ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

SAFFAT

6

/

10

 

إِنَّا زَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ {6} وَحِفْظاً مِّن كُلِّ شَيْطَانٍ مَّارِدٍ {7} لَا يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلَإِ الْأَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِن كُلِّ جَانِبٍ {8} دُحُوراً وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ {9} إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ  10}

 

6. Muhakkak Biz, dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle, (yani) yıldızlarla süsledik.

7. Ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk.

8. Onlar, Mele-i a'la'yı dinleyemezler ve her taraftan sürülüp atılırlar;

9. Kovularak. Onlar için sürekli bir azab da vardır.

10. Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun. Hemen arkasından. parlak delici bir alev ona yetişir.

 

"Muhakkak Biz, dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle, yıldızlarla süsledik" buyruğu hakkında Katade şöyle demektedir: Yıldızlar üç hikmetle yaratılmıştır. ŞeytanIara atılmak için, kendileri vasıtasıyla yol bulmak üzere bir aydınlık ve dünya semasına da bir süs olmak üzere.

 

Mesruk, el-A'meş, en-Nehai, Asım ve Hamza: "Birsüsle" buyruğunu esreli ve tenvinli olarak okumuşlardır. "Yıldızlarla" buyruğu da "bir süsle" buyruğundan bedel olarak esreli okunmuştur. Çünkü her ikisi aynı şeydir. Ebu Bekr de böylece okumuş olmakla birlikte "yıldızlarla'" anlamındaki buyruğu mastar olan: "Bir süs" lafzı dolayısı ile nasbedilmiş olarak okumuştur. Biz orada yıldızları süslemekle (semayı süsledik) demek olur. Bununla birlikte: "Yani" takdiri ile nasbedilmesi de mümkündür. Biz, o semayı bir süs ile yani yıldızlarla süsledik, buyrulmuş gibi olur. Yıldızlarla anlamındaki lafzın "Bir süsle" lafzının mahallinden bedel olarak (mansup okunduğu) da söylenmiştir.

 

Bununla birlikte onun süsü yıldızlardır, anlamında olmak üzere veya bu süs işte o yıldızlardır anlamında olmak üzere; (...) şeklinde okunması da mümkündür.

Diğer kıraat alimleri: "Yıldızların süsü ile" şeklinde izafet olarak okumuşlardır. Yani Bizler yıldızları süslemek ile dünya semasını süsledik. Bu da yıldızların güzelliği ile süsledik demek olur. Anlamın "bir süsle" buyruğunu tenvinli olarak okuyanların kıraati gibi olması ve hafif olması maksadıyla tenvinin hazfedilmiş olması da mümkündür.

 

"Ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk" buyruğundaki: "Ve .... koruduk" buyruğu bir mastardır. "Biz orayı özellikle koruduk" demektir.

 

"İtaatten çıkan her şeytandan" buyruğuna gelince, Yüce Allah meleklerin semadan vahiy ile indiklerini haber verdikten sonra semayı da yıldızlarla süslemekten başka, (şeytanların) hırsızlama yoluyla melekut aleminde konuşulanları dinlemelerine karşı koruduğunu açıklamaktadır.

 

"İtaatten çıkan" tabiri cin ve insanlar arasından karşı çıkan, azgınlık eden kimse hakkında kullanılır. Bu şekilde olan herkese Araplar "şeytan" adını verirler.

 

"Onlar Mele-i A'la'yı dinleyemezler" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Hatim şöyle demektedir: Bu dinleyemesinler diye ... anlamındadır. Daha sonra; (...): hazfedildiğinden dolayı fiil merfu gelmiştir.

 

"Mele-i A'la" dünya semasında ve daha yukarısında olanlardır. Onların herbirisine a'la (yüce) vasfının verilmesi, yeryüzünün meleine göredir.

 

"Dinleyemezler" lafzındaki zamir şeytanIara aittir. "Dinle(yemez)ler" lafzını çoğunluk "sin" harfini sakin, "mim" harfini de şeddesiz olarak (...) diye okumuşlardır, ancak Hamza ve Hafs'ın rivayetine göre Asım, "sin" harfi ile "mim" harfini şeddeli olarak: (...): den gelen bir fiil olarak okumuşlardır.

 

Birinci okuyuş şekline göre; onlar işitmeye çalışsalar dahi işitmelerinin sözkonusu olmadığı anlamı çıkar. Doğru anlam da budur. Ayrıca bunu Yüce Allah'ın: "Çünkü onlar işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır" (eş-Şuara, 212) buyruğu da desteklemektedir.

İkinci okuyuşa göre ise, işitmeye kalkışmalarının da, işitmelerinin de sözkonusu olmadığı anlatılmaktadır.

 

Mücahid dedi ki: Onlar işitmeye çalışıyorlar, fakat işitemiyorlardı.

İbn Abbas'tan: "Onlar Mele-i A'la'yı dinleyemezler" buyruğu hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onlar ne dinleyebilirler, ne de dinlemeye kalkışırlar.

 

"Dinle(yemez)ler"in aslı; (...) şeklinde olup yakınlığı dolayısı ile "te" harfi "sin"e idgam edilmiştir. Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü Araplar "onun ne dediğini dinledim" anlamını ifade etmek üzere hemen hemen; (...) şeklini kullanmaz, bunun yerine; (...) derler.

 

"Ve her taraftan sürülüp atılırlar" yani her taraftan onlara alevli ateşler atılır. "Kovularak" lafzı bir mastar (mef'ul-i mutlak)dır. Çünkü: "Sürülüp atılırlar" buyruğunun anlamı (mastar olarak gelen bu kelimenin muzari fiili olan): "Kovulurlar, sürülürler" anlamındadır.

 

"Onu kovdum, kovmak" demektır.

 

es-Sülemi ve Yakub el-Hadrami; (...) şeklinde "dal" harfini üstün olarak okumuşlardır. O takdirde bu "fe'ul" vezninde bir mastar olur. el-Ferra bunu ism-i fail olarak kabul etmiştir. Onlar kendilerini kovan şeyler ile atılırlar yahutta kovulmak suretiyle atılırlar, demek olur. Sonra da (bu anlamı vermek için başına gelmesi gereken) "be" harfi hazfedilmiştir. Kufeliler bunu çokça kullanırlar. Nitekim şu mısraı da buna örnek olarak zikrederler: "Sizler o diyara uğrarsınız ve hiç (sağa sola) bükülüp dönmezsiniz."

 

Bu sürülüp atılmanın Muhammed (s.a.v.)'ın peygamber olarak gönderilmesinden önce mi, yoksa peygamber olarak gönderilmesinden dolayı peygamberlikten sonra mı olduğu hususunda iki görüş vardır. İleride İbn Abbas yoluyla el-Cinn Suresi'nde (8-10. ayetlerin tefsirinde) sözkonusu edileceği üzere hadisler bu doğrultuda gelmiştir. Bu iki görüşün birarada anlaşılması (te'lifi) şöylece mümkün olabilir: Peygamber (s.a.v.)'ın peygamber olarak gönderilmesinden önce şeytanlar yıldızlarla taşlanmıyorlardı.

 

Daha sonra taşlanmaya başladılar, diyenler bununla şeytanlar kendilerini dinlemekten alıkoyacak şekilde taşlanmıyorlardı. Fakat kimi zaman taşlanıyorlar, kimi zaman taşlanmıyorlardı, demek isterler. Bir yerde taşlanırlarken, bir başka yerde taşlanmıyorlardı. Belki de Yüce Allah'ın: "Ve her taraftan sürülüp atılırlar. Kovularak.. Onlar için sürekli bir azab da vardır" buyruğu ile bu anlama işaret edilmektedir. Bu da şudur: Onlar ancak bazı yönlerden sürülüp atılırlardı. Nübuvvetten sonra artık her yerden ve kesintisiz olarak kovulmaya, atılmaya başlandılar. Daha önceleri insanlar arasında casusluk yapan kimselere benzerlerdi. Bu casusların kimisi ihtiyacını ele geçirirken, başkası geçiremeyebilir. Birisi esenlikle kurtulurken, başkası kurtulamayabilir, aksine yakalanır ve cezalandırılır. Peygamber (s.a.v.) peygamber olarak gönderilince semanın korunması daha da arttırıldı, daha önceden sözkonusu olmayan alevli ateş taneleri hazırlandı. Böylelikle semanın herbir tarafından kovulup uzaklaştırılmaları gerçekleştirilsin, daha önceden oturdukları yerlerden hiçbirisinde oturamasınlar. O bakımdan semada cereyan eden hiçbir şeyi işitecek gücü bulamaz oldular. Ancak onlardan, çok hızlı hareket ederek "hızlıca hırsızlayan" kimseler bundan müstesna olabilmişti. Böyle birisinin de arkasından yere inip onu diğer kardeşlerine telkin etmeden önce alevli bir ateş izler ve onu yakar. İşte bundan dolayı da kahinlik iptal oldu ve artık risalet ve nübuvvetin ilmi gerçekleşmiş oldu.

 

Şayet: Eğer bu sürülüp atılma peygamberlik dolayısı ile olmuşsa, Peygamber (s.a.v.)'dan sonra niye devam etmiştir? diye sorulacak olursa, buna da şöyle cevap verilir: Bu, nübuvvetin devamı süresince devam etti. Çünkü Peygamber (s.a.v.) kahinliğin artık batıl olduğunu, sonunun geldiğini haber vererek:

 

"Kahinlik yapmaya kalkışan bizden değildir'' diye buyurmuştur. Şayet ölümünden sonra semanın korunması devam etmeyecek olsaydı, cinler eskisi gibi Mele-i Ala'yı dinlemeye yeniden başlar ve kahinlik geri gelirdi. Kahinliğin sonunun getirilmesinden sonra ise böyle bir şey caiz olamaz. Çünkü peygamberliğin sona ermesi dolayısıyla semanın korunması kaldırılacak olursa ve buna bağlı olarak kehanet tekrar ortaya çıkarsa, zayıf (inançlı) müslümanlar şüpheye düşebilir ve nübuvvetin bitmiş olması dolayısıyla artık kahinliğin yeniden geldiğini zannetmeyeceklerinden yana emin olunamaz. O halde hikmet, hem Peygamber (s.a.v.)'ın hayatında, hem de Yüce Allah onu ilahi lütuflarının arasına almak üzere vefatından sonra, semanın korunmasının devam etmesini gerektirmektedir.

 

"Onlar için sürekli bir azab da vardır." Mücahid ve Katade'den gelen rivayete göre bu, kesintisiz azab demektir. İbn Abbas oldukça çetin bir azab diye açıklamış, el-Kelbi, es-Süddi ve Ebu Salih ise çok can yakıcı, ıstırap verici diye açıklamışlardır. Bu da acısı kalbe kadar ulaşan, anlamındadır. -Bu şekilde açıklanan-: (...) lafzı, "hastalık" demek olan; (...) den alınmıştır.

 

"Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun" buyruğu daha önce geçen "ve her taraftan sürülüp atılırlar" buyruğundan bir istisnadır. Buradaki istisnanın vahyin dışındaki şeylerden olduğu da söylenmiştir. Çünkü Yüce Allah: "Çünkü onlar işitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır" (eş-Şuara, 212) diye buyurmaktadır. Bunun sonucunda onlardan herhangi birisi, meleklerin kendi aralarında dünyada olacak şeyler ile ilgili konuşmalarından -yeryüzündekiler bunu bilmeden- birşeyleri hırsızlayarak işitebilir. Bu, şeytanların cisimlerinin hafifliğinden ötürüdür. Onlar da bunu işittikleri vakit parlak ve delici alevler ile taşlanır, kovalanırlar.

 

Bu hususta sahih birtakım hadisler de rivayet edilmiştir ki; bunların muhtevası şudur: Şeytanlar semaya doğru çıkar ve dinlemek maksadıyla biri diğerinin üstüne çıkardı. En cesurları semaya doğru ilerlerdi, daha sonra ondan sonraki, sonra da diğeri gelirdi. Yüce Allah yer işleri ile ilgili bir emir verir. Semadakiler bunu sözkonusu eder ve semaya en yakın şeytan bu sözü işitirdi. İşittiği bu sözü kendisinin altındakine telkin ederdi. Dinlediği bu sözü diğerine telkin etmiş iken bazan gelen alevli bir ateş onu yakardı, bazan da -önceden de açıkladığımız gibi- onu yakmazdı. İşte bu söz kahinlere kadar iner, onlar buna yüz yalan daha katardı. O çaldıkları kelime doğru olarak çıkar, bunun neticesinde ise cahiller -önceden el-En'am Süresi'nde (59. ayet, 2. başlıkta) açıkladığımız gibi- kahinlerin söylediklerinin hepsinin doğru olduğuna inanırlardı. Yüce Allah İslam'ı gönderince, bu sefer sema sıkı bir şekilde koruma altına alındı. Bir söz işitmiş, hiçbir şeytan kurtulamaz oldu. İşte kovalamak üzere atılan yıldızlar insanların kayıyor gördükleri yıldızlardır.

 

en-Nekkaş ve Mekki dedi ki: Bunlar sema da akan (hareket eden, sabit olmayan) gezegenler değildir. Zira hareket eden bu gezegenlerin hareketi görülmez. Kovalamak üzere atılan bu yıldızların hareketi ise bize yakın olduklarından ötürü görülebilmektedir. Bu hususta yeterli açıklamalar daha önce el-Hicr Süresi'nde (17-18. ayetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca Sebe Süresi'nde (23. ayetin tefsirinde) Ebu Hureyre'nin bu husustaki hadisini de zikretmiş bulunuyoruz. O hadiste de şu ifadeler yer almaktadır: " ... Şeytanlar da biri diğerinin üstündedir." Tirmizı de bu hadis hakkında: Hasen, sahih bir hadistir demiştir.

 

Yine Tirmİzİ'de, İbn Abbas'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: "Şeytanlar gizlice dinledikleri sözü kaparlar, bunu diğerlerine telkin ederler. Sonra da bu sözü kendi dostlarına bırakıverirler. İşte doğru şekliyle söyledikleri haktır. Fakat onlar hem bunu tahrif ederler, hem de daha başka şeyler ilave ederler." (Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.

(Hadis-i şerif'te geçen (ve hızlıca kapmak, almak anlamı verilen): "Bir şeyi hızlıca almak" demektir. "Hızlıca aldı" şekillerinde kullanılır. Şeddeli kullanımlarında asıl; (...) şeklidir. Burada "te" ile "tı" harfleri mahreclerinin yakınlığı dolayısıyla idgam edilmişlerdir. "Hı" harfinin üstün okunması ise "te" harfinin üstün olan harekesinin ona verilmesi dolayısıyladır. "Hı"yı esreli okuyanlar ise iki sakinin arka arkaya gelmesinden ötürü böyle okurlar. "Tı" harfini esreli söyleyenler ise kesreleri arka arkaya (itba') getirmiş olurlar.

 

"Hemen arkasından parlak, delici bir alevona yetişir." ed-Dahhak, elHasen ve başkaları ışık saçıcı (bir alev) diye açıklamışlardır. Ateş yıldızların, onları denize düşürünceye kadar takip ettiğinin anlatılmak istendiği de söylenmiştir. İbn Şihab da burada sözü edilen "parlak, delici alev" hakkında şöyle demektedir: Bu alev öldürmeksizin onları yakar. İnsanlar üzerine düşen alevli yıldızlar ise sabit yıldızlardan değildir. Buna da onların hareket ettiklerinin görülmesi delildir. Sabit yıldızlar ise akıp gitmekle birlikte uzaklıklarından ötürü hareketleri görülemez. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir.

 

"Parlak alev"in çoğulu (...) şeklinde gelir. Bunun azlık çoğulu kıyasa göre: (...) şeklinde gelmesi gerekmekle birlikte, bu şeklin Araplar tarafından kullanıldığı işitilmemiştir.

(...): Parlak (mealde delici) demektir. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücahid ve Ebu Miclez yapmışlardır. Şairin şu mısraı da bu anlamdadır: "Senin çakmak taşın ise onun çakmak taşlarından daha parlaktır."

 

Daha ışık saçıcıdır, demektir.

 

el-Ahfeş bu kelimenin çoğul şeklinin: "Parlak yıldızlar" diye kullanımları nakletmektedir.

el-Kisai de şunu nakletmektedir: "Ateş alevaldı, alır, ateş alevalmak" denilir. "Ben ateşi alevlendirdim" anlamındadır.

 

Zeyd b. Eslem de; (...)'in alev saçan anlamında olduğunu söylemiştir.

 

Bu da Arapların: "Çakmağını alevlendir" yani ateşini yak, tabirlerinden alınmıştır. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmış ve şairin şu beyitini de zikretmiştir: "Kişi ışık saçan parlak bir alev iken, Zaman ışığını (şimşeğini) çakar da o da sönüverir."

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Saffat 11-17

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR