların lehine çıkmasını arzu etti. Sonra da aralarında hak ile hüküm verdi. İşte bu arzusu dolayısı ile ceza olsun diye başına gelenler geldi.

 

Said b. el-Museyyeb dedi ki: Süleyman (a.s) üç gün süreyle insanların arasına çıkmayıp saklandı. İnsanlar arasında hüküm vermedi ve hiçbir mazlumun zalimdeki hakkını almadı. Yüce Allah kendisine şunu vahyetti: "Ben kullarımdan perdeler arkasında saklanasın diye seni halife yapmadım. Onlar arasında hüküm veresin ve zulme uğramış olanın hakkını veresin diye halife yaptım."

 

Şehr b. Havşeb ile Vehb b. Münebbih dedi ki: Süleyman (a.s), Saydun diye bilinen denizdeki adalardan bir adaya yaptığı gazada bir kralın kızını esir aldı. Bu kızı sevdi, fakat o ondan yüz çeviriyordu. Ancak farkettirmeden ona bakıyordu. Çok nadir onunla konuşuyordu. Babasına kederinden dolayı da gözyaşları bir türlü dinmiyordu. Son derece güzeldi. Sonraları Süleyman'dan görsün diye babasının sureti gibi kendisine bir heykel yapmasını istedi. O da böyle bir heykel yapılmasını emretti, bu kız heykeli tazim etti ve ona secde etti. Cariyeleri de onunla birlikte heykele secde ettiler. Böylelikle kendisinin haberi olmadan evinde ibadet edilen bir put oldu. Nihayet kırk gün geçti. Buna dair haberler İsrailoğulları arasında yayıldı, Süleyman da bunu öğrenince o putu kırdı ve yaktı. Sonra da denize savurdu.

 

Denildiğine göre Süleyman, adı -ez-Zemahşerı'nin naklettiğine göre- Cera de olan Saydun kralının kızını esir alınca, o kızı beğendi. Ona müsIüman olmasını teklif etti, kabul etmedi. Onu korkuttuysa da kız: İstersen beni öldür, müslüman olmam, dedi. Müşrik olduğu halde o kızla evlendi. Yakuttan bir putu vardı, bu puta müslüman oluncaya kadar Süleyman'dan habersiz kırk gün süreyle ibadet etti. Süleyman da kırk gün mülkü elinden alınmak suretiyle cezalandırıldı.

 

Ka'b el-Ahbar dedi ki: Süleyman atları öldürmek suretiyle zulmedince müIkü elinden alındı.

el-Hasen de dedi ki: O ay halinde veya bir başka durumda hanımlarından birisine yaklaştı.

Bir başka görüşe göre ona ancak İsrailoğullarından olan bir kadınla evlenmesi emredildiği halde o İsrailoğullarından olmayan bir kadın ile evlendi. Bundan dolayı cezalandırıldı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

"Ve bu sebeple tahtı üzerine bir ceset bırakmıştık" buyruğu ile ilgili olarak tefsir bilginlerinin çoğunun kabul ettiği görüşe göre, bir şeytan bırakıldı. Allah bu şeytanı Süleyman (a.s.)'a benzetti. Bu şeytanın adı denizlerin sorumlusu olan Sahr b. Umeyr idi. Beytu'I-Makdis'in yapılması emrini verdiğinde Süleyman'a elması bildiren odur. Demir ile işlendiklerinden taşlar ses çıkarıyordu. Bu sefer elması aldılar ve elmas ile taşları, kıymetli taşları ve diğerlerini -sesleri duyulmaksızın- kesmeye başladılar.

 

İbn Abbas dedi ki: Bu bütün şeytanların güç yetiremedikleri azgın birisi idi. Hileleri Davüdoğlu Süleyman'ın yüzüğünü ele geçirinceye kadar yapıp durdu. Süleyman helaya yüzüğü ile birlikte girmezdi. Sahr, Süleyman suretinde geldi ve Süleyman'ın hanımlarından birisinden yüzüğü aldı. Bu hanım Emine diye bilinen ve Süleyman'dan çucuğu olmuş bir cariye idi. Bunu Şehr ile Vehb söylemiştir.

 

İbn Abbas ve İbn Cübeyr (kadının) adının Cerade olduğunu söylemişlerdir. Bu şeytan kırk gün süre ile Süleyman'ın yerine hükümdarlık yaptı. Süleyman ise kaçmış idi. Nihayet Yüce Allah yüzüğü ve hükümdarlığı ona geri çevirdi.

 

Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Süleyman yüzüğünü yatağının altına bırakmıştı, şeytan da onu oradan almıştı. Mücahid dedi ki: şeytan Yüzüğü Süleyman'ın elinden almıştı. Çünkü Süleyman adı Asaf olan şeytana: İnsanları nasıl saptırıyorsunuz? diye sormuştu. Şeytan da ona: Bana yüzüğünü ver, sana bildireyim dedi. Süleyman ona yüzüğünü verdi. şeytan yüzüğü alınca, Süleyman'ın tahtına onun suretine kendisini benzeterek oturdu. Hanımlarının yanına girmeye, çıkmaya başladı. Haksızca hükümler veriyor, doğru olmayan şeyleri emrediyordu.

 

Ancak Süleyman'ın hanımlarına yaklaşıp yaklaşmadığı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbas ile Vehb b. Münebbih'den nakledildiğine göre hanımlarına ay hali oldukları sırada yaklaşıyordu. Mücahid ise: Onlara yaklaşmaktan alıkonulmuştu, demiştir.

 

Böylece Süleyman'ın mülkü elinden alındı. Deniz kıyısına kaçıp gitti ve insanlara misafir olmaya başladı. ücret karşılığı balıkçıların balıklarını taşıyordu. İnsanlara kendisinin Süleyman olduğunu söylediği vakit yalancı olduğunu söylüyorlardı. Katade dedi ki: İsrailoğulları şeytanın verdiği hükümleri ve yönetimini uygun bulmamaya başladığında Süleyman bir balıkçıdan bir balık aldı. Bunu yiyeyim diye kendisine verilmesini istediği de söylenmiş ise de İbn Abbas: Balık taşıma karşılığında ona ücret olarak verilmişti, demiştir.

Yine denildiğine göre Süleyman'ın kendisi bu balığı avlamıştı. Balığın karnını yarınca yüzüğünü içinde buldu. Bu ise mülkünün elinden alınmasından kırk gün sonra olmuştu. Bu kırk gün evinde puta ibadet edilen süre sayısınca idi. Yüzüğü balığın karnında bulmasının sebebi ise, yüzüğü almış olan o şeytanın yüzüğü denize atmış olması idi.

 

Ali b, Ebi Talib (r.a) dedi ki: Süleyman denizin kıyısında yüzüğü ile oynamakta iken yüzüğü elinden denize düştü. Onun hükümdarlığı yüzüğünde idi,

 

Cabir b, Abdullah da dedi ki: Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Davud oğlu Süleyman'ın yüzüğündeki yazı "la İlahe illallah Muhammedu'r-Resülullah 'tı. "

 

Yahya b, Ebi Amr eş-Şeybani'nin naklettiğine göre Süleyman yüzüğünü Askalan'da buldu, Oradan Beytu'I-Makdis'e kadar -Yüce Allah'a karşı tevazu olmak üzere- yürüyerek gitti,

 

İbn Abbas ve başkaları da dedi ki: Yüce Allah Süleyman'a mülkünü geri verince, yüzüğünü almış olan Sahr'ı yakaladı. onun için bir kaya oydu, onu o kayaya sokup bir başka kaya ile ağzını kapattı. demir ve kurşun ile de onu sağlam bir şekilde kaynattı. Yüzüğü ile o kayayı mühürledi ve denize attı. Kıyamet gününe kadar burada hapis kalacaksın, dedi,

 

Ali (r.a) dedi ki: Süleyman yüzüğünü alınca, şeytanlar, cinler, insanlar, kuşlar, yabani hayvanlar ve rüzgar hep ona doğru gelmeye başladı. Ailesi arasında kalmış olan şeytan ise kaçtı, denizdeki bir adaya vardı. Diğer şeytanları onun peşinden salmak istedi, onlar: Onu ele geçiremeyiz, fakat o yedi günde bir adadaki bir pınara gelir. Sarhoş olmadıkça da onu ele geçiremeyiz, dediler. Bunun üzerine Süleyman o pınarın suyunu çekti, yerine şarab akıttı. Şeytan o pınara geldiği gün şarap akmakta olduğunu gördü. Allah'a yemin ederim sen güzel bir içeceksin, şu kadar var ki sen akıllı kimsenin aklını başından alır, cahilin cahilliğini arttırırsın, dedi, Daha sonra oldukça susamış olarak tekrar oraya geldi, aynı sözlerini söyledi, Sonra oradan içti ve aklı başından gitti, Ona yüzüğü gösterdiler, o da dinleyip itaat ederek geliyorum dedi, O şeytanı alıp Süleyman'a getirdiler. Onu zincire vurdu ve bir dağ'a gönderdi, Dediklerine göre bu da Duman dağıdır. Yine dediler ki: Sizin o gördüğünüz duman onun nefesindendir, o dağdan çıkan su da onun sidiğindendir,

 

Mücahid dedi ki: O şeytanın adı Asaf idi.

 

es-Süddi de adı: Babakik idi, der, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Ancak bu görüş, şeytanın peygamberlerin suretine giremeyeceği belirtilerek zayıf kabul edilmiştir. Diğer taraftan Süleyman ülkesinin insanlarının şeytanı Süleyman'la karıştırmaları ve gerçekte şeytan ile birlikte batıl içinde oldukları halde, peygamberleri ile beraber hakkın içinde bulunduklarını sanacak kadar Süleyman ile şeytanı biribirlerinden ayırdedemeyecek hale gelmeleri, imkansız bir şeydir.

 

Bir diğer açıklamaya göre sözü edilen "ceset" Süleyman'ın bir çocuğudur.

Bu dünyaya geldiğinde şeytanlar bir araya toplandılar ve birbirlerine: Onun bir oğlu yaşayacak olursa, içinde bulunduğumuz bu bela ve bu angaryadan asla kurtulamayız. Gelin onun bu oğlunu öldürelim yahutta aklını başından alalım, dediler. Süleyman durumu öğrendi ve rüzgara emir vererek çocuğunu bulutların üzerine taşıdılar. Şeytanların zarar vermesi korkusuyla oğlu bulutlarda kaldı. Yüce Allah ise şeytandan korktuğundan ötürü ona sitem etti. Bir de baktı ki oğlu tahtı üzerine ölü olarak düşüvermiş. Bu anlamdaki açıklamayı eş-Şa'bi yapmıştır. İşte Yüce Allah'ın: "Bu sebeple tahtı üzerine bir ceset bırakmıştık" buyruğunda anlatılan budur.

 

en-Nekkaş ve başkalarının naklettiğine göre ise, Süleyman'ın cariyeleriyle ilişki kurmasından maksadı çoğunlukla çocuğunun olması isteği idi. Yarım insan suretinde bir çocuğu oldu. İşte tahtı üzerine bırakılan ceset bu olmuştu. Ebe bu çocuğu getirmiş, tahtı üzerine bırakmıştı. Buhari ile Müslim'in Sahih'lerinde Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Süleyman: Bu gece doksan tane hanımımı dolaşacağım. Hepsi de Allah yolunda cihad edecek bir atlı doğuracaktır. dedi. Arkadaşı kendisine: İnşaallah de dedi, ancak o inşaallah demedi. Bütün hanımlarını dolaştı, onlardan sadece bir tanesi gebe kaldı. O da yarım bir insan doğurdu. Muhammed'in canı elinde olana yemin ederim. Eğer inşaallah demiş olsaydı, hepsi de suvari olarak Allah'ın yolunda cihad edeceklerdi."

 

Bir başka açıklamaya göre sözü edilen ceset Süleyman'ın katibi Sıddik Berhiya oğlu Asaf idi. Şöyle ki Süleyman sınandığı vakit yüzüğü elinden düştü. Onun hükümdarlığı yüzüğünde idi. Yüzüğünü tekrar eline geri aldı ise de yine yüzüğü düştü ve böylelikle kesinlikle sınanacağına kanaat getirdi. Asaf da ona: Sen imtihan edilmektesin, yüzüğün elinde durmayışının sebebi budur. Bu işten tevbe ederek Yüce Allah'a koş. Yüce Allah senin tevbeni kabul edinceye kadar senin aleminde, senin yerinde ben kalacağım. Bu imtihan edildiğin günden itibaren sana ondört günlük bir sure vardır. Süleyman Rabbine kaçarak gitti, Asaf yüzüğü alıp eline koydu ve yüzük elinde durdu. Asaf kitabın bilgisine sahip bir kimse idi. Süleyman'ın mülkünde ve ailesi arasında kaldı. Onun davranışı gibi davranıyor, uygulaması gibi uygulamada bulunuyordu ta ki Süleyman Yüce Allah'a tevbe etmiş olarak evine geri dönünceye kadar. Allah da mülkünü ona geri çevirdi Süleyman Asaf'ı da eski yerinde tuttu, tahtına oturup yüzüğü aldı.

 

Bir başka açıklamaya göre ceset Süleyman'ın kendisi idi. şöyle ki o adeta bir ceset oluncaya kadar çok ağır bir hastalığa yakalandı. Çünkü oldukça yıpranmış ve bitip tükenmiş bir hasta bu şekilde nitelendirilerek: "Bırakılmış ceset gibi" denilebilmektedir.

 

 

Süleyman'ın Tahtının ve Mülhünün Niteliği:

 

İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Süleyman'ın önüne altıyüz taht konurdu. Sonra insanların eşrafı gelir, onun yanında otururlar. Sonra cinlerin eşrafı gelir, insanların yanında otururlar. Sonra kuşlar, çağırır, onlara gölge yapardı. Sonra rüzgarı çağırır, onları taşırdı. Bir sabah vaktinde onları bir aylık mesafeye götürürdü.

 

Vehb, Ka'b ve başkaları da şöyle demiştir: Süleyman (a.s) babasından sonra hükümdar olunca, hüküm vermek üzere üzerinde oturmak için kendisine bir taht yapılmasını emretti. Bu tahtın görülmedik ve oldukça etkileyici bir şekilde yapılmasını da istedi. öyle ki haksız bir kimse yahut yalancı bir şahit bu tahtı görecek olursa, bu haksızca işinden vazgeçsin ve kalbine korku girsin. O bakımdan bu tahtının inci, yakut ve zebercetten kakmalı fil dişinden yapılmasını altın hurma ağaçları ile örtülmesini istedi. Etrafında altından dört hurma ağacı yapıldı. Bu hurma ağaçlarının salkımları kırmızı yakut ve yeşil zümrütten idi. Bu hurma ağaçlarının ikisinin başında da altından iki tavus, diğer ikisinin başında ise altından iki kartal vardı. Bunlar karşılıklı yerleştirilmişıi. Tahtın iki yanında altından iki arslan vardı. Herbirisinin başı üzerinde de yeşil zümrütten bir direk vardı. Hurma ağaçlarının üzerinde kırmızı altından asma ağaçları bağlamışlardı. Bu asma ağaçlarındaki salkımlar kırmızı yakuttan idi. öyle ki bu asmalar hem hurmaların, hem tahtın üstünü gölgelendirmişti. Süleyman (a.s) bu tahta çıkmak istedi mi alt basamağa ayaklarını koyar ve taht içindekilerin tümüyle hızlıca dönen bir değirmen gibi döner, o kanallar ve tavuslar bu arada kanatlarını açar, arslanlar pençelerini yayar, kuyruklarıyla yeri döverlerdi. Süleyman'ın çıktığı herbir basamakta bunlar oluyordu. Tahtının üstüne oturdu mu hurma ağaçları üzerindeki iki kartal Süleyman'ın tacını alır başına koyarlardı. Sonra taht yine içindekilerle birlikte döner. onunla beraber de iki kartal, iki tavus ve iki arslan başlarını Süleyman'a doğru çevirmiş oldukları halde dönerlerdi. İçlerinden ona misk ve anber kokuları saçarlardı. Daha sonra kürsinin üstündeki mücevher direklerinden birisinin üzerinde bulunan altından bir güvercin ona Tevrat'ı uzatır, Süleyman (a.s) Tevrat'ı açar, insanlara Tevrat'ı okur Ve onları vereceği hükme davet ederdi.

 

(Kıssacılar) dediler ki: İsrailoğullarının büyükleri de mücevher kakmalı altın tahtlara otururlardı. Bu tahtlar sağ tarafında ulup bin tane idi. Cinlerin büyükleri ise yine bin tane olan sol tarafındaki gümüş tahtlara otururlardı. Sonra kuşlar gelir, onları gölgelendirir, insanlar da aralarındaki anlaşmazlıklarda hüküm verilmesi için öne geçerlerdi, Şahitler şahitlikte bulunmak üzere ileri atıldı mı Süleyman'ın tahtı içindeki ve üzerindekilerle birlikte hızlı dönen bir değirmen gibi döner. arslanlar pençelerini yayar, kuyruklarını yere vururlar. Kartallar ve tavuslar kanatlarını açar. Şahitler korkuya kapılır ve ancak hak ile şahitlik yaparlardı.

 

Yine denildiğine göre bu tahtı bu şekilde döndüren tahtın üzerinde oturduğu altından bir ejderha idi. Bu da cinni Sahr'ın kendisine yaptığı çok büyük bir şey idi. Tahtın altındakinden üstüne kadar üzerinde bulunan kartallar, arslanlar, tavuslar, onun döndüğünü hisseder etmez onlar da o ejderha ile birlikte dönerlerdi. Durdular mı hepsi Süleyman (a.s)'ın başı ucunda dururlar, o da tahtı üzerinde oturarak kalırdı. Sonra da hepsi içlerinden misk ve anber kokularını onun üzerine salıverirlerdi. Süleymam vefat ettikten sonra Buht Nassar gönderdiği askeri birlik ile bu tahtı aldı ve onu Antakya'ya taşıttı. Tahtın üzerine çıkmak istedi, ancak bu tahtın üzerine nasıl çıkacağını bilemiyordu. Ayağını koyunca arslan onun ayağına indirdiği bir darbe ile kırdı. Süleyman (a.s) tahta çıktı mı iki ayağını birlikte koyardı. Buht Nassar öldükten sonra taht tekrar Beytu'I-Makdis'e taşındı. Hiçbir hükümdar onun üzerine oturamadı. Şu kadar var ki sonunda bu tahtın ne olduğu bilinmemektedir, belki (semaya) kaldırılmış da olabilir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Naşir).

 

"Sonra o döndü." Yani Yüce Allah'a dönüp tevbe etti, Bu buyruğun anlamı daha önce geçmiş bulunmaktadır.

 

"Dedi ki: Rabbim bana" günahımı "mağfiret buyur ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir mülk ver bana."

 

Soru: Yüce Allah dünyayı yermiş, ona buğzetmiş ve Allah nezdinde değersiz olmakla birlikte, Süleyman dünyayı istemeye nasıl kalkıştı?

 

Cevab: Bu ilim adamları tarafından şöylece yorumlanmıştır: Yüce Allah'ın haklarını eda etmek ve mülkünü adilane bir şekilde yönelip yarattıklarını konumlarına ve mertebelerine göre yerleştirip hadlerini uygulamak, onun emrettiği mali yükümlülükleri korumak, dinin şiarlarını tazim etmek, ibadetini açıkça ortaya çıkarmak, ona itaatte bağlılığı sürdürmek, Allah'ın kulları üzerindeki geçerli hükmü ve kanunu düzenlemek ve meleklerine açıkladığı üzere yarattıklarından hiç kimsenin bilmediği vaadlerini gerçekleştirmek için olmuştur. Nitekim Yüce Allah: "Sizin bilmediğinizi herhalde Ben bilirim." (el-Bakara, 30) diye buyurmuştur. Yoksa Süleyman (a.s)'ın bu isteğinin bizatihi dünyalık için olması sözkonusu olamaz. Çünkü o da, diğer bütün peygamberler de Allah'ın yarattıkları arasında dünyaya karşı en zahid kimselerdir. O dünya mülkünü sırf Allah için istemiştir. Nitekim Nuh (a.s) da sırf Allah için dünyalığın yok olup helak olmasını istemişti. Her ikisi de bu istekleri dolayısıyla övülmüş ve istekleri kabul edilmiş oldu. Nuh'un duası kabul edilerek yerin üzerindekiler helak edildi, Süleyman'a da istediği mülk verildi.

 

şöyle de denilmiştir: Onun bu talebte bulunması. Allah'ın diğer kulları arasında ancak Süleyman'ın hakkı ile yerine getireceğini bildiği şekli ile, Yüce Allah'ın verdiği emir üzerine olmuştur yahutta Süleyman bana çok büyük bir infak ver demek istemiş, ancak: "Benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak" demiştir. Ancak bu açıklama tartışılabilir. Birincisi daha doğrudur. Diğer taraftan Yüce Allah ona: "İşte bu bizim hesabsız bağışımızdır. Artık ister ver, ister vermeyip tut" diye buyurulmuştur.

 

el-Hasen dedi ki: Yüce Allah'ın ihsan ettiği nimetleri bakımından kulunun üzerinde belli bir yükümlülüğü bulunmayan hiçbir kimse yoktur. Bundan Davüd oğlu Süleyman (a.s.) müstesnadır. Çünkü ona: "İşte bu bizim hesabsız bağışımızdır ... " diye hitab etmiştir.

 

Derim ki: Bu da bir haber olarak rivayet edilen: "Peygamberler arasında cennete en son girecek kişi Davüd oğlu Süleyman (a.s)'dır. Buna sebep ise onun dünyadaki mülküdür." sözünde dile getirilene aykırıdır. Kimi haberlerde de şöyle denilmektedir: "O diğer peygamberlerden kırk yıl sonra cennete girecektir." Bunu el-Kut (Kutu'I-Kulub) müellifi zikretmiş olmakla birlikte asılsız bir hadistir. Çünkü şanı Yüce Allah ona herhangi bir sorumluluk yüklemeksizin bağışta bulunduğuna göre -çünkü bu bir lutuf olmak üzere verilmişti- nasıl olur da cennete en son girecek peygamber olduğu söylenebilir. üstelik Yüce Allah: "Şüphesiz onun yanımızda yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır" diye buyurmuştur. Sahih hadiste de şöyle buyurulmuştur:

 

"Herbir peygamberin Allah tarafından kabul edilen bir duası vardır. Her peygamber bu duasını acilen (dünya hayatında) yapmıştır...''

 

Bu hadis daha önceden de geçmiş idi. Böylece duası ile bir ihtiyacı karşılanmış oldu. Bundan dolayı Süleyman (a.s)'ın bir sorumluluğu sözkonusu değildir.

 

Yüce Allah'ın: "Benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak" buyruğu kimsenin istemeyeceği anlamındadır. Sanki o kendisinden sonra herhangi bir kimsenin böyle bir dilekte bulunmamasını istemiş gibidir; ta ki kimse böyle bir şeyi ümit etmesin. Ancak böyle bir duanın kabul olunmamasını dilememiştir.

 

Yine denildiğine göre; onun kendisinden sonra kimseye verilmeyecek bir mülk istemesi, gökler ve yerdeki bütün yaratıklar arasında Allah nezdindeki konum ve üstünlüğünün açıkça görülmesi içindi, Çünkü peygamberlerin Allah'ın nezdindeki konum noktasında birbirleriyle adeta yarışmaları vardır, Herkes Allah nezdindeki konumuna delil göstereceği özel bir yerinin olmasını arzu eder, Bundan ötürü Peygamber (s.a.v.) namazını kesmek isteyen ifriti yakalayıp Allah da ona bu imkanı verdiğinde önce bu ifriti bağlamak istemiş, sonra da kardeşi Süleyman'ın: "Rabbim bana mağfiret buyur ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir mülk ver bana" demiş olduğunu hatırlattı ve onu küçülmüş olarak serbest bıraktı.

 

Şayet ondan sonra bir kimseye ona verilenin benzeri verilmiş olsaydı, onun bu özelliği kalmazdı. Peygamber (s.a.v.) şeytanların Süleyman'ın emrine verilmesi özelliğinin olduğunu ve böyle bir özelliğin kendisinden sonra kimseye verilmemesi duasının kabul edilmiş olduğunu bildikten sonra, bu özelliğinde onunla ortak olmaktan hoşlanmamış gibi görünüyor. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

"Biz de emriyle yumuşak olarak istediği yere akıp giden rüzgarı emrine verdik." Yani bu rüzgar güçlü ve şiddetli olmakla birlikte kimseye zarar vermesin diye yumuşak bir rüzgardı. Askerleriyle, ordularıyla, alaylarıyla bu rüzgar onu taşıyordu, Rivayete göre onun kafileleri bir fersaha, bir fersah idi. Biri diğerinin üstünde yüz basamaktı. Her bir basamak bir kesim insanı teşkil ediyordu. Kendisi ise cariyeleri, yakınları ve hizmetçileri ile birlikte en üst basamakta idi. Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun.

 

Hafız Ebu Nuaym şunu zikretmektedir: Bize Ahmed b. Cafer anlattı, dedi ki: Bize Abdullah b. Ahmed b. Hanbel anlattı, dedi ki: Bize Ahmed b, Muhammed b. Eyyub anlattı, dedi ki: Bize Ebu Bekr b. Ayyaş anlattı. O İdris b, Vehb b. Mühebbih'den dedi ki: Bana babam anlattı, dedi ki: Süleyman b. Davud'un (a.s)'ın bin tane evi vardı. Bunun üstü billurdan, altı demirden idi. Bir gün rüzgara bindi, bir çiftçinin yakınından geçti. Çiftçi ona bakarak: Gerçekten Davud hanedanına çok büyük bir mülk verilmiştir, dedi. Rüzgar o çiftçinin sözünü alıp Süleyman'ın kulağına bırakıverdi. Süleyman inip çiftçinin yanına gitti ve: Senin sözünü duydum, sana gelişimin tek sebebi güç yetiremeyeceğin şeyleri temenni etmemendir. Şüphesiz Yüce Allah'ın senden kabul edeceği bir tesbih (subhanallah demek) senin için Davud hanedanına verilen şeylerden daha hayırlıdır. Bunun üzerine çiftçi ona: Benim üzüntümü giderdiğin gibi Allah da senin üzüntünü gidersin, dedi .

 

"İstediği yere, dilediği yere" demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Araplar da: (...) derler, yani "o doğruyu söylemek istedi, ancak yanlış cevab verdi." Bu açıklamayı İbnü'l-Arabi yapmıştır. Şair de şöyle demiştir: "Konuşmak istedi konuşamadı, Ayırdedici söz söyleneceği yerde de cevabı yanlış verdi."

 

(...)'in Himyerlilerin lehçesinde "istedi, diledi" anlamında olduğu söylenmiştir. Katade ise Hecerlilerin lehçesinde bu anlamda olduğunu söylemiştir. "İstediği yere" gitmek istediği zaman anlamında olduğu da söylenmiştir. O vakit bu ifade atılan okun isabet ettirilmek istenen hedefe isabet etmesinden alınmış demek olur.

 

"Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıçları da" Yani Biz ona şeytanları müsahhar kıldık. Halbuki ondan önce kimseye müsahhar kılınmamışlardı. "Her bina ustası" şeytanlardan bedeldir. Aralarından her bina ustasını, demektir. Bu ustalar ona dilediği binayı yapıyorlardı. Şair (en-Nabiğa) ez-Zübyani dedi ki: "Süleyman müstesna ilah ona demişti ki: Kalk yaratıklar arasında sen onları hatadan uzak tut. Cinleri de emrine al, çünkü Ben izin verdim onlara, Tedmur'u ince enli taşlarla ve direklerle bina etmelerine."

 

"Dalgıçlar" denize dalıp onun için inci çıkartanlar demektir. Denizden ilk olarak inci çıkartan kişi Süleyman (a.s)'dır.

 

"Zincirlerle bağlanmış olan diğerlerini de." Yani Biz ona azgın şey tanları da müsahhar kıldık, emrine verdik. öyle ki onları demir zincir ve bukağılara bağlamıştı. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. es-Süddi, boyunlarına vurulan zincirlerle bağlamıştı; İbn Abbas onları zincirlere vurmuştu, demiştir. Şairin şu beyitinde de (aynı kökten gelen kelime) kullanılmıştır: "Onlar yaptıkları talanlarla ve esirlerle döndüler geriye, Biz ise zincirlere vurulmuş hükümdarlarla döndük geriye."

 

Yahya b. Sellam dedi ki: O bu işi sadece şeytanların kafirlerine yapıyordu. İman ettiler mi onları serbest bırakıyor, onları angarya işlerde çalıştırmıyordu.

 

"İşte bu Bizim ... bağışımızdır" buyruğundaki "bu" ile mülke işaret edilmektedir. Yani işte bu mülk Bizim bağışımızdır, sen artık istediğin kimseye ondan ver, istemediğine de verme. Bundan dolayı senin hesaba çekilmen sözkonusu değildir. Bu açıklama el-Hasen, ed-Dahhak ve başkalarından nakledilmiştir. el-Hasen dedi ki: Yüce Allah her kime bir nimet vermişse mutlaka bu nimet dolayısıyla onun için bir sorumluluk sözkonusudur. Süleyman (a.s) müstesnadır. Çünkü Yüce Allah: "İşte bu Bizim hesabsız bağışımızdır, artık ister ver, ister vermeyip tut" diye buyurmuştur.

 

Katade de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "İşte bu Bizim ... bağışımızdır" buyruğunda Süleyman (a.s.)'a verilen cima gücüne işaret edilmektedir. Onun üçyüz hanımı, yediyüz cariyesi vardı. Sırtında yüz erkeğin suyu vardı. Bunu da İkrime, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Bu anlamdaki bir açıklama Buhari'de de vardır.

 

Buna göre: "Artık ister ver" emri aslında "meni"den geliyor demek olur. Nitekim: "Menisini akıttı, akıtır" diye söylenir.

 

"Menisini akıttı" şeklinde emir yapmak istenirse: (...) denilir.

(...) şeklinden emir yapılırsa, bu sefer: (...) denilir. Eğer fiilin aslından olan şeddesiz "nun" getirilecek olursa: (...) denilir.

 

Bu lafzın "minnet"den geldiği kanaatinde olanlar: "Ona minnet etti, lutfeni" denilir, derler. Bu fiilden emir yapılacak olursa, her iki "nun" açığa çıkartılır. Çünkü burada "nun" mudaaf (şeddeli) olduğundan emir: (...) diye gelir.

 

Haberde rivayet edildiği ne göre Süleyman'a şeytanlar müsahhar kılınmıştı. O da bunlardan dilediği kimseyi azad edip serbest bırakarak ona minnet eder, dilediği kimseyi de eli altında tutardı. Bu açıklamayı da Katade ve es-Süddi yapmıştır. İkrime'nin İbn Abbas'tan yaptığı rivayete göre de anlam şöyle olur: Hanımlarından dilediğin kimse ile cima et, onlardan dilediğin ile de cimaı terk et. Bundan dolayı senin hesaba çekilmen sözkonusu olmayacaktır.

 

"Şüphesiz onun yanımızda yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır." Yani Biz dünyada ona nimet ihsan etmiş olmakla birlikte, onun ahirette Bizim nezdimizde bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Sad 41-43

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR