SAD 19 / 20 |
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً
كُلٌّ لَّهُ
أَوَّابٌ {19} وَشَدَدْنَا
مُلْكَهُ
وَآتَيْنَاهُ
الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ
الْخِطَابِ {20} |
19.
Toplanıp gelen kuşları da (emrine verdik). Her birisi ona dönücü idi.
20. Onun
mülkünü de pekiştirdik. Ona hikmeti ve hakkı batıldan ayıran sözü söyleme
imkanını verdik.
"Toplanıp gelen
kuşları da" buyruğu daha önce geçen "dağları" buyruğuna atfedilmiştir.
el-Ferra dedi ki: Bu buyruk: "Kuşlar da toplanırdı" diye okunsa yine
caiz olur. Çünkü burada fiil zahir değildir.
İbn Abbas dedi ki: Davüd
(a.s) tesbih etti mi dağlar ona cevab verir. Kuşlar onun etrafında toplanır ve
onunla birlikte tesbih ederlerdi, İşte kuşların onun yakınında toplanmaları,
onların haşredilmeleri (toplanıp gelmeleri)dır Buna göre anlam şöyle olur: Biz
kuşları onunla birlikte tesbih etmeleri için onun etrafında topluca bir araya
gelmelerini sağlayarak müsahhar kıldık,
Şöyle de açıklanmıştır:
Yani Biz onunla birlikte tesbih etmeleri için kuşları toplasın diye rüzgarı
müsahhar kıldık, yahutta meleklere kuşları toplamalarını emrettik.
"Her birisi
ona" yani Davud'a "dönücü idi." İtaat ederdi. Bu da ona gelir, onunla
birlİkte tesbih ederlerdi, demektir. Buradaki "he" (ona) zamirinin
Yüce Allah'a aİt olduğu da söylenmiştir.
"Onun mülkünü de
pekiştirdik." İyice sağlamlaştırdık, güçlendirdik.
Bunun heybet ile
kalplere onun korkusunun yerleştirilmesi ile olduğu söylendiği gibi,
askerlerinin çokluğu ile olduğu, ilahi yardım ile destek ile olduğu da
söylenmiştir.
İbnu'l-Arabi'nin tercih
ettiği açıklama da budur. Çünkü pekçok ve kalabalık fakat ilahi yardıma ve
desteğe mazhar olmayan bir ordunun hiçbir faydası olmaz. İbn Abbas (r.a) dedi
ki: Davud yeryüzü krallarının egemenlik ve saltanatı en güçlü olanları idi. Her
gece onun ımıbedini otuzbin küsur kişi korurdu. Sabah olduğunda: Geri dönün,
Allah'ın peygamberi sizden razı olmuştur, denilirdi.
Mülk, çokça şeylere
malik olmak, sahib olmaktan ibarettir. Bir kimsenin çokça mülkü olmakla
birlikte bu mülk daha da çoğalmadıkça o melik (hükümdar) olamaz. Bir kimsenin
evi ve hanımı olursa, Ademoğlu olarak zorunlu birşekilde ihtiyaç duyduğu
menfaatine olan hususlardaki tasarruf külfetini üzerinden alacak bir hizmetçisi
de olmadıkça hükümdar (melik) olamaz. Bu anlamdaki açıklamalar et-Tevbe
Süresi'nde (60. ayet 3. başlıkta) geçtiği gibi mülkün gerçek mahiyeti ile
ilgili yeterli açıklamalar da en-NemI Süresİ'nde (15-16. ayetlerin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
[ - ]
"Ona hikmeti ve
hakkı batıldan ayıran sözü söyleme imkanını verdik." buyruğuna dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
1- Hüküm ve Ayırdedici Söz:
2- "Yargı Bilgisi":
1- Hüküm ve Ayırdedici
Söz:
"Ona hikmeti"
buyruğundaki hikmet, es-Süddi'ye göre peygamberlik, Mücahid'e göre de
adalettir. Ebu'l-Aliye Yüce Allah'ın Kitabını bilmektir, Katade: Sünnettir,
Şureyh de ilim ve fıkıhtır. diye açıklamıştır.
"Ve hakkı batıldan
ayıran söz" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Abdurrahman es-Sülemi ile
Katade, hüküm vermekte hakkı ve batılı ayırdedici şekilde hüküm vermek diye
açıklamıştır. İbn Mesud, el-Hasen, el-Kelbı ve Mukatil'in görüşü de budur. İbn
Abbas da: Sözün açıkça ifade edilmesidir, diye açıklamıştır. Ali b. Ebi Talib
de şöyle demiştir: Bundan kasıt, davacının delili ortaya koyması, inkar edenin
de yemin etmesi demektir. Şureyh, eş-Şa'bi ve yine Katade de böyle demiştir.
Ebu Musa el-Eş'ari ve
yine eş-Şa'bı de şöyle demişlerdir: Bu konuşma sırasında "emma ba'du:
imdi" demektir. Bunu ilk kullanan kişi odur.
"Hakkı batıldan
ayıran sözü söyleme imkanı"nın hak ile batıl arasındaki sınırı ayırdedici
açıklama, demek olduğu; az sayıdaki sözcüklerle pekçok anlamı ifade edecek
şekilde veciz konuşmak olduğu da söylenmiştir.
Bu açıklamaların anlamı
birbirine yakındır. Ali (r.a)'ın sözü bunların hepsini toparlanuktadır. Çünkü
-Ebu Musa'nın sözü dışında- yargıda verilecek hükümlerin etrafında döndüğü
nokta budur.
2- "Yargı
Bilgisi":
Kadı Ebu Bekr b. el-Arabi
dedi ki: Yargı ilmine gelince, Allah'a yemin ederim ki o soyut bir ilim
türüdür. İlmin oldukça sağlam bir bölümüdür. Bu, hükümleri bilmekten, helal ve
haramı çok iyi ayırdedebilmekten farklı bir şeydir. Sünnette: "Aranızda en
iyi hüküm vereniniz Ali, helal ve haramı en iyi bileniniz de Muaz b.
Cebel'dir" hadis-i şerifi varid olmuştur.
Kişi fiillerin
hükümlerini basiretle kavrayan, helal ve haramı iyice bilen bir kişi olmakla
birlikte, hakkı batıldan ayırdedici hükmü veremeyecek bir durumda olabilir.
Rivayet edildiğine göre
Ali b. Ebi Talib (r.a) şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) beni Yemen'e
gönderdiği sırada bazı kimseler arslan avlamak maksadıyla bir çukur
kazmışlardı. Bir arslan gelip bu çukura düşmüş. insanlar da bu çukurun
etrafında kalabalıkça toplandıkları bir sırada bir adam bu çukura düşmüş,
düşerken diğerine tutunmuş, diğeri de bir başkasına tutunmuştu. Nihayet çukura
dört kişi düşmüştü. Arslan bu çukurda onların hepsini yaralamış ve hepsi de
ölnlüşlerdi. ölenlerin sahipleri silahlarına koşuştular, neredeyse aralarında
çarpışma çıkacaktı. Onların yanına gidip şöyle dedim: Siz dört kişi için ikiyüz
kişi mi öldüreceksiniz? Gelin, ben sizin aranızda bir hüküm vereyim. Eğer
hükmümü beğenirseniz bu sizin aranızda uyacağınız bir hüküm olur, beğenmezseniz
bunu Rasülullah (s.a.v.)'e götürürsünüz. O hüküm verme hakkına daha bir
sahibtir.
Bunun üzerine ilk düşen
kişiye diyetin dörtte birini, ikinciye diyetin üçte birini, üçüncüye diyetin
yarısını, dördüncüye de diyetin tamamının verilmesini emretti. Verilecek olan
bu diyetleri de bu çukuru kazan kimseler arasında olan dört kişinin
kabilelerine yükledi. Kimileri bu işe kızdı, kimileri razı oldu. Daha sonra
Resulullah (s.a.v.)'ın yanına gittiler, ona olayı anlattılar. Peygamber: -Ben
de sizin aranızda hüküm vereyim, dedi. Birisi: Ali aramızda hüküm verdi, deyip
Ali (r.a)'ın verdiği hükmü ona bildirdiler. Rasulullah (s.a.v.) da: "Hüküm
Ali'nin verdiği şekildedir" diye buyurdu. Bir rivayette de: Resulullah
(s.a.v.) Ali'nin verdiği hükmü geçerli kabul edip yürürlüğe koydu,
denilmektedir.
Aynı şekilde yargıyı iyi
bilmek hususunda nakledilen rivayete göre bir adam Ebu Hanife'ye gelmiş ve
şöyle demiş: İbn Ebi Leyla -ki o sırada Kufe kadısı idi- deli bir kadın, bir
adama: Ey zina eden iki kişinin oğlu, dediği için o kadına mescidde ve kadın
ayakta olduğu halde iki sopa haddi uyguladı, dedi, Ebu Hanife de: Hata
etmiştir, diye cevab verdi,
İbnu'I-Arabi dedi ki:
Ebu Hanife'nin hiç duraksamadan verdiği bu cevabı ancak ilim adamları iyice
düşündükten sonra anlayabilir, Ali'nin verdiği hükmü de bağırıp çağıran bir
kimse idrak edemeyeceği gibi, ancak gecesini gündüzüne katarak, verilen
hükümler üzerinde duran bir kimse anlayabilir.
Bu hükmün gerçek
açıklaması şöyledir: Bu öldürülen dört kişi, o çukur etrafında bulunanlar
tarafından itişilerek hataen öldürülmüş kimselerdir. Bundan dolayı bu dört
kişinin diyeti orada bulunanlar tarafından hata yoluyla diyet olmak üzere
ödenmelidir. Şu kadar var ki, birinci şahıs itilerek öldürülmüş olmakla
birlikte diğer üç kişiyi de beraberinde çekerek ölümlerine sebep olmuştur. O
halde öldürülmesi karşılığında ona bir diyet, fakat ölümlerine sebep olduğu üç
kişi dolayısı ile de dörtte üç diyet ödemesi gerekir. İkincisi için diyetin
üçte biri var, buna karşılık çekerek ölümlerine sebep olduğu iki kişinin de
diyetlerinin üçte ikisini ödemesi gerekir. üçüncüsüne gelince, onun yarım diyet
alma hakkı vardır, yarım diyet de ödemesi gerekir. Çünkü bir kişinin de çekerek
ölümüne sebep olmuştur, Böylelikle karşılıklı hisseleşme ortaya çıkmış
olmaktadır. Arada gerekli takaslar yapıldıktan sonra bu oranlarda da akıleler
diyetleri ödemek durumundadırlar. İşte bu harikulade bir istinbat (hüküm
çıkarma) şeklidir.
Ebu Hanife'ye gelince, o
da mesele ile ilgili hususları gözönünde bulundurmuş ve bunların altı
(yanlışlık) olduklarını görmüştür. Birincisi, deliye had uygulanmaz, çünkü
delilik teklifi kaldırır. Elbetteki bu, yapılmış iftiranın delilik halinde
olması halinde böyledir, Eğer bir kimse kimi vakit deliriyor, kimi zaman
kendisine geliyor ise, ayık olduğu zamandaki iftiraları dolayısı ile ona had
uygulanır.
İkincisi kadın: Ey iki
zaninin oğlu demiş, bundan dolayı İbn Ebi Leyla da o kadına ebeveynin herbirisi
için bir had uygulamış, Ebu Hanife'nin kanaatine göre bu noktada da hatalı davranmış,
çünkü kazf hadleri birden çok olursa, bir tanesi uygulanır (tedahüI olur), Zira
ona göre bu içki ve zina haddi gibi Allah'ın bir hakkıdır, Şafii ve Malik'e
göre ise kazf haddi insanoğluna ait hadlerdendir. Kazfe uğrayan kişinin birden
çok olması halinde, bu had de birden çok olur.
Yanıldığını söylediği
üçüncü noktaya gelince, İbn Ebi Leyla iftiraya uğrayan kimsenin talebi olmadan
haddi uygulamıştır. Oysa, ister zina iftirası haddi Allah'ın bir hakkıdır
diyenler, ister insanoğlunun hakkıdır diyenlerin icma ile kabul ettiklerine
göre zina iftirası haddinin ancak uygulanmasının talebinden sonra uygulanacağı
hususunda icma vardır. Taleb olmadan uygulaması caiz değildir. İşte bu husus
dolayısıyla onun insanoğlunun bir hakkı görüşünde olanlar kendi kanaatlerinin
lehine bunu delil olarak kabul edebilirler. Zira bu Allah'ın bir hakkı olsaydı,
zina haddinde olduğu gibi uygulanması uygulanma talebine bağlı kalmazdı.
Dördüncü nokta ise o
arka arkaya iki haddi uygulamıştır. Halbuki bir kimseye eğer iki had uygulanması
icab ediyorsa, bunlar arka arkaya uygulanmaz. önce birisi uygulanır, sonra da
darbenin etkileri kayboluncaya yahuı had vurulan kişi iyileşinceye kadar
bırakılır, sonra ona diğer had uygulanır.
Beşinci nokta kadına
ayakta had uygulamış olmasıdır. Oysa kadına ancak tesettüre uygun ve oturmuş
olduğu halde had uygulanır. Hatta bazıları bir zembil içinde konularak ona had
uygulanır, demişlerdir.
Yanıldığını kabul ettiği
altıncı nokta ise ona haddi mescidde uygulamış olmasıdır, oysa icma ile hadler
mescidde uygulanmaz. Mescidde hüküm vermek ve tazir cezalarını vermekte ise
görüş ayrılığı vardır.
Kadı (Ebu Bekir
İbnü'l-Arabi) dedi ki: İşte rivayet edilen hadiste: "Aranızda en iyi hüküm
vereniniz Ali'dir." ifadesinin tevillerinden birisine göre kendisine
işarette bulunulan ayırdedici söz ve yargı ilmi budur.
Bundan kasıt özlü söz
söylemektir, diyenlerin görüşüne gelince, bu Arap olmayanlar için değil de
Araplar için sözkonusudur. Araplar arasında da Muhammed (s.a.v.) içindir. Bunu
da: "Ve bana özlü sözler (cevamiu'l-kelim) verilmiştir" buyruğuyla
ifade etmiştir.
Bunun "emma
ba'du" sözünü söylemek olduğunu söyleyenlerin görüşüne gelince, Peygamber
(s.a.v.) de hutbesinde "emma ba'du" derdi, Rivayet edildiğine göre
cahiliye döneminde bu sözü ilk söyleyen kişi ise Salıhan b, Vail 'elir.
öldükten sonra dirilişe iman eden ilk kişi de odur, bastona yaslanan ilk kişi
odur, yüzseksen yıl yaşamıştır. Eğer Davud (a.s)'ın bu sözü söylediği sahih
olarak sabit ise bu açıklamaya göre elbetteki o bunu Arapça olarak söylemiş
olamaz, kendi diliyle söylemiş olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN