NEML 36 / 40 |
فَلَمَّا
جَاء
سُلَيْمَانَ
قَالَ
أَتُمِدُّونَنِ
بِمَالٍ
فَمَا
آتَانِيَ
اللَّهُ خَيْرٌ
مِّمَّا آتَاكُم
بَلْ أَنتُم
بِهَدِيَّتِكُمْ
تَفْرَحُونَ
{36} ارْجِعْ
إِلَيْهِمْ
فَلَنَأْتِيَنَّهُمْ بِجُنُودٍ
لَّا قِبَلَ
لَهُم بِهَا
وَلَنُخْرِجَنَّهُم
مِّنْهَا
أَذِلَّةً
وَهُمْ صَاغِرُونَ
{37} قَالَ يَا
أَيُّهَا
المَلَأُ
أَيُّكُمْ
يَأْتِينِي
بِعَرْشِهَا
قَبْلَ أَن
يَأْتُونِي
مُسْلِمِينَ
{38} قَالَ
عِفْريتٌ
مِّنَ
الْجِنِّ
أَنَا آتِيكَ
بِهِ قَبْلَ
أَن تَقُومَ
مِن
مَّقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ
لَقَوِيٌّ
أَمِينٌ {39}
قَالَ
الَّذِي
عِندَهُ
عِلْمٌ
مِّنَ
الْكِتَابِ
أَنَا آتِيكَ بِهِ
قَبْلَ أَن
يَرْتَدَّ
إِلَيْكَ
طَرْفُكَ
فَلَمَّا
رَآهُ
مُسْتَقِرّاً
عِندَهُ
قَالَ هَذَا مِن
فَضْلِ
رَبِّي
لِيَبْلُوَنِي
أَأَشْكُرُ
أَمْ
أَكْفُرُ
وَمَن
شَكَرَ
فَإِنَّمَا
يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ
وَمَن
كَفَرَ
فَإِنَّ
رَبِّي غَنِيٌّ
كَرِيمٌ {40} |
36.
Süleyman'a geldiğinde dedi ki: "Bana mal ile mi yardım ediyorsunuz?
Halbuki Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Siz ise bu
hediyeniz sebebiyle böbürleniyorsunuz.
37.
"Dön onlara! Andolsun üzerlerine karşı duramayacakları ordularla geleceğiz
ve onları -andolsun- oradan zelil ve küçük düşmüşler olarak çıkartacağız."
38. Dedi
ki: "Ey ileri gelenler! Onlar bana müslümanlar olarak gelmezden önce,
kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?"
39.
Cinlerden bir ifrit dedi ki: "Ben onu sana, sen yerinden kalkmazdan önce
getirebilirim ve muhakkak ben buna gücü yeten ve güvenilir bir kimseyim."
40.
Nezdinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki: "Ben onu sana gözünü
kırpmadan getiririm." Onun derhal yanında durduğunu görünce dedi ki:
"Bu, benim Rabbimin lütfundandır. Acaba şükür mü ederim yoksa nankörlük mü
ederim diye beni sınaması içindir. Kim şükür ederse kendi lehinedir, kim de
nankörlük ederse, muhakkak Rabbim Ganidir, kerem sahibidir."
"Süleyman'a
geldiğinde dedi ki: Bana mal ile mi yardım ediyorsunuz?" Yani elçi
Süleyman'a hediyeyi getirip gelince, o da: "Bana mal ile mi yardım
ediyorsunuz?" dedi.
"Bana ... mı yardım
ediyorsunuz?" buyruğunu Hamza, Ya'kub ve el-A'meş şeddeli tek
"nun" ve ondan sonra da sabit bir "ya" ile okumuşlardır.
Diğerleri ise iki "nun" ile okumuşlardır ki; Ebu Ubeyd'in tercihi
budur. Çünkü bütün mushaflarda bu iki "nun" ile yazılmıştır.
İshak'ın, Nafi'den rivayetine göre o: (...) şeklinde, sonrasında lafız
itibariyle "ya" bulunan şeddesiz tek bir "nun" ile okurdu.
İbnu'l-Enbari dedi ki: Bu kıraatte vakıf yapılması halinde "ya "nin
tesbit edilmesi lazımdır ki bu kıraat için Mushaf'ın yazılış harflerine
uygunluk, sahih olarak söz konusu olabilsin. "Nun"da asl olan şeddeli
olmasıdır. Böyle bir yerde nun'un şeddesinin kaldırılması "ben şahitlik
ederim ki şüphesiz sen bir alimsin" anlamında; (...) ifadesinde
"nun"un şeddesiz okunmasına benzer. "Haklarında anlaşmazlığa
düştüğünüz ... "(en-Nahl, 27) buyruğunu; (...) şeklinde ve "Benimle
Allah
hakkında mücadele mi
edıyorsunuz''?" (el-En'am, 80) anlamındaki buyruğu da; (...) şeklinde
okuyanlar buna göre böyle okumuşlardır.
Araplar da;
"Adamlar beni dövüyorlar, bana geliyorlar" diye kullanmışlardır ki
bunun aslı; (...) şeklindedir.
Çünkü (...) şekillerinin
idgamlı söyleyişi böyledir. Şair de şöyle demektedir:
"Gerdanın da
Leyla'ya ait iken, böğürlerin de, Güzel sesin de, gözlerin de, (hep böyleyken)
benden (mi) korkarsın?"
Burada da "benden
korkarsın" anlamındaki lafızın aslı (...) şeklinde olup, "ya"
harfi düşmüştür.
''Bana ... mı yardım
ediyorsunuz?'' sorusu! Benim gördüğünüz bunca malıma rağmen siz benim malımı
(getirdiğiniz hediyelerinizle) arttıracağınızı mı zannediyorsunuz? demektir.
"Halbuki Allah'ın
bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır." Allah'ın bana vermiş
olduğu İslam, hükümdarlık ve peygamberlik size verdiğinden daha hayırlıdır. O
bakımdan mal beni sevindirmez.
"Bana verdiği"
anlamındaki lafız bütün mushaflarda; (...) şeklinde "ya"sız olarak
yazılmıştır. Ebu Amr, Nafi've Hafs ise üstün "ya" ile; (...) şeklinde
okumuşlardır. Vakıf yaparlarsa (ya'yı) hazfederler. Ya'kub ise vakıf halinde
"ya "yi okur ve vasl halinde ise hazfeder. Buna sebep ise iki sakinin
arka arkaya gelmesidir. Diğerleri ise her iki halde de "ye"siz
okurlar.
"Siz ise bu
hediyeniz sebebiyle böbürleniyorsunuz." Çünkü sizler dünya hayatında böbürlenenler
ve çoklukla övünen kimselersiniz.
"Dön onlara!"
Yani Süleyman elçi heyetinin emiri el-Münzir b. Amr'a gönderdikleri
hediyeleriyle birlikte onlara; Geri dönün, dedi. "Andolsun üzerlerine
karşı duramayacakları ordularla geleceğiz" buyruğundaki "Andolsun
onlara ... geleceğiz" lafzındaki "lam" kasem (yemin)
"lam"ıdır. Bu durumda şeddeli "nun" da onunla birlikte
gelmelidir.
en-Nehhas dedi ki; Ben
Ebu'l-Hasen b. Keysan'ı şöyle derken dinledim; Buradaki "lam" te'kid
"lam"ıdır. Bu şekilde ona göre bütün "lam" çeşitleri üç
türlüdür, ona göre dördüncüleri yoktur. Bu da te'kid "lam"ı, emir
"lam"ı ve harf-i cer olarak kullanılan "lam." Nahiv
bilginlerinin ileri gelenleri de bu görüştedir. Çünkü onlar herbir şeyi aslına
irca' ederler. Bu ise, Arap dili üzerindeki eğitimi oldukça ileri kimseler için
ancak mümkün olabilir.
"Karşı
duramayacakları" yani onların karşı koymaya güç bulamayacakları ...
demektir.
"Ve onları
-andolsun- oradan" kendi ülkelerinden "zelil ve küçük düşmüşler
olarak çıkartacağız." Buradaki "oradan" ile kastın Sebe'den
demek olduğu söylenmiştir. "Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdiklerinde
onu ha rab ederler" buyruğunda bu kasabadan (veya şehirden) söz edilmiş
idi.
"Zelil"
mülkleri ve şerefleri ellerinden alınmış "ve küçük düşmüşler olarak"
küçük düşürüldükleri için zelil kılınmış ve hakarete uğratılmışlar olarak
"çıkartacağız." Bu ise müslüman olmamaları halinde karşı karşıya
kalacakları zillettir. Gönderdiği elçisi yanına geri döndü ve ona durumu haber
verince, hükümdar kadın şöyle dedi; Ben onun bir kral olmadığını anlamıştım.
Bizlerin Allah'ın peygamberlerinden bir peygambere karşı savaşacak gücümüz
yoktur. Daha sonra emir vererek tahtının yedi sarayın sonuncusunda bulunan
içiçe yedi odadan sonuncusuna konulmasını emretti ve kapıları kilitledi,
üzerine de bekçiler yerleştirdi. Yemen hükümdarlarından onikibin hükümdar ile
birlikte ve herbir hükümdarın da komutası altında yüzbin kişi bulunduğu halde
Süleyman (a.s)'ın huzuruna gitmek üzere yola koyuldu.
İbn Abbas dedi ki;
Süleyman heybetli bir kişi idi. Kendisi bir hususu sormadan ilk olarak kimse
ona bir şey demezdi. Bir gün yakınlarda bir toz bulutu gördü, bu ne oluyor?
dedi. Yanında bulunanlar: Ey Allah'ın peygamberi, Belkıs dediler. Bunun üzerine
Süleyman askerlerine -Vehb ve başkaları da cinlere dediler- dedi ki:
"Onlar bana müslümanlar olarak gelmezden önce kadının tahtını hanginiz
bana getirebilirsiniz?" Abdullah b. Şeddad dedi ki: Süleyman (a.s):
"Kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" dediğinde Belkıs
bir fersahlık uzaklıkta bulunuyordu, tahtını ise Sebe'de bırakmış, onu korumak
için de muhafızlar görevlendirmişti.
Denildiğine göre Belkıs
hediyesini gönderdiği sırada elçilerini askerleriyle birlikte göndermişti.
Bundan maksadı ise şayet Süleyman eğer krallık peşinde koşan birisi ise gerekli
hazırlıklarını yapmadan, onunla aniden bir savaş başlatmak idi. Süleyman (a.s)
bu durumu öğrenince "kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?"
dedi. İbn Abbas dedi ki: Kadının tahtının getirilmesine dair verdiği emir ona mektub
yazmadan önce idi. Kadının tahtı kendisine getirilmeden de ona mektub
yazmamıştı.
İbn Atiyye dedi ki:
Ancak ayetlerin zahirine göre Süleyman (a.s) bu sözlerini kadının gönderdiği
hediyenin ulaşıp, onun kendisine cevap vermesinden ve hüdhüd ile mektubunu
göndermesinden sonra olmuştur. Te'vil bilginlerinin büyük çoğunluğu da bu
kanaattedir. Te'vil bilginleri kadının tahtının getirilmesini istemesinin
faydasının ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Katade dedi ki: Ona
bu tahtın büyüklüğü ve mükemmeliğinden sözedilmişti. O da, müslüman olarak
kendisini ve kavmini ve mallarını İslam himaye altına almadan önce bu tahtı ele
geçirmek istemişti. Çünkü İslam bunu gerektirmektedir. Bu İbn Cüreyc'in de
görüşüdür.
İbn Zeyd de dedi ki: Tahtın
getirilmesini istemesi, Belkıs'a Allah tarafından kendisine verilmiş olan
kudreti göstermek ve bunu peygamberliğine delil olarak ortaya koymak istemesi
idi. Çünkü herhangi bir ordu ve savaş söz konusu olmaksızın bu tahtı ele
geçirmiş olacaktı.
Bu açıklamaya göre
"müslümanlar olarak" buyruğu, teslim olmuşlar olarak, demektir. İbn
Abbas'ın görüşü de budur. Yine İbn Zeyd dedi ki: O bu yolla kadının aklını
denemek istemişti, bundan dolayı: ''Tahtım onun tanıyamayacağı bir şekilde
değiştirin. Bakalım o yol bulacak mı, yoksa yol bu lamayacaklardan mı
olacak.?" demişti.
Yine denildiğine göre
cinler Süleyman (a.s)'ın onunla evleneceğinden ve ondan çocuğunun olacağından,
böylece Süleyman (a.s)'ın soyundan geleceklerini de angarya ve hizmetlerinin
sürüp gideceğinden korkmuşlardı. O bakımdan cinler kendisine bu kadının aklı
pek sağlam değildir, demişlerdi. İşte bundan ötürü o da tahtı ile kadını
sınamak istemişti.
Bir diğer açıklamaya
göre o hüdhüdün: ''Onun bir de büyük bir tahtı var" sözünün doğruluğunu tesbit
etmek istemişti. Bu açıklamayı da Taberi yapmıştır.
Katade'den rivayete göre
Süleyman (a.s) hüdhüdün tahtı nitelemesi sebebiyle, tahtı görmek istemişti.
ilim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüş birinci görüştür. Çünkü Yüce
Allah: "Onlar bana müslümanlar olarak gelmezden önce" diye
buyurmuştur. Bir diğer sebeb de şudur: Belkıs eğer islama girmiş olsaydı, onun
malına el sürmek haram olurdu. Dolayısıyla onun izni olmaksızın o taht da
getirilemezdi.
Rivayet edildiğine göre
tahtı kırmızı yakut ve mücevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı.
Tahtı o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, içiçe yedi odanın içinde
bulunuyordu.
"Cinden bir ifrit
dedi ki..." buyruğundaki "ifrit" lafzını cumhur;
"İfrit" diye okumuştur. Ebu Reca' ve isa es-Sakafı ise; (...) diye
okumuşlardır. Bu kıraat Ebu Bekir es-Sıddik (r.a.)'dan da rivayet edilmiştir.
Hadiste de: "Şüphesiz ki Allah ifrite de, nifrite de buğzeder" diye
buyrulmuştur. Buradaki nifrit, ifrite itba ile söylenmiştir. (Türkçede ifrit,
mifrit demek gibi).
Katade dedi ki: Bu
fevkalede akıllı anlamındadır. en-Nehhas dedi ki: Güçlü kuvvetli bir kimse
ayrıca hilebaz ve çok ileri derecede kurnaz birisi ise ona; (...) denilir.
"İfrit"in reis anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir kesim de bu
kelimeyi; (...) şeklinde "ayn" harfi de esreli olarak okumuşlardır.
Bunu da ibn Atiyye nakletmiştir.
en-Nehhas dedi ki: Bu
lafzı (...) şeklinde kabul edenler çoğulunu; (...) diye getirirler. (...) ise
üç türlü çoğul yapılabilir. Arzu edilirse (...) şeklinde yahut (...) diye
çoğulu yapılır, çünkü "te" zaiddir. Nitekim (...): Tağutlar'ın,
(...): Tağut'un çoğulu olduğu gibi; "ye" de "te"nin yerine
"ya" getirilerek; (...) denilebilir.
Şeytanlardan bir ifrit
ise güçlü ve itaate gelmeyen anlamındadır, te de zaid dir. "Adam
ifritleşti" tabiri, başkalarına eziyet etmeyi huy haline getirdi,
anlamında kullanırlar.
Vehb b. Münebbih dedi
ki: Bu ifritin adı Kuden idi. Bunu da en-Nehhas zikretmiştir. Zekvan olduğu da
söylenmiştir, bunu da es-Süheylı söylemiştir. Şuayb el-Cubbai de: Adı De'van
idi demiştir. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre de adının Sahr el-Cinnı olduğu
söylenmiştir.
Zü'r-Rimme'nin şu
beyitinde ifrit şöylece kullanılmıştır: "Sanki o bir ifritin arkasından
giden bir yıldız gibidir, Gece karanlığında yerinden kopup, ona doğru
akan."
el-Kisai de şu beyiti
nakletmektedir: "Onların ifrit şeytanları demişti ki: Sizin ne mülkünüz
vardır, ne de sebat bulmanız."
Sahih teki rivayete göre
de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Dün
cinlerden bir ifrit namazımı bozmak için beni aldatmaya (ya da boş anımı
yakalamaya) çalışıyordu. Allah da ona karşı bana güç verdi, ben de onu
şiddetlice ittim. .. " deyip, hadisin geri kalan bölümünü nakletti.
Buhari'de de "beni
aldatmaya koyuldu" yerine, "dün ansızın karşıma çıktı"
şeklindedir.
Muvattada da Yahya b.
Said'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasulullah (s.a.v.) İsra'ya
götürüldüğünde cinlerden bir ifritin, bir ateş alevi ile onu takip etmekte olduğunu
gördü. Rasulullah (s.a.v.) yanına baktıkça onu görüyordu. Cibril ona: Ben sana
söyleyeceğin bazı sözler öğreteyim mi? Sen bunları söyleyecek olursan, elindeki
ateş alevi söner ve yüzüstü yıkılır. Rasülullah (s.a.v.) "tabi öğret"
deyince, şöyle dedi:
" Semadan
inenlerin, oraya yükselenlerin, yerde bitip yetişenlerin, yerden çıkanların,
gece ve gündüzün fitnelerinin şerrinden -hayır ile gelen dışındagece ile
gündüzün gelenlerin hepsinden, iyi olsun, günahkar olsun hiç kimsenin aşamadığı
Allah'ın eksiksiZ kelimeleri ile kerim olan Allah'a sığınırım, ey Rahman."
"Ben onu sana, sen
yerinden" yani hüküm verdiğin meclisinden "kalkmazdan önce
getirebilirim ve muhakkak ben buna gücü yeten" onu taşıma gücüne sahip
olan "ve" içindekilere karşı da "güvenilir bir kimseyim."
İbn Abbas dedi ki: Bundan kasıt kadının namus ve iffetine karşı kendisine
güvenilen bir kimseyim demektir. Bu açıklamayı el-Mehdevı zikretmiştir.
Süleyman (a.s) ben daha da hızlı gelmesini istiyorum deyince,
"Nezdinde kitaptan
bir bilgi bulunan kişi dedi ki: Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm."
Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre nezdinde kitap bilgisi bulunan kişinin adı
Asaf b. Berhiya'dır ve bu İsrailoğullarına mensubtur. Bu kişi sıddıklardan
olup, Yüce Allah'ın kendisi anılarak istenileni verdiği, kendisi anılarak dua
edildiğinde duayı kabul ettiği, Yüce Allah'ın ismi a'zamını biliyordu. Aişe
(r.anha) dedi ki: Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Asaf b. Berhiya'nın
kendisini anarak dua ettiği Allah'ın ism-i a'zam'ı: Ya hayyu, ya kayyum idi.''
Denildiğine göre bu onların dilinde "Ahiya, şerahiya" diye
söylenirmiş.
ez-Zührı dedi ki: Yüce
Allah'ın ism-i a'zam'ını bilen o zatın yaptığı dua şu idi: "Ey bizim
ilahımız, herşeyin bir ve tek ilahı. Senden başka hiçbir ilah yoktur, bana onun
tahtını getir." Hemen taht onun önüne getirildi.
Mücahid dedi ki: Dua
ederken şöyle dedi: "Ey bizim ve herşeyin ilahı, ey celal ve ikram sahibi
... "
es-Süheyli dedi ki:
Nezdinde kitabın bilgisi bulunan şahıs, Süleyman'ın teyzesinin oğlu Asaf b.
Berhiya idi. Bu kişi Yüce Allah'ın isimlerinden ism-i a'zamı biliyordu.
Bir diğer görüşe göre bu
şahıs bizzat Süleyman (a.s) idi. Ancak ifadelerin akışı arasında böyle bir
açıklama doğru görülemez. İbn Atiyye dedi ki: Bir kesim bunun Süleyman (a.s)
olduğunu söylemiştir. Bu açıklamaya göre ifrit: "Ben onu sana sen yerinden
kalkmazdan önce getirebilirim" deyince, Süleyman (a.s) bu süreyi geç
bulmuş da onu küçültmek anlamını ihtiva eden bir üslupla ifrite hitaben:
"Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" demiş olur. Bu görüşün
sahipleri de delil olarak Süleyman (a.s)'ın: "Bu benim Rabbimin
lütfundandır" sözlerini delil göstermişlerdir.
Derim ki: İbn Atiyye'nin
sözünü ettiği görüşü en-Nehhas "Meani'l-Kur'an" adlı eserinde ifade
etmiştir. Yüce Allah'ın izniyle bu güzel bir görüştür. Bahr dedi ki: Bu elinde
takdirlerin yazılı olduğu kitabın bulunduğu bir melektir. İfritin bu sözleri
söylediği sırada Yüce Allah onu göndermiş idi.
es-Süheyli dedi ki:
Muhammed b. el-Hasen el-Mukri'in naklettiğine göre bu kişinin adı Dabbe b. Udd
idi. Ancak bu hiçbir şekilde sahih olamaz, çünkü Dabbeb Udd'ün oğlu o da
Tabiha'nın oğludur. Adı ise Amr b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead'dır. Mead
ise Buht Nassar dönemlerinde idi. Bu dönem ise Süleyman (a.s)'ın döneminden çok
sonradır. Mead, Süleyman (a.s)'ın döneminde yaşıyamadığına göre ondan beş ata
sonra gelen Dabbe b. Udd nasıl onun çağdaşı olabilir? Bu husus üzerinde düşünen
kimse bunu açıkça görecektir.
İbn Lehia dedi ki: Bu
kişi Hıdır (a.s)'dır. İbn Zeyd de dedi ki: Yanında kitabın bilgisi bulunan kişi
denizdeki adalardan birisinde bulunan salih bir zat idi. Bu şahıs adasından
yeryüzünde kimlerin bulunduğunu Yüce Allah'a ibadet edenin olup olmadığını
görmek üzere çıkmıştı. Süleyman'ı görünce, o da Yüce Allah'ın isimlerinden bir
ismi anarak dua etti ve böylelikle kadının tahtı getirildi.
Yedinci bir görüş: Bu
kişi Yemliha adında İsrailoğullarına mensub bir adam idi. Yüce Allah'ın ism-i
a'zamını biliyordu. Bunu da el-Kuşeyri zikretmiştir.
İbn Ebi Berze derki:
Kitabın bilgisine sahip kişi Ustum idi. Bu İsrailoğulları arasında çok ibadet
eden bir zatdı, bunu el-Gaznevi zikretmektedir.
Muhammed b. el-Münkedir
dedi ki: Bu bizzat Süleyman (a.s)'dır. İnsanların, o Yüce Allah'ın ism-i
a'zamını biliyordu şeklindeki görüşlerine gelince, durum böyle değildir. Bu
kişi İsrailoğullarına mensub bilgili, Yüce Allah'ın da kendisine ilim ve fıkıh
(dini kavrayış) verdiği bir adam idi. Bu kişi: "Ben onu sana gözünü
kırpmadan getiririm" deyince, haydi getir dedi. Bu sefer adam: Sen
Allah'ın bir peygamberisin ve Allah'ın peygamberinin oğlusun. Eğer Yüce Allah'a
dua edecek olursan, o sana bu tahtı getirir. Bunun üzerine Süleyman (a.s) Yüce
Allah'a dua etti. Yüce Allah da tahtı ona getirdi.
Sekizinci bir görüş de
şöyledir: Bu kişi Cebrail (a.s)'dır. Bunu da en-Nehai söylemiştir. Bu görüş İbn
Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Buna göre "kitap ilmi" onun Allah'ın
indirmiş olduğu kitaplarda ve Levh-i Mahfuz'da bulunanlara dair bilgisidir.
Süleyman (a.s)'ın Belkıs'a gönderdiği mektuptaki bilgidir, diye de açıklanmıştır.
İbn Atiyye der ki:
İnsanların çoğunluğunun kabul ettiği görüş şudur: Bu kişi Asaf b. Berhiya
adında, İsrailoğullarına mensub salih bir kişi idi. Rivayete göre iki rekat
namaz kıldıktan sonra Süleyman (a.s)'a şöyle demiştir: Ey Allah'ın peygamberi,
uzağa doğru bir bak, o da Yemen'e doğru baktı ve tahtı önünde buldu. Süleyman
daha gözünü kırpmadan taht yanında idi.
Mücahid dedi ki: Burada
kasıt kişinin gözünü yorgun ve bitkin olarak kapatıncaya kadar bakışını devam
ettirmesidir.
Bir diğer görüşe göre
gözünü açıp kırpacak kadar bir zamanı kastetmiştir. Bu da kişinin: Bu işi bir
lahzada yap, demesine benzer. Bu görüş daha kuvvetli gibidir, çünkü eğer tahtı
getiren Süleyman (a.s)'ın yaptığı bir iş olsaydı, bu bir mucize olurdu. Şayet
Asaf veya onun dışındaki Allah'ın veli kullarının işi ise o takdirde bu bir
keramettir. Velinin kerameti ise tabi olduğu peygamber için bir mucizedir.
el-Kuşeyri dedi ki:
Nezdinde kitabın bilgisi bulunan kişi Süleyman'dır, diyenler velilerin
kerametini inkar etmektedirler. Çünkü (bunlara göre) Süleyman (a.s) ifrite:
"Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" demiş. Bunlara göre de
ifritin yaptığı ne mucizedir, ne de bir keramettir. Çünkü cinlerin bu gibi
şeylere zaten güçleri yeter. Bir cevher aynı halde iki yerde bulunamaz. Aksine
bu Yüce Allah'ın bir cevheri doğunun en uzak noktasında yok edip, sonra onu
ikinci halde var etmesi olarak düşünülebilir. Bu ise batının en uzak noktasında
yok oluştan sonraki haldir ya da aradaki mekanları yok eder, sonra bu mekanları
iade eder.
el-Kuşeyri dedi ki: Bu
görüşü Vehb, Malik'ten de rivayet etmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Belkıs'ın tahtı havada getirilmiştir, bu da Mücahid'in görüşüdür.
Süleyman ile taht
arasında da, Küfe ile Hire arası kadar bir mesafe vardı.
Malik dedi ki: Belkıs
Yemen'de, Süleyman (a.s)'da Şam'da bulunuyordu.
Tefsirlerde
kaydedildiğine göre Belkıs'ın tahtı içinde bulunduğu yeri deldi, sonra da
Süleyman'ın önünde bitiverdi. Abdullah b. Şeddad dedi ki: Taht yerdeki bir
tünelden çıktı. Bunların hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır.
"Onun derhal
yanında durduğunu" yanında sabit olarak bulunduğunu "görünce dedi ki:
Bu" yardım, bu imkan ve iktidar "Benim Rabbimin lütfundandır. Acaba
şükür mü ederim, yoksa nankörlük mü ederim diye beni sınaması içindir."
el-Ahfeş dedi ki: Yani benim ne yapacağımı ortaya çıkarması içindir. Başkaları
da şöyle demiştir: "Sınaması içindir" benim ona ibadet etmem içindir,
demektir. Bu da mecazi bir ifadedir. Sınamada asl olan ise denemektir, yani ben
nimetine karşı şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim. Beni denemek
içindir.
"Kim şükür ederse,
kendi lehinedir." Bunun faydası sadece kendisine döner. Zira o şükretmekle
üzerindeki nimetin tamamlanmasına, devam etmesine ve o nimetin daha da
artmasına hak kazanmış olur. Çünkü şükür sayesinde mevcut nimet sağlama
bağlanmış olur, elde bulunmayan nimetlere de bu yolla nail olunur.
"Kim de nankörlük
ederse, muhakkak Rabbim" şükre muhtaç olmayan "Ganidir" lütuf ve
ihsan etmekte "kerem sahibidir." Çok cömerttir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN