KASAS 76 / 77 |
إِنَّ
قَارُونَ
كَانَ مِن
قَوْمِ
مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ
وَآتَيْنَاهُ
مِنَ
الْكُنُوزِ
مَا إِنَّ
مَفَاتِحَهُ
لَتَنُوءُ
بِالْعُصْبَةِ أُولِي
الْقُوَّةِ
إِذْ قَالَ
لَهُ قَوْمُهُ
لَا
تَفْرَحْ
إِنَّ
اللَّهَ لَا
يُحِبُّ الْفَرِحِينَ {76} وَابْتَغِ
فِيمَا
آتَاكَ
اللَّهُ الدَّارَ
الْآخِرَةَ
وَلَا تَنسَ نَصِيبَكَ
مِنَ
الدُّنْيَا
وَأَحْسِن
كَمَا
أَحْسَنَ
اللَّهُ
إِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ
الْفَسَادَ
فِي
الْأَرْضِ
إِنَّ اللَّهَ
لَا يُحِبُّ
الْمُفْسِدِينَ
77} |
76.
Gerçekte Karun Musa'nın kavminden idi. Fakat onlara karşı azgınlık etti. Biz
ona öyle hazineler vermiştik ki onların anahtarları dahi güç sahibi bir
topluluğa ağır gelirdi. Hani kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma, çünkü
Allah şımaranları sevmez."
77.
"Allah'ın sana verdiği ile ahiret yurdunu ara! Dünyadan da nasibini
unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et! Yeryüzünde de fesad
isteme. Çünkü Allah fesad çıkaranları sevmez."
"Gerçekte Karun,
Musa'nın kavminden idi" buyruğundan önce Yüce Allah: "Size verilen
herşey dünya hayatının bir geçimliği ve bir süsüdür. "(elKasas, 60) diye
buyurmuştu. Şimdi de Karun'a bu geçimlik ve bu süsün verilmiş olduğu, onun
bunlara aldandığı, bunların Firavun'u Allah'ın azabından korumadığı gibi
Karun'u da korumadığını açıklamaktadır. Siz ey müşrikler, sayınız da, malınız
da Karun ve Firavun'dan fazla değildir. Firavun'a askerlerinin ve mallarının
faydası olmadı, Karun'a da Musa'ya akrabalığının da, hazinelerinin de bir
faydası olmadı.
en-Nehai, Katade ve
başkaları dediler ki: Karun, Musa'nın öz amcasının oğlu idi. Karun'un geriye
doğru nesebi şöyle idi: Karun b. Yeshur, b. Kahes, b. Lavi, b. Ya'kub. Musa da
ibn İmran b. Kahes idi.
İbn İshak dedi ki: O
anne baba bir Musa'nın amcası idi. Teyzesinin oğlu olduğu da söylenmiştir.
Karun ismi ucme (Arapça olmayan bir isim) ve marife olduğundan ötürü munsarıf
değildir. Arapça olmayıp faul vezninde olan kelimelerin başına elif lam
gelmesi, güzel olmuyorsa, marife halinde munsarıf olmaz, nekre halinde munsarıf
olur. Şayet başına elif lam'ın gelmesi güzel olursa, eğer tavus ve raktıd gibi
müzekker isim ise munsarıf olur. ez-Zeccac dedi ki: Şayet, Karun "O şeyi
ona eş kıldım" tabirinden geliyor olsaydı, munsarıf olması gerekirdi.
"Fakat onlara karşı
azgınlık etti." Onun azgınlığı, elbisesini bir karış uzun yapması idi. Bu
açıklamayı Şehr b. Havşeb yapmıştır. Hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Yüce Allah azgınlık ederek, elbisesini sürükleyene (rahmet nazarı ile)
bakmaz."
Bir diğer görüşe göre
onun azgınlığı Yüce Allah'ı inkar ederek kafir olmasıdır. Bu açıklamayı
ed-Dahhak yapmıştır. Azgınlığının mal ve evladının çokluğu sebebiyle onları
hafife alıp küçümsemesi olduğu da söylenmiştir ki; bu da Katade'nin görüşüdür.
Bir diğer görüşe göre onun azgınlığı, Yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu
hazineleri bilgi ve bu husustaki becerisi dolayısıyla kendi kendisine nisbet
etmesi idi. Bunu da İbn Bahr söylemiştir.
Azgınlığının: "Eğer
peygamberlik Musa'ya, kurban kesme yeri ve kurban da Harun'a ait ise, peki ya
benim neyim var?" demesi olduğu da söylenmiştir.
Rivayet olunduğuna göre
Musa, İsrailoğullarıyla birlikte denizi aşıp risalet Musa'ya, habr'lık
(alimlik) Harun'a ait bir görevolunca, Harun kurbanı sunup onların arasında
başkanlık konumuna yükselince -ki kurban Musa'ya ait bir görev idi, Musa onu
kardeşine vermişti- Karun bu işten içten içe rahatsız oldu ve her ikisini de
kıskandı. Musa'ya: Bütün işler sizin elinizde benim ise hiçbir şeyim yok. Ben
ne zamana kadar sabredeceğim? dedi. Musa: Bu Allah'ın takdiridir deyince, Karun
dedi ki: Allah'a yemin ederim bir mucize getirmediğin sürece seni tasdik
etmeyeceğim. Bunun üzerine İsrailoğullarının başkanlarının herbirisine asasını
getirmesini emretti. Bunları bir demet yapıp üzerinde vahyin nazil olduğu
çadıra koydu. Bekçiler, geceleyin bu asaları koruyorlardı. Sabah olduğunda
Harun'un asasının hareket edip yapraklarının yeşermiş olduğunu görüverdiler.
Harun'a ait olan sopa badem ağacından idi. Karun: Bu iş, yapmış olduğun
sihirden daha da şaşırtıcı bir şey değildir, dedi. Buna göre "onlara karşı
azgınlık etti" buyruğunda dile getirilen "bağy: azgınlık" zulmün
kendisi demektir.
Yahya b. Sellam ile
İbnu'l-Müseyyeb dedi ki: Karun zengin birisi idi. İsrailoğulları üzerinde
Firavun adına memurluk yapıyordu. Onlara, onlardan birisi olduğu halde
haksızlık etti ve zulmetti.
Yedinci bir görüş de
şöyledir: İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yüce Allah zina eden
kimsenin recmedilmesini emredince, Karun fahişe bir kadına giderek ona bir
miktar mal verdi ve Musa'nın kendisi ile zina ettiğine ve kendisini hamile
bıraktığına dair iddiada bulunmasını sağladı. Bu iş Musa'ya çok ağır geldi ve
İsrailoğulları için denizi yaran, Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına mutlaka
doğru söyleyeceğine dair ona yemin ettirdi. Yüce Allah kadının yardımına
yetişerek: Şehadet ederim ki sen suçsuzsun. Karun bana bir miktar mal verdi ve
bu iddiada bulunmak için beni zorladı. Şüphesiz doğru söyleyen sensin, yalan
söyleyen de Karun'dur, dedi. Bunun üzerine Yüce Allah Karun'un işini Musa'ya
havale etti. Yeryüzüne de Musa'ya itaat etmesi için emir verdi. Karun, Musa'nın
yanına geldiğinde o yeryüzüne: Ey arz onu al, ey arz onu al, diyordu. Arz da
parça parça onu içine alıyor. Karun ise: Ey Musa! diye imdat istiyordu. Nihayet
o, evi ve onun yolundan giden, onunla beraber oturup kalkanların hepsi yerin
dibine geçti.
Yine rivayete göre Yüce
Allah Musa'ya: Kullarım senden yardım istediler.
Sen onlara merhamet
etmedin. Ancak Bana dua etselerdi, şüphesiz Beni yakın ve duaları kabul edici
olduğumu göreceklerdi, dedi.
İbn Cüreyc dedi ki: Bize
ulaştığına göre onlar her gün bir adam boyu kadar yerin dibine geçiyorlar.
Kıyamet gününe kadar da yerin en aşağısına ulaşmayacaklardır. İbn Ebi'd-Dünya
da "Kitabut-Farac"adlı eserde şunu zikretmektedir: Bana İbrahim b.
Raşid anlattı, dedi ki: Bize Davud b. Mehran anlattı: Davud, el-Velid b.
Müslim'den, o Mervan b. Cünah'tan, o Yunus b. Meysere b. Halbes'den dedi ki:
Karun denizin karanlıklarında Yunus ile karşılaştı. Bunun üzerine Karun,
Yunus'a şöyle seslendi: Ey Yunus, Allah'a tevbe et. Şüphesiz ki atacağın ve
böylelikle kendisine döneceğin ilk adımında O'nu bulacaksın. Bunun üzerine
Yunus ona: Peki seni tevbe etmekten alıkoyan ne oldu? dedi. Şu cevabı verdi:
Benim tevbemin kabulü yetkisi amcamın oğluna havale edilmişti, o da benim
tevbemi kabul etmedi. Haberde nakledildiğine göre Karun yedinci arzın dibine
ulaşacak olursa, İsrafil de Sur'a üfürecektir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
es-Süddi dedi ki: Bu
fahişe kadının adı Seberka idi. Karun ona ikibin dirhem vermişti. Katade dedi
ki: Karun, Musa ile birlikte denizi geçmişti. Tevrat'ta suretinin güzelliğinden
dolayı "el-münevver" diye adlandırılıyordu. Fakat Samiri münafıklık
ettiği gibi o Allah'ın düşmanı da münafıklık etti.
"Biz ona öyle
hazineler vermiştik ki ... " Ata dedi ki: O, Yusuf (a.s)'ın hazinelerinin
bir çoğunu bulmuştu. el-Velid b. Mervan ise: O kimya ilmi ile uğraşırdı,
demiştir.
"Onların anahtarları"
buyruğunda; (...), onun ismi ve haberi; (...)'nın sılası içerisindedir. Bu da
"vermiştik"in mefulüdür. en-Nehhas dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı
şöyle derken dinledim: Küfelilerin sılalar ile ilgili söyledikleri ne kadar
çirkindir. Çünkü; (...) ile benzerlerinin sılası (...) ile kendilerinde amel
ettiklerinin olması caiz değildir. Kur'an-ı Kerım'de de "onların
anahtarları" buyruğu vardır. "Anahtarlar (anlamındaki
mefatih)"in tekili esreli olarak; (...) diye gelir. Bu da kendisi ile
açılan, açma aleti (anahtar) demektir. Tekili (...) diye kullanan, çoğulunu da;
(...) diye getirir. Bunların "hazineler" olduğunu söyleyenlerin
görüşüne göre de tekili üstün olarak; (...) diye gelir.
" ... güç sahibi
bir topluluğa ağır gelirdi." Bu hususta yapılmış en güzel açıklama şudur:
Bu anahtarlar güçlü kuvvetli kimseleri bile ağır olduklarından dolayı -yana
doğru meylettirirdi. Buyruk; "Güçlü kuvvetlileri (ağırlığından ötürü)
meylettirirdi" şeklinde olmakla birlikte, "te" harfi üstün
okununca bu sefer (fiilin mefulü olan "güçlü kuvvetli kimseler"
anlamındaki) ismin başına "be" gelmiştir. Nitekim: "O meşakkati
giderir" denildiği gibi (aynı anlamda); (...) da denilebilir. Dolayısıyla
burada buyruk "Güç sahibi bir topluluğa ağır gelirdi" denilmiştir. Bu
durumda güç sahibi olan topluluk, ağır olduklarından zorlanarak onları
kaldırıyordu, denmiş olur. Bu da bizim; "Bizimle kalk (ya da:
kalkalım" dememize benzer. "Zorlukla kalktı, kalkar, zorlukla
kalkmak" denilir. Şair şöyle demektedir:
"Arkası dolayısıyla
(ağır geldiğinden) zor kalkar ve kalkışında yan yatar, Yakınından yavaş
yürüdümü de şaşkına çevirir."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Aldım, fakat malik olamadım; eğildim, fakat kalkamadım, Sanki
ben zaman uzayıp gittiğinden dolayı zincire vurulmuş gibiyim."
"Bana ağır
geldi" demektir. Açıklama İbn Zeyd'den nakledilmiştir. Ebu Ubeyde dedi ki:
Allah'ın "Güç sahibi bir topluluğa ağır gelirdi" buyruğu kalbedilmiş
bir ifadedir ve; "Güç sahibi topluluk onu zor kaldırırdı" anlamındadır.
Ebu Zeyd dedi ki: "yükü kaldırdım" denilir. Şair de şöyle demiştir:
"Biz, bizden sonra gelen birini (halef) bulduk, ne kötü bir haleftir ki; O
yükü kaldırdı mı duran bir köledir."
Birinci açıklama İbn
Abbas, Ebu Salih ve es-Süddi'nin görüşlerinin anlamını ifade eder. el-Ferra'nın
görüşü de budur, en-Nehhas da onu tercih etmiştir. Bu da; "onu
götürdüm" anlamında; (...) ile (...) denilmesi, "onu getirdim"
anlamında da; (...) ile (...) demeye benzer. İşte "onu kal dırdım"
anlamında; (...) ile (...) demek de böyledir.
Arapların: "Onun
benim yanımda, onu üzecek ve ona ağır gelecek sözler vardır" ifadelerine
gelince, bu ifadelerde itba' (sonraki kelimenin bir öncekine uydurulması) söz
konusudur. Aslında; (...) demek gerekirdi. Bunun bir benzeri de; "Yemek
bana afiyet verdi" ile; "İlgili ilgisiz herşeyonu yakaladı (hatırına
geldi)" demek gibidir. Bir görüşe göre bu kelime uzaklık anlamındaki;
(...)'den alınmıştır. Şairin şu beyitinde de bu anlamdadır:
"Onlar bizden
uzaklaşıyorlar amma uzaklaşmıyor sevgileri bizden, Nerede olurlarsa olsunlar
kalb(imiz) onların tutsağıdır."
Budeyl b. Meysere bu
lafzı "ya" harfi ile; (...) diye okumuştur. "O, güçlü kuvvetli
topluluktan birisine ağır gelir" yahut da "anılan ... " demek olur
ki; bu da manaya hamledilerek böyle gelmiştir. Ebu Ubeyde dedi ki: Ru'be b.
el-Accac'a: "Onda siyahlıktan ve siyah beyazlıktan çizgiler vardır, Sanki
o, derideki baras hastalığının beyazlığı gibidir." diye söylediği beyiti
hakkında şunları dedim: Eğer çizgileri kastetmişsen; (...), eğer siyahlığı ve
siyah ve beyaz çizgileri kastediyorsan; (...) demen gerekirdi. o: Ben bunların
hepsini kastetmiştim, diye cevap verdi.
"Biri diğerinin
gücüne güç katan topluluk" demek olan 'el-usbe"hakkında onbir görüş vardır:
1. üç adam demektir. Bu
İbn Abbas'ın görüşüdür.
2. Yine ondan gelen
rivayete göre üçten ona kadardır.
3. Mücahid dedi ki:
Burada usbe yü'miden, yirmibeş kişiye kadardır.
4. Yine ondan gelen
rivayete göre ondan onbeşe kadardır.
5. Ondan gelen bir başka
rivayete göre beş ile on arasıdır. Birinci riva yeti es-Sa'lebi, ikincisini
el-Kuşeyrı ile el-Maverdi, üçüncüsünü el-Mehdevi zikretmiştir.
6. Ebu Salih, el-Hakem
b. Uteybe, Katade ve ed-Dahhak kırk adamdır, demişlerdir.
7. es-Süddi'ye göre on ile
kırk arasıdır. Yine Katade de böyle demiştir.
8. İkrime dedi ki:
Kimisi kırk, kimisi yetmiş adamdır demiştir. Bu aynı zamanda Ebu Salih'in
görüşüdür. O, usbe yetmiş adamdır demiştir. Bunu da elMaverdi zikretmiştir.
Birincisini de ondan es-Sa'lebi nakletmektedir.
9. Altmış adam da
denilmiştir. Said b. Cübeyr de altı veya yedi kişidir, der.
10. Abdurrahman b. Zeyd:
üç ile dokuz arasıdır demiştir ki, nefer de bu demektir.
el-Kelbi dedi ki:
Yusüf'un kardeşlerinin: "Bizgüçlü bir topluluk (usbe) ol duğumuz
halde" (Yusüf, 8) sözleri dolayısıyla on kişidir. Mukatil de böyle
demiştir.
Hayseme dedi ki: Ben
İncil'de şunu gördüm: Karün'un haZinelerinin anahtarları alınları ve ayakları
beyaz altmış katır yükü idi. Ağır olduklarından dolayı bu bineklere ağır gelirdi.
Bu anahtarların hiçbirisi de bir parmaktan daha büyük değildi. Bu anahtarların
herbirisi bir hazine mal içindi. Eğer o hazine Basra ahalisine paylaştırılacak
olsaydı, onlara yeterli gelirdi.
Mücahid dedi ki:
Anahtarlar deve derisinden idi. Hafif olmaları için inek derisinden
yapıldıkları da söylenmiştir. Bineğine binecek olursa, bu anahtarlar onunla
birlikte -el-Kuşeyrı'nin naklettiğine göre- yetmiş katıra yükletilirdi. Kırk
katıra yükletildiği de söylenmiştir. Bu da ed-Dahhak'ın görüşüdür. Yine ondan
gelen rivayete göre anahtarlarından kasıt kaplandır. Ebu Salih de böyle
demiştir; Anahtarlardan kasıt hazinelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Hani kavmi"
yani es-Süddı'nin dediğine göre İsrailoğullarından iman edenler "ona şöyle
demişti." Yahya b. Sellam dedi ki: Burada kavminden kasıt, Musa (a.s)'dır.
el-Ferra da şöyle demiştir: Bu çoğul isim olmakla birlikte tek kişi
kastedilmiştir. Yüce Allah'ın: "Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar
kendilerine ... dediler" (Al-i İmran, 173) buyruğu gibidir. Burada önceden
de geçtiği gibi diyen kişi sadece Nuaym b. Mes'ud'dur.
"Şımarma!"
Azgınlaşma! "Çünkü Allah şımaranları" azgınlaşanları
"sevmez." Bu açıklamayı Mücahid ve es-Süddı yapmıştır. Şair de şöyle
demiştir: "Zaman beni sevindirecek olursa, şımaran birisi değilim, Zamanın
dönüp duran musibetleri karşısında da zaafa düşen birisi değilim."
ez-Zeccac dedi ki: Sen
malın dolayısıyla şımarma! Çünkü mal dolayısıyla şımaran bir kimse o maldaki
hakkı ödemez. Mübeşşir b. Abdullah da şöyle demiştir: Şımarma! Bozulursun. Şair
de şöyle demiştir: "Eğer sen hiç durmadan bir emaneti eda ederken Diğerini
yüklenirsen, (bu sefer) o emanetler seni şımartır." İfsad eder, demektir.
Ebu Amr: (Bu kelime)
"ağır borç altına girdi" demektir deyip az önce zikrettiğimiz beyiti
zikretti. Yine; "Onu sevindirdi" anlamındadır. O halde bu fiil
müşterek (birden çok anlam hakkında ortak olarak kullanılan) bir fiildir.
ez-Zeccac dedi ki;
"Şımaranlar, sevinenler" ile (...) aynı anlama gelir. Ancak el-Ferra
bu ikisi arasında ayırım gözeterek şöyle demiştir: "Şımarıklık halinde
olanlar" yani halen şımarıklık edenler demektir. (...) ise "gelecekte
şımaracaklar" anlamındadır. O ayrıca; "Tamah eden" ile
"Tamah edecek olan" "Ölü" ile "Ölecek olan" lafızlarının
da bu kabilden olduğunu iddia etmiştir. Ancak Yüce Allah'ın şu buyruğu onun
söylediğinin hilafına delil teşkil eder: "Muhakkak sen de öleceksin, hiç
şüphesiz onlar da öleceklerdir." Burada görüldüğü gibi; (...) diye
buyurulmamıştır.
Mücahid de şöyle
demiştir: "Şımarma" yani azgınlaşma "çünkü Allah şımaranları
sevmez." İbn Bahr dedi ki: Cimrilik etme, çünkü Allah cimrilik edenleri
sevmez, demektir.
"Allah'ın sana
verdiği ile ahiret yurdunu ara!" Allah'ın sana verdiği dünyalık ile ahiret
yurdu olan cenneti ara! Çünkü mü'mine layık olan dünya hayatında iken ahirette
kendisine faydalı olacak yollarda harcamalarda bulunmaktır, zorbalık ve
azgınlık uğrunda değil
"Dünyadan da
nasibini unutma" buyruğunun anlamı hakkında görüş ayrılığı vardır. İbn Abbas
ve büyük çoğunluk (cumhur) şöyle demiştir: Sen dünyanda salih amel işlememek
suretiyle ömrünü boşuna geçirme. Zira ancak ahiret için amel edilir.
Dolayısıyla insanın dünyadan nasibi, ömrü ve o dünyadaki salih amelidir. Bu
açıklamaya göre ifade son derece büyük bir öğüt taşımaktadır.
el-Hasen ve Katade ise
şöyle demişlerdir: Sen helalden istifade etmek ve helali talep etmek ve dünyada
akıbetini göz önünde bulundurmak suretiyle, dünyadan payını almayı unutma,
elden çıkarma!
Bu te'vile göre de
buyrukta ona bir parça yumuşak ifade vardır ve onun canının çektiği işin ıslah
edilmesi söz konusudur. Bu da, sert ifadelerden ötürü uzaklaşılır korkusu ile,
kendisine öğüt verilene karşı izlenmesi gereken bir yoldur. Bunu İbn Atiyye
söylemiştir.
Derim ki: Bu iki te'vili
İbn Ömer şu sözlerinde bir arada zikretmiş bulunmaktadır: "Ebediyyen
yaşayacakmış gibi dünyan için ekin ek, yarın ölecekmiş gibi ahiretin için
çalış!" el-Hasen'den şöyle dediği nakledilmiştir: İhtiyacından arta kalanı
önden gönder (hayır yollarında harca) ve sana yetecek kadarını da yanında
alıkoy.
Malik dedi ki: Bu,
israfa gitmeksizin yemek ve içmektir. "Nasib"inden kastın kefen
olduğu söylenmiştir. İşte bu kesintisiz bir öğüttür. Sanki şöyle demiş
gibidirler: Sen şu kefen diye bilinen nasibin dışında, malının tümünü terkedip
gideceğini unutma!
Şairin şu beyiti de buna
yakındır: "Ömrün boyunca bütün topladıklarından payın, İçinde
sarmalanacağın iki bez ve bir hanut (denilen kefen kokusu)dur."
Bir başka şair de şöyle
demiştir: "Önemli olan kanaattir. Hiçbir şeye değişme onu, Büyük nimetler
ondadır, beden rahatı ondadır. Bütünüyle dünyaya malik olana bir bak, Bir pamuk
ile bir kefenden başka bir dünyalık beraberinde götürdü mü?"
İbnu'l-Arabi dedi ki: Bu
hususta bana göre en güzel açıklama Katade'nin şu sözüdür: Sen helal olan
nasibini unutma. İşte bu senin dünyadan alacağın nasibindir. Gerçekten, bundan
da güzel ne vardır!
"Allah sana ihsan
ettiği gibi, sen de ihsan et." Allah sana nasıl nimetler bağışlamış ise
sen de O'na öylece itaat et ve ibadet et. Şu hadisteki bu ifade de ihsanı
anlatmaktadır; "İhsan nedir? (Peygamber buyurdu ki): "Allah'a onu
görüyormuşsun gibi ibadet etmendir."
Bir görüşe göre burada
yoksulları gözetme emri verilmiştir. İbnu'l-Arabi dedi ki: Bu hususta pek çok
görüşler vardır. Hepsinin ortak noktası Allah'ın nimetlerini, Allah'a itaat
yolunda kullanmaktır. Malik dedi ki: İsrafa gitmeksizin yemek ve içmektir.
İbnu'l-Arabi dedi ki: Görüşüme göre Malik bu sözleriyle ibadette ve kıt kanaat
geçinmekte aşırı giden kimselerin görüşlerini reddetmek istemiştir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) tatlıları sever, bal (şerbeti) içer. Közde kızartılmış
şeyleri yer, soğuk su içerdi.
Bu anlamdaki açıklamalar
daha önce bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır.
"Yeryüzünde de
fesad isteme!" Masiyet işleme! "Çünkü Allah fesad çıkaranları
sevmez."
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN